Gündem

Kılıçdaroğlu: Parti içindeki kavgaya izin vermeyeceğim; edenleri kapının önüne koyacağım

"Demokrasi mücadelesini yeni başlatacağız"

02 Mayıs 2017 18:24

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, parti içindeki kavgaya izin vermeyeceğini belirterek "Parti içi mücadele, parti içindeki kavgaya asla izin vermeyeceğim,  kavga edenleri gerekirse kapının önüne koyacağım" dedi.

Partisinin grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu, yeni bir demokrasi mücadelesi başlatacaklarını dile getirerek "Demokrasi mücadelesini yeni başlatacağız. Verilen mücadele demokrasi tarihimizin en önemli kilometre taşlarından biridir. Bütün baskılara rağmen bu ülkenin seçmenlerinin yarısı sandığa gitti ve demokrasiden yana tavır koydu. Bu değeri koruyacağız." ifadesini kullandı.

Kılıçdaroğlu, Emek ve Dayanışma Günü olarak 1 Mayıs'ı kutlamanın, herkesin ortak amacı olduğunu, vatandaşların, çalışarak, üreterek, alınteri dökerek geçimlerini sağlamak, 1 Mayıs'ı, yasak, baskı, şiddetle değil bayram havasında kutlamak istediğini söyledi.

Sendikaların, 1 Mayıs'ta olay olmamasına büyük özen gösterdiğini dile getiren Kılıçdaroğlu, sendikaları, sivil toplum kuruluşlarını ve partileri kutladı. 

 

"İş kazalarında bin 970 işçi hayatını kaybetti"

 



Kılıçdaroğlu, 2016'da iş kazalarında bin 970 işçinin hayatını kaybettiğini, bu yılın ilk 3 ayında ise bu sayının 441 olduğunu bildirdi. Kılıçdaroğlu, kişilerin iş güvencesi bulunması, iş yerinin güvenlikli olması gerektiğini belirterek, "Neden iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsüyüz Neden insanımızın hayatı bu kadar ucuz İktidar bütün bunlara karşı neden duyarsızlığını koruyor?" sorularını yöneltti.

İş kazalarında hayatını kaybedenlerin ailelerine, "Sizin hakkınızı, hukukunuzu koruyacağız. Eğer hukuk desteği istiyorsanız CHP il, ilçe başkanına ulaşacaksınız" diye seslenen Kılıçdaroğlu, asgari ücret net bin 404 lirayken, açlık sınırının bin 518 lira olduğunu anımsattı. Kılıçdaroğlu, CHP'li bütün belediyelerde kadrolu ya da taşeron olsun, hiçbir işçinin aylığının bin 500 liranın altında olmadığını vurguladı. 

Kemal Kılıçdaroğlu, 2004'te 181 bin olan taşeron işçi sayısının, 1 milyon 220 bine ulaştığına işaret ederek, iktidarın seçimlerde söz vermesine rağmen bu işçilerin kadroya alınmadığını söyledi.


"Hangi istikrardan söz ediyorsun"



CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 15 yıldır herhalde en çok karşılaştığı kelimenin, "istikrar" olduğunu ifade ederek, "15 yıldır hangi istikrar geldi, nerede istikrar oldu?" diye sordu.

Fiyatların anormal olduğunu öne süren Kılıçdaroğlu, kuzu etinin 55 liraya, 2010'da 18 lira olan kıymanın kilosunun 44 liraya çıktığını belirtti. Kılıçdaroğlu, "Hangi istikrardan söz ediyorlar Yoksulluğun, fukaralığın istikrarından söz ediyorlar. Öyle bir noktaya geldik ki üreten Türkiye değil, tüketen Türkiye konumuna geldik" dedi.

Kılıçdaroğlu, 2003-2016 yıllarında ithal edilen tarım ürünlerine 126 milyar dolar ödendiğini, bu paranın Türk çiftçisine ödenmesi halinde Türkiye'nin, bütün dünyayı besleyebileceğini ifade etti. Kılıçdaroğlu, arpanın Ukrayna, buğdayın Rusya, Kazakistan, ABD, çayın Endonezya ve Çin'den, kuru fasulyenin ABD ve Kanada'dan, nohutun Hindistan, Arjantin'den, patatesin Hollanda ve Almanya'dan ithal edildiğini anlattı.



