Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç, koleksiyon alışkanlığını anlattı. Koç, “Ağzına kadar eşya dolu, koskoca depolarım var. Gelinlerim de zaman zaman oraya gelir, bir şeyler seçerler. Sonra beni arayıp ‘Şunu alabilir miyim’ diye sorarlar” dedi. Koç, “Bu çağdaş sanat eserlerini çok fazla anlamıyorum doğrusu. Onların en iyilerini Ömer takip ediyor ve paraya kıyıp alıyor da” diye konuştu.
Koç, IstanbulArtNewsMagazine’in Eylül sayısına konuştu. Hürriyet’ten Ayşegül Dinçkök’ün söyleşisi şöyle:
İyice geriye gidelim isterseniz, nasıl başladı biriktirme merakı?
Annem bu işlere çok meraklıydı. Bir koleksiyoncuydu kendisi. Nedenini soracak olursanız; babam öylesine çok çalışır ve ona o kadar vakit ayıramazdı ki, annem de 19. yüzyıl Osmanlı giysilerini toplamak gibi bir hobi edindi kendisine. Bu nedenle yazları İstanbul’a geldiğimizde sık sık Kapalıçarşı’daki antikacılara giderdi.
‘Altınkum’ vapuru
Biz çocuklar denize çok meraklıydık. “Oğlum ben yokken denize girer, başına bir iş gelir” diye korkudan beni de yanında götürürdü ve biz bütün günü birlikte orada geçirirdik. Büyükdere’den binilen 74 numaralı Altınkum isimli buharlı vapur vardı o zaman. Hiç unutmam, yolculuk süresince geminin buharlı makinelerini, çalışanların kazana kömür atmalarını, makineleri yavaşlatıp hızlandırmalarını, iskeleye yanaşırken tornistan yapmalarını büyük bir merakla yukarıdan izlerdim. Köprü’den taksiyle Kapalıçarşı’ya giderdik. O dükkân senin, bu dükkân benim bütün gün annemin peşinden dolaşırdım. Bütün günün yorgunluğu ve sıkıntısının ödülü olarak öğleden sonra Lebon veya Markiz’de oturur bir şeyler yer ve sonrasında da Galatasaray’daki Japon Pazarı’ndan bir de oyuncak alırdık. Taksim’deki o zamanlar Sular İdaresi olan binanın yanından kalkan burunlu otobüslere binip eski Maslak yolundan Büyükdere’ye geri dönerdik.
İşte herhalde bu kısa seyahatler sonucunda bende de yavaş yavaş bir biriktirme kültürü oluştu zamanla.
Oyuncak tren
Daha da öncesine gidecek olursak, Sevgi ve Suna daha doğmadan önce Semahat ve benim Alman ve Avusturyalı dadılarımız oldu. Babamın Avrupa’ya seyahatleri olurdu o zamanlar. Dadımız bir seferinde dedi ki: “Babana söyleyelim, güzel bir Maerklin tren seti yapalım. Her gittiğinde birer parça getirir, tamamlarız.” Babam da hakikaten beni kırmadı. Her geldiğinde heyecanla kutular açılır, içinden hangi parçanın çıkacağı merakla beklenirdi. Elektrikli tren seti böylece tamamlandı. Ondan sonra buharlı tren seti biriktirmeye başladım. Şimdi geri dönüp baktığımda o günlerin şimdiki alışkanlıklarım üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Koleksiyoncu dediğiniz, sevdiği, kendisine hitap eden, koleksiyonunu tamamlayacak parçaları nereye koyacağını, ne yapacağını düşünmeden alır. Ne yapacağını hiçbir zaman aklından geçirmez. Mal toplayanlar ise bir şey alırken veya daha bakarken ne yapacağını, hangi köşede daha iyi duracağını düşünür. Eğer koyacak yer bulamazsa da onu almaz zaten.
Ben birinci kategoriye giriyorum. Devamlı alırım, evler dolar taşar, depolara konur eşyalar. Ağzına kadar eşya dolu, koskoca depolarım var. Buraları gezer, eşyalara bakar, hangisini nereden ne zaman aldığımı hatırlamaya çalışırım. Gelinlerim de zaman zaman oraya gelir, bir şeyler seçerler. Sonra beni arayıp “Şunu alabilir miyim?” diye sorarlar. Büyük gelinim Sevgili Caroline çok sever benim topladıklarımı. Sık sık gelir bakar, seçer ve alır. Küçük gelinim Nevbahar ise daha ziyade kayınvalidesinin zevkini beğenir.