"Dönüm noktası"



Kemal Kılıçdaroğlu, 25 Nisan 2017'nin kendileri için dönüm noktası olduğunu, bu tarihteAvrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin, Türkiye'yi yeniden denetim sürecine aldığını anımsattı.

"Batılılar bize düşman, niye denetime aldılar" diye kızıldığını ifade eden Kılıçdaroğlu, aynı kurumun 2004'te Türkiye'yi denetim dışına çıkardığında hep birlikte alkışladıklarını vurguladı. Kılıçdaroğlu, hangi gerekçeyle Türkiye'nin denetime alındığı üzerine hiç durulmadığını söyledi. 

Konuşmasında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin bazı saptamalarına yer veren Kılıçdaroğlu, anayasa referandumundaki eşitsizlikler ve haksızlıkların bu rapora da girdiğini ifade etti.

Kılıçdaroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bunların hangisi yanlış, hepsi doğru. Son yayımlanan kararnameler dahil kamuda görevine son verilenler, 4 bin 195 yargı mensubu, mülki idare amiri 385 kişi, emniyet genel müdürlüğünden 20 bin 672 kişi, öğretim elemanı 5 bin 300 kişi, eğitim, öğretim hizmetlerinden 33 bin 480 kişi, TSK'dan 8 bin 832 kişi, din hizmetlerinden 2 bin 198 kişi, sağlık ve yardımcı sağlık hizmetleri 6 bin 784 kişi, mahalli idarelerden 2 bin 349 kişi. Toplam 102 bin 319 kişi kamu görevinden sorgusuz sualsiz atıldı. Bunların hiçbirinin haklarını arama özgürlükleri yok. Dijital ansiklopedinin yasaklandığı süreci yaşıyoruz.''

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun; 02.05.2017 tarihinde Grup Genel Kurulu Toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

“Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarım; hepinize Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan en içten selamlarımızı, sevgilerimizi ve saygılarımızı gönderiyoruz.

Dün 1 Mayıstı, Emek ve Dayanışma Günü’ydü. Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde insanlar sokağa çıkıp 1 Mayısı kutladılar, birlikte halay çekerek, eğlenerek, sloganlar atarak, düşüncelerini ifade ederek, pankartlarını, dövizlerini taşıyarak 1 Mayısı kutladılar ama 1 Mayısta Taksim yine yasaktı. Taksim’i hiç unutmadık ve unutmayacağız. 1 Mayıs 1977’de Taksim’de 34 insanımız hayatını kaybetmişti. Onları yine rahmetle ve saygıyla anıyoruz. Dolayısıyla emeğin ve dayanışmanın günü olarak 1 Mayısı kutlamak hepimizin ortak amacıdır. İnsanlar çalışarak, üreterek, alın teri dökerek geçimlerini sağlamak isterler ve 1 Mayısı bir bayram havası içinde kutlamak isterler; yasaklarla değil, baskılarla değil, şiddetle değil. O açıdan 1 Mayıs konusunda özellikle sendikaların duyarlılığını kutlamak istiyorum. Herhangi bir şekilde bir olay olmamasına büyük özen gösterdiler, sendikaları, sivil toplum örgütlerini, siyasal partileri bu açıdan kendilerini kutlamak isterim. Demokrasi içinde söylenmesi gereken her şeyi üç aşağı beş yukarı söylediler. Onların bayramı hepimizin bayramıdır. Onların mutluluğu hepimizin mutluluğudur. Dolayısıyla biz, bugün onları yürekten kutluyoruz, meydanlardaki sevinçlerini, halaylarını paylaşıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, bunları söylüyorum da acaba işçimizin durumu ne? 2016, iş kazalarında hayatını kaybeden işçilerimizin sayısı 1970 kişi. 1970 işçimiz çalışırken hayatını kaybediyor iş kazalarında. Sadece 2017’nin ilk üç ayında hayatını kaybeden işçilerin sayısı 441.

Değerli arkadaşlarım, çalışmak ve üretmek için hayatını ortaya koyan insanların iş güvencesinin olması lazım, iş yerinin güvenlikli olması lazım. Neden iş kazalarında Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsüyüz? Neden insanlarımızın hayatı bu kadar ucuz? Ve neden bu insanlar, bütün bu kazaları yaşarken neden ama neden siyasal iktidar bütün bunlara karşı duyarsızlığını koruyor? İş kazalarında hayatını kaybeden işçilerin ailelerine sesleniyorum: Sizin hakkınızı ve hukukunuzu koruyacağız. Eğer bir yerde bir destek istiyorsanız, hukuk desteği istiyorsanız hiç çekinmeden Cumhuriyet Halk Partisinin il başkanına, ilçe başkanına ulaşacaksınız. Sizin hakkınızı sonuna kadar arayacak ve sizin hakkınızı sonuna kadar savunacağız çünkü biz alın terinden ve emekten yana bir partiyiz. Biz mazlumdan yana bir partiyiz. Biz çalışandan yana bir partiyiz. Biz, malı götürenlerden yana değiliz, olayı kapatanlardan yana değiliz; hakkın ve hukukun gerçekleşmesi için çaba harcayan bir partiyiz. Bu iş kazaları olurken, insanlar hayatını kaybederken bu işçiler ne kadar ücret alıyorlar? Asgari ücret net 1404 lira; açlık sınırı kaç? 1518 lira, açlık sınırının altında. Ama buradan yine bütün asgari ücretli işçilere sesleniyorum: Biz meydanlarda bir söz verdik, dedik ki asgari ücret net 1 500 lira olacak. Ve o sözümüzü bizim yerelde iktidar olduğumuz bütün belediyelerde hayata geçirdik. Bugün, Cumhuriyet Halk Partili belediyelerde, ister kadrolu ister taşeron işçisi olsun hiçbir işçinin aylığı 1500 liranın altında değil. Biz, hükümete rağmen işçinin hakkını koruduk ve verdiğimiz sözün gereğini yaptık.

Ve yine taşeron işçiler. Değerli arkadaşlarım, 2004 yılında taşeron işçi sayısı 181 000 kişiydi; bugün 1 milyon 220 bin taşeron işçisi var. Seçim meydanlarında söz verdiler, CHP söz verdiği için, “Biz de kadro vereceğiz” dediler. Seçimden sonra aylar geçti,  taşeron işçilere kadro verilmiyor. Buradan 1 milyon 220 bin taşeron işçisine sesleniyorum: Sizin hakkınızı her ortamda savunacağız, size kadro verilinceye kadar mücadelemizi de sürdüreceğiz, sizden destek istiyoruz.  

2 kişiyi saygıyla anmak istiyoruz; Ahmet İsvan, 94 yaşında hayata gözlerini yumdu. Yiğit bir insandı. En son kendisini Yalova’daki evinde ziyaret etmiştim. Pırıl pırıl bir zekâ, hayatı boyunca verdiği mücadeleler, onları hep onur diye taşıdı, onur diye hep anlattı. 1 Mayıs günü hayata gözlerini yumdu. 1973 seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanı. İstanbul’a pek çok hizmeti oldu, insanlara pek çok hizmeti oldu. Yiğitçe durdu, haklarını aradı. 1970’li yıllarda sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 27 ay tutuklu, hapiste kaldı ve sonunda beraat etti ama hiç yılmadı. Ona Allah’tan rahmet diliyoruz, yakınlarına, partililerimize başsağlığı diliyorum.

Bir kişiyi daha anmak istiyorum, isimsiz bir kişiyi, Ömer Faruk Sever. 16 yaşında, bir çocuk işçi. 1 Mayıs günü iş kazasında hayatını kaybetti. Onun da bayram yapma hakkı vardı, onun da meydanlara çıkma hakkı vardı, onun da hak arama özgürlüğü vardı ama çalışmak zorundaydı, zaten zor bela bir iş bulmuştu ve o da bir iş kazasında hayatını kaybetti. Ömer Faruk Sever’e Allah’tan rahmet, ailesine de başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.

Değerli arkadaşlarım, on beş yıldır herhâlde en çok karşılaştığımız bir cümle var “İstikrar” “İstikrar gelecek, istikrar olacak, Türkiye’ye istikrar lazım.” On beş yıldır en çok karşılaştığımız sözcük “İstikrar.” On beş yıldır ne oldu? Hangi istikrar geldi bu memlekete? Nerede istikrar oldu? Değerli arkadaşlarım, fiyatlara bakıyorum gerçekten anormal. Kuzu eti 55 lira, kıyma 44 lira. Eskiden ne kadardı diye sordum, 2010’da 18 lira kıymanın kilosu, şimdi 44 lira. Asgari ücret ne kadardı? 1404 lira, açlık sınırı 1500 liranın üstünde. Hangi istikrardan söz ediyorlar? Yoksulluğun istikrarından söz ediyorlar, fukaralığın istikrarsızlığından söz ediyorlar.