Sonuç olarak toplamak büyük bir zevktir. Restore etmek ayrıca bir katma değer ekler, alınanları depoda özenle saklamak ise ayrı bir haz verir.
Rahmetli annenizin Osmanlı giysilerine olan merakından bahsettiniz. Kendisinin vasiyeti üzerine siz çocukları olarak bu koleksiyonu bir müzede topladınız, değil mi?
Annemle babam tatil için gittikleri Yunanistan’da Benaki Müzesi’ni ziyaretleri sırasında buradaki Osmanlı ve Türk eserlerini görüyor ve bunlardan çok etkileniyor. Buradan esinlerek annem de İstanbul’da böyle bir müze kurmak istiyor. Maalesef kendisinin ömrü vefa etmedi. Vasiyeti üzerine, toplamış olduğu tüm giysiler, kumaşlar, kadifeler, aynalı kemerler, çetekler ve kendi varlığından da ayırmış olduğu bir miktar parayla Sadberk Hanım Müzesi kuruldu. Burası Büyükdere Piyasa Caddesi üzerinde Azaryan Yalısı olarak bilinen babama ait eski bir evdi. Burayı annemin müzesi yapmaya karar verdik. Daha sonra yanındaki binayı da Sevgi (Gönül) aldı ve buraya da müze için bir ilave yaptı ve uzun uğraşlar sonunda aldığımız Hüseyin Kocabaş koleksiyonu burada sergilenmeye başladı. İlerleyen zamanlarda Ömer Koç, yine annemin müzesi için İznik toplamaya başladı ve çok güzel bir koleksiyon oldu o da.
Ancak zaman içerisinde eserler çoğalıp adetler arttıkça hem bir yer ihtiyacı ortaya çıktı, hem de eserlerin değeriyle birlikte sigorta primleri aşırı derecede yükselmeye başladı. Özellikle şu anki binanın ahşap olması, sigorta primlerini hepten fazlalaştırdı. Dolayısıyla şu anda Sadberk Hanım Müzesi için yeni bir yer arayışındayız. İstanbul’da o kadar büyük arazi çok pahalı. Ben kendi müzemi Haliç’te kurduğum zaman orada hiçbir şey yoktu. Daha sonra Miniaturk geldi, belediye eski Sütlüce mezbahasını restore ederek Haliç Kongre Merkezi’ni yaptı, İstanbul’a elektrik veren eski santral özelleştirilerek Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü oldu ve yıllar içinde Haliç’in çehresi değişti. Şimdi Haliç’in kenarındaki eski tersanelerin olduğu arazide Azeri bir işadamının kapsamlı bir projesinin planları yapılıyor. Belki bu projenin kültür ayağını üstlenme gibi bir durum olabilir. Bununla ilgili müzakerelerimiz devam etmekte.
Aile boyu sanat
Ailede annenizin önayak olduğu bu müzecilik kanadını siz Rahmi Koç Müzesi’ni kurarak devam ettirdiniz. Daha sonra?
Daha sonra Suna ve İnan Kıraç Antalya Kaleiçi’nde bir eski kilise ve karşısındaki binayı alarak Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Merkezi’ni kurdular. Orada sergilenen Çanakkale koleksiyonunun yanı sıra çok güzel bir kütüphane de vardır. Onlar daha sonra Tepebaşı’ndaki binayı satın alarak Pera Müzesi’ni kurdular. Ve en son da oğlum Ömer Koç Beyoğlu’ndaki çağdaş sanat alanı olan Arter’i kurdu. Burası, bizimkilerin aksine, ücretsiz, halka açık bir mekân. Her gün çok fazla kişi girip çıkıyor. Bu çağdaş sanat eserlerini çok fazla anlamıyorum doğrusu. Onların en iyilerini Ömer takip ediyor ve paraya kıyıp alıyor da.
Röportajın devamı IstanbulArtNewsMagazine Eylül sayısında...