Değerli arkadaşlarım, öyle bir noktaya geldik ki üreten Türkiye değil, sadece ve sadece tüketen Türkiye konumuna geldik.  Tarımda kendi kendine yeten bir Türkiye dışarıdan tarım ürünü ithal eden bir ülke hâline geldi. Örnek vereyim: 2003-2016 yılları arasında, on dört yılda, ithal edilen tarım ürünlerine ödediğimiz para 126 milyar dolar. Çiftçi kardeşlerim iyi duysunlar, 126 milyar dolar tarım ürünü ithal edildi Türkiye’ye on dört yılda. 126 milyar doları bizim çiftçimize ödeseydik, çiftçimiz bırakın Türkiye’yi, bırakın Orta Doğu’yu bütün dünyayı beslerdi. Bizim çiftçimiz çalışkandır, topraklarımız bereketli. 126 milyar doları kendi çiftçimize değil, başka ülkelerin çiftçisine ödüyorsunuz. O nedenle çiftçi kardeşlerim de iyi duysunlar, kırsal kesimde yaşayan kardeşlerim de iyi duysunlar: Senin hakkını ve hukukunu, senin geçimini düşünen tek parti Cumhuriyet Halk Partisidir, bunu sakın unutma. Ne ithal ediyoruz, ana başlıklar itibarıyla söyleyeyim. Tarım ürünü ithal ediyoruz da neleri ithal ediyoruz. Olur ya bazıları hiç Türkiye’de üretilmiyor. Arpayı Ukrayna’dan ithal ediyoruz, buğdayı Rusya’dan, Kazakistan’dan ve Amerika’dan ithal ediyoruz. Çay, Türkiye’de çay yok, Endonezya’dan ve Çin’den çay ithal ediyoruz. Kuru fasulyeyi Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’dan ithal ediyoruz. Mercimek, Kanada, Avusturalya ve Amerika’dan ithal ediyoruz. Nohudu Hindistan, Arjantin ve Meksika’dan ithal ediyoruz. Pamuğu Yunanistan’dan, Türkmenistan’dan ithal ediyoruz. Patatesi Hollanda ve Almanya’dan ithal ediyoruz. Pirinci Rusya, İtalya ve Hindistan’dan ithal ediyoruz. Sarımsağı, Kastamonu’nun sarımsağının meşhur olduğunu biliyoruz, Çin’den, Mısır’dan ve İran’dan ithal ediyoruz. Kuru soğanı Hollanda’dan, İran’dan ithal ediyoruz. Türk tütünü dünyada meşhurdu ama tütünü Brezilya’dan, Amerika’dan ve Hindistan’dan ithal ediyoruz. Bu gerçeği bütün çiftçi kardeşlerimin bilmesi lazım. 126 milyar dolar ödüyoruz ama kendi çiftçimize gelince ödemiyoruz. Ödemeyince de çiftçi üretmiyor, iki Trakya büyüklüğünde alanda maalesef üretim yapmıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, 25 Nisan bizim için aslında bir dönüm noktası oldu, Türkiye için. 2017 25 Nisanında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi toplandı ve Türkiye’yi yeniden denetime aldı. Kızıyorlar “Neden Avrupa Konseyi bunu yaptı?” diye. “Batılılar bize düşman” diye. İyi de aynı Avrupa Konseyi 2004’te bizi denetim dışına çıkardığı zaman hep birlikte alkışlamıştık. Bunu yapanlar aynı insanlar. Hangi gerekçeyle bizi denetime aldılar, hiç bu sorulmuyor. Bunun üzerinde hiç durulmuyor.

Bakın değerli milletvekilleri, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi bu kararı alırken iki temel saptama yapıyor. Bir, “15 Temmuz 2016’ta yapılan darbe girişimine karşı çıkan Türk halkını takdir ediyoruz” diyor. Yani darbeye karşı duran, demokrasiyi savunan vatandaşı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını takdir ediyoruz diyor. Bunu raporun başlangıcında söylüyor. Başka? “Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditlere, IŞİD, PKK gibi terör tehditlerine atıf yapıyor, Türkiye’nin vatandaşlarını ve demokratik kurumlarını koruma hakkı vardır diyor, terörle mücadele etme hakkı vardır diyor. Peki, sonra ne diyor? Sen bunları demokratik ölçüler içinde yapmıyorsun. Sen, demokrasiyi kesintiye uğrattın. Bireysel hak ve özgürlükleri yok ettin. Gazetecileri hapse attın, öğrencileri hapse attın, OHAL kararnameleriyle Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerini gasp ettin. Üniversitelerden hocaları attın. O kadar ilginç bir tanımlama yapıyor ki kamu görevlilerini kamudan atıyorsun diyor. Banka hesaplarına el koyuyorsun, sosyal güvenlik kurumuna şerh koyup fişliyorsun bir daha bunu kimse çalıştırmasın diye, mal varlıklarına el koyuyorsun. Bu adam ne? Sivil ölüm, yaşayan ölü konumuna getiriyorsun. Hangi demokrasi bunu kabul eder, diyor. Yine aynı şekilde, son yaşadığımız referandumdaki bütün eşitsizlikler, bütün haksızlıklar bu rapora da girdi ve referandumun doğru yapılmadığını, meşru bir referandum olmadığı yine bu rapora girdi. Bunların hangisi yanlış? Hepsi doğru.

Değerli arkadaşlarım, madem referandumdan söz ettik, Türkiye’nin demokrasisinden söz ettik, OHAL uygulamalarına kısaca değinmek isterim. İki OHAL kararnamesi daha yayımlandı. Önce sizi başa götüreyim. Milli Güvenlik Kurulu toplanırken ve toplantıdan sonra Hükümete OHAL için bir tavsiyede bulundu. Bu tavsiyede Milli Güvenlik Kurulu ne söylüyordu, aynen okuyorum değerli arkadaşlarım: “Demokrasimizin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla Anayasa’mızın 120’inci maddesi gereği hükümete olağanüstü hâl ilan edilmesi tavsiyesinde bulunulması kararlaştırılmıştır.” Ne için? Demokrasimizin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin korunması için. Ve devam ediyor, daha önemli bir cümle: “Bu tavsiye sadece ve sadece demokrasiye, hukuk devletine, hak ve özgürlüklere yönelik tehditlerin ortadan kaldırılması için yapılacak çalışmaları kolaylaştırma amacına yöneliktir.” Şimdi geliyorum uygulamalara. Binali Bey şöyle bir açıklama yapmıştı referandum öncesi: “Başkanlık referandumu öncesi OHAL kaldırılmış olacak. OHAL ile seçime gidildi dedirtmeyiz” demişti. Tam tersi yapıldı. Her seferinde süre doldu ve uzatıldı, yeniden süre uzatıldı. Bu olduğu hâlde, toplu bir rakam vereyim değerli arkadaşlarım, son yayımlanan kararnameler dâhil, görevine son verilenler, kamudan atılan 4 195 yargı mensubu, 385 mülki idare amirleri, 20 672 kişi Emniyet Genel Müdürlüğünden, öğretim elemanlarından 5 300 kişi, eğitim-öğretim hizmetlerinden 33 480 kişi, Türk Silahlı Kuvvetlerinden 8 832 kişi, Din Hizmetlerinden 2 198 kişi, Sağlık ve Yardımcı Sağlık hizmetlerinden 6 784 kişi, Mahalli İdarelerden 2 349 kişi; toplam 102 bin 319 kişi kamu görevinden sorgusuz sualsiz atıldı. Ve bunların hiçbirisinin haklarını arama özgürlükleri yok. Son yayımlanan kararname ile 1 gazete, 14 dernek, 1 dergi, 18 vakıf ve 13 özel sağlık kuruluşu tekrar kapatıldı. 609 şirket Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildi. En az 140 bin kişinin pasaportu iptal edildi. Kapatılan eğitim kurumları sonucunda 130 bin kişi işsiz kaldı. Öyle bir noktaya geldi ki dijital ansiklopedinin yasaklandığı bir süreci yaşıyoruz, hangi gerekçeyle. Ve yine son kararnameyle bir düzenleme daha yapıldı. Görevine iade edilen personelin, yanlışlık yaptık, kararnameyle görevine iade edilen personelin görev yapmadığı süre içinde uğradığı manevi zararı tazmin davası açmasın diye OHAL’e hüküm koydular. Bir kişi hakkını arayamayacaksa, orada demokrasiden söz edilebilir mi?

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de OHAL uygulamasıyla Anayasa fiilen askıya alınmıştır. Türkiye’de Anayasa yürürlükte değildir çünkü Anayasa Mahkemesi “Anayasaya aykırı bütün OHAL düzenlemelerini ben görmüyorum ve ben bunlara bakmayacağım” demektedir. Anayasa’nın güvence altına aldığı hiçbir hak yoktur ve söz konusu da değildir. Bir OHAL kararnamesiyle herkes her an hapse atılabilir ve tutuklanabilir, mal varlığına el konulabilir. Bu nedenle hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. O kadar ki Türkiye Büyük Millet Meclisinin vermediği yetkileri bile OHAL kararnameleriyle düzenliyorlar. Vermediği yetkiler düzenlenirken Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı itiraz dahi etmemektedir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının açıkça onuruyla oynanmaktadır. Dikta yönetimlerinin bütün koşulları OHAL kararnameleriyle sağlanmıştır. O kadar ki değerli arkadaşlarım, son kararnamede bir komisyon kurulması öngörülmüştü ve bu komisyonda görev alacakların, dikkat buyurun, hukuki sorumlulukları asla olmayacak, idari sorumlulukları olmayacak, mali sorumlulukları olmayacak ve cezai sorumlulukları olmayacak. Bu komisyon ne yapacak? Tek bir kişiye bakacak, oradan alacağı talimata bakacak çünkü sorumluluk makamı sadece bir kişi. Yasalara göre sorumlu değil, hiçbir sorumluluğu yok, yaptığı uygulamalardan insanlar eğer bir haksızlığa uğramışsa haklarını dahi arayamayacaklar. Hak, hukuk ve adalet kavramları artık Türkiye’de yoktur değerli arkadaşlarım. Hukukun üstünlüğü değil, dikta yöneticilerinin egemenliği sağlanmıştır OHAL uygulamalarıyla. Hapishaneler tıka basa doludur. Beş altı kişilik odalarda 15-20 kişi kalmaktadır, sırayla uyumaktadırlar.  İşkence ve kötü muamele Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından da tanınmıştır. Anadolu Ajansı, işkenceye uğrayanların fotoğraflarını bütün dünyaya servis etmiştir ve o kadar ki Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne göre Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlere başvurarak 13 maddeyi askıya almıştır “Ben tutulanlara insanca davranmayacağım” maddesini askıya almıştır yani işkence yapacağım demiştir. Adaletli davranma maddesini askıya almıştır yani adaletli davranmayacağım diye. 150’yi aşkın gazeteci şu anda hapishanelerdedir. Şunu söyledim, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanına söyledim: 150’yi aşkın gazetecinin hapiste olduğu bir ülkede siz, bizim ülkemizde demokrasi vardır söylemini anlatamazsınız. 150’yi aşkın gazetecinin hapiste olduğu bir ülkede demokrasi yoktur, düşünce özgürlüğü yoktur, insan hakları yoktur, bunları söyledik.

Değerli arkadaşlarım, Ahmet Şık, Ergenekon-Balyoz sürecinde evi basıldı, basılmamış kitabı elinden alındı. Kitabın adı İmamın Ordusu idi. Gülen cemaatinin bütün ayrıntılarını kitapta anlatıyordu. Yakalandı ve hapse atıldı. Sonra beraat etti. Şimdi, aynı Ahmet Şık, FETÖ terör örgütü üyesi diye hapiste. Hangi akıl, hangi mantık bunu kabul eder? Buna hukuk, adalet, demokrasi denir mi? Buna düşünce özgürlüğü denir mi? Buna vicdan denir mi? Buna ahlak denir mi? Maalesef öyle bir tabloyla karşı karşıyayız.

Atilla Taş, attığı tweet yüzünden hapiste, silahlı terör örgütü üyeliğinden hapiste. Hangi terör örgütü? Atilla Taş ne zaman silah aldı eline? Atilla Taş, bildiğimiz saygıdeğer birisi.

Murat Aksoy aynı şekilde. Savcı, Atilla Taş ve Murat Aksoy için bunların tutuksuz yargılanması gerekir diyor. Hâkim uyuyor, tutuksuz yargılansınlar diye. Hemen aynı gün yeni bir savcı, yeni bir mahkeme, 2’si tutuklanıyor, tekrar uzun süre gözaltında kalıyorlar ve ondan sonra tekrar hapse atılıyorlar. “Tutuksuz yargılanmaları” gereken diyen savcı ve hâkim, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, şimdiki adıyla Hâkimler, Savcılar Kurulu tarafından açığa alınıyorlar. Hangi hâkim bundan sonra hukukun üstünlüğü ilkelerine göre karar verecek? Sanıyorlar ki bunu kimse bilmiyor, sadece bir grup vatandaş biliyor Türkiye’de. Bütün dünya bütün bu gerçekleri biliyor. Boşuna mı sizi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi denetime alıyor. Bütün bu nedenler, bütün bu ayrıntılar bütün dünya tarafından biliniyor.

Değerli arkadaşlarım, Yüksek Seçim Kurulunun Türkiye’ye yaşattığı tabloyu hepimiz biliyoruz, bütün dünya biliyor, bütün uluslararası raporlara girdi. Orada kalan 10 hâkim, Yüksek Seçim Kurulunda görev yapan 10 hâkim yasalara uymamışlardır. Yasalara uymayıp eylem yapanlara, yasalara aykırı karar verenlere bizim hukukumuzda “Çete” denir. Orada oturan, karar veren 10 yargıç, yargıç değil Yüksek Seçim Kurulunun çetesini oluşturmaktadır. Bütün uluslararası raporlara girdi, bütün raporlara girdi. Adli, idari ve siyasi açıdan bizim tarihimizde bu, mühürsüz seçim olarak kaydedilmiş bir tarihtir. Siz kalkacaksınız yasanın açık hükmüne rağmen yasayı tanımayacaksınız. Ben kanun uygulamam diyor, kanunları tanımam diyor. Ne yaparsın sen? Ben, bir yerden emir alırım, bir tek adamdan emir alırım, oradan talimat alırım. Onun önünde iki büklüm eğilirim. Benim cüppemde ilik de var, düğme de var diyor. Ben hâkim değilim, ben çeteyim ve başımdaki kişi de çete reisiyim diyor. Senin çeteliğini göstereceğiz sana.

Yargıç dediğin onurlu bir insandır; kimsenin önünde eğilmez; yasaları uygular, hukukun üstünlüğüne inanır. Gerdan kıran adama yargıç mı denir? Kanunları ben tanımam diyen insana yargıç mı denir? Birer çete mensubunun üyeleri olarak tarihe geçecek onlar, birer çete mensubunun üyeleri olarak.

Değerli arkadaşlarım, Yüksek Seçim Kurulu deyince şu konuyu da açmak isterim: Halk oylamasında bu ülkenin insanlarının en az yüzde 50’si sandığa gitti, demokrasiye sahip çıktı ve dediler ki “biz demokrasiden yana oy kullandık, biz demokrasiye sahip çıkıyoruz” dediler. Yüksek Seçim Kurulunun bütün ayak oyunlarıyla 49’un altına indiremediler. Şunu herkesin bilmesini isterim: Yüzde 49, demokrasi paydasının bütünüdür, demokrasiye inananların bütünüdür. Bu, sadece CHP’nin değil, bunu yaparsak haksızlık yapmış oluruz, yüzde 49, bu ülkede demokrasiye inanan bütün insanların ortak oyudur. Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte yüzde 49 paydayı küçültmek değil, büyütmek için mücadele edeceğiz. Herkesle konuşacağız, herkesle. Demokrasiden yana olan bütün siyasal partilerle, bütün meslek kuruluşlarıyla, bütün sivil toplum örgütleriyle konuşacağız. Bizim Hayır’ımız sona ermiş bir hayır değildir; biz demokrasi mücadelesini yeni başlatıyoruz ve başlatacağız. Verilen mücadele, bizim demokrasi tarihimizin en önemli taşlarından birisidir, bir kilometre taşıdır. Bütün baskılara rağmen, bütün saldırılara rağmen silahlı ve silahsız, eşit olmayan koşullara rağmen bu ülkenin seçmenlerinin yarısı sandığa gitti ve demokrasiden yana tavır koydu. Bu, çok değerlidir, olağanüstü değerlidir. Bu değeri korumak her Cumhuriyet Halk Partilinin boynunun borcudur, bizim boynumuzun borcudur, bu değeri koruyacağız.

Parti içi mücadele, parti içi kavga… Parti içi kavgaya asla izin vermeyeceğim. Kavga edenleri gerekirse kapının önüne koyacağım. Demokrasi hepimiz için geçerli. Benim gibi düşünmeyen insan için de geçerli demokrasi ama onun oyuna sahiplenmek, bu oy benim oyumdur demek doğru değil. Evet oyu kullanan vatandaşların bir kısmı da bugün pişmanlar. Neden? Bugün, tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı süreci doluyor artık. Bir partinin genel başkanı, artık 80 milyonun cumhurbaşkanı olamaz, o dönem bitti. Bir partinin genel başkanı sadece o partiye oy verenlerin cumhurbaşkanıdır ve saygıyı da bu çerçevede görecek. Tarafsızlık üzerine yemin edildi. Bir partinin genel başkanı hangi tarafsızlık üzerine yemin edecek? Nerede bu kural? Fenerbahçe’nin kaptanını Fenerbahçe’nin maçında hakem yapacaksın. Olur mu böyle şey? O nedenle biz bunu anlattığımızda bazıları inanmıyordu “Yok efendim, böyle şey yoktur. Kılıçdaroğlu doğruları söylemiyor” deniyordu. Buyurun, bugün hep birlikte tanık oluyorsunuz. Tarafsız olması gereken, hiçbir partiye üye olmaması gereken bir cumhurbaşkanı bugün törenle partisine üye oluyor artık. Üye olunca ne oluyor? Bir partinin genel başkanı, Anayasa Mahkemesine Hâkim tayin edecek, bir partinin genel başkanı Hâkimler Savcılar Kuruluna hâkim tayin edecek, bir partinin genel başkanı vali tayin edecek, bir partinin genel başkanı vali tayin edecek, bir partinin genel başkanı bütün üst düzey yöneticileri tayin edecek. Devlet? Devlet de o olacak. Buna izin verecek miyiz? Elbette vermeyeceğiz. Onun için söylüyorum, mücadelemiz yeni başlıyor diye.  

Tabii, Yüksek Seçim Kurulunda bir yargıcımız var, onurlu bir yargıcımız var, dik duran bir yargıcımız var. Yaptığınız uygulama Anayasa ve yasalara aykırıdır diye şerh düşen bir yargıcımız var. Onu buradan saygıyla selamlıyorum, onurlu durduğu için, hukukun üstünlüğüne inandığı için.  

Şimdi, bu Yüksek Seçim Kurulundaki çete uygulamasını adaletin bütün aşamalarına yaymak istiyorum. Ne kadar il ve ilçe yönetimlerinde avukat varsa hepsini şimdi hâkim yapmaya çalışıyorlar. Söyledik, söyledik, söyledik… Adliyeye siyaseti sokmayın diye, kışlaya siyaseti sokmayın diye, camiye siyaseti sokmayın diye. Şimdi, üçüne de siyaseti soktular. Hâkim siyasallaşırsa adalet olmaz, adalet olmazsa devlet olmaz. Bir çöküşün eşiğindeyiz, bir kaybın eşiğindeyiz.

Değerli arkadaşlarım, bütün bunlar olurken hükümetin tek bir derdi var, Amerika’da Rıza Zarraf, onu nasıl kurtaracağız diye, bütün dert o. Bakanlar giderler, Rıza Zarraf; Başbakan gider, Rıza Zarraf; Cumhurbaşkanı gider, Rıza Zarraf, niçin? Efendim, o, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, onun için ilgileniyoruz! İyi de kardeşim, Almanya’ya git, hapishanelerinde yüzlerce, binlerce Türk var, onlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil mi? Niye onlara bir adam göndermiyorsun? Onların hakkını niye savunmuyorsun? Çünkü onlar ayakkabı kutusu geleneğinden geliyorlar da Rıza Zarraf’la ilgileniyorlar, biz bunu gayet iyi biliyoruz. O kadar ileri gittiler ki Türkiye Cumhuriyeti lehine Amerika’da lobi yapan şirketin danışmanını Rıza Zarraf’a avukat tayin ettiler. Aklın alacağı şey değil. Korkuyorlar, ya Rıza Zarraf konuşursa. Konuşacak, gün gelecek konuşacak, o konuşmazsa Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı var, o konuşacak, bütün kirli çamaşırlar dökülecek ortaya. Şimdi yalvarıyorlar yakarıyorlar, ne olursun Rıza Zarraf konuşmasın. Konuşacak değerli arkadaşlar, herkes konuşacak, o da gün gelecek konuşacak. Hukukun üstünlüğünün olduğu bir yerde bunların hepsi açığa çıkacak. Biz, bunların hepsinin takipçisi olacağız, hep birlikte olacağız.

Hepinize en içten selamlar saygılar sunuyorum değerli arkadaşlarım.”