17 Temmuz 2012 16:27
CHP'nin 34'üncü kurultayında konuşan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, ekonomiden, dış politika ve Kürt sorununa kadar pek çok konuda hükümete yüklendi. Kılıçdaroğlu, "İster Kürt sorunu değil, ister Güneydoğu Anadolu sorunu deyin. Ortada bir cenaze 35 yıldır duruyor. Kaldırılması gerekiyor, kimse cesaret edemiyor. Biz bu coğrafyaya barışı getirmeye kararlıyız" dedi.
CHP'nin "Demokrasi ve Değişim" adını verdiği 34. Kurultay'ı Ankara Arena Spor Salonu’nda başladı.
Kılıçdaroğlu’nun Kurultay konuşmasının tam metni şöyle;
“Değerli yol arkadaşlarım, televizyonları başında bizi izleyen değerli yurttaşlarım, yabancı misyonların saygıdeğer temsilcileri, siyasal partilerin, sivil toplum kuruluşlarının değerli yöneticileri, temsilcileri, bize güç ve destek veren aydınlarımız, sanatçılarımız ve değerli basın mensupları;
Ulu bir çınarın gölgesinde, bir temmuz sıcağında, bir araya geldik. Bu çınar CHP’nin çınarıdır. Kendisini yenileyen, genç filizler veren koca bir çınar. Bu çınarın gölgesinde 34. Olağan Kurultayımızı yapıyoruz. Bu vesileyle, milli mücadele kahramanı olan kurucularımızı, merhum Genel Başkanlarımızı rahmet ve minnetle anıyorum. Onların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Biz partimizin görkemli tarihi ile hep onur duyduk. Çünkü CHP’nin tarihi, emperyalizmle mücadele tarihidir. Bu ulusun bağımsızlık tarihidir. CHP’nin tarihi aynı zamanda Kuva-i Milliyecilerin tarihidir.
Bütün yurttaşlarımız şunu çok iyi bilsinler, bizim tam bağımsızlıkçı, anti-emperyalist duruşumuzdan asla ve asla bir milimlik dahi sapma olmayacaktır. Yine şunu açık yüreklilikle ifade ederim ki, her değişim ve dönüşümde zamanın ruhunu en iyi okuyan parti Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
Cumhuriyeti kurarken, çok partili yaşama geçerken, sosyal demokrasiyi getirirken, hep topluma öncü olmuş ve büyük değişimlerin gerçekleşmesini sağlamıştır. CHP, ilkesiz ulusal siyaset yapmamıştır. Çünkü CHP çok iyi bilmektedir ki, İlkesiz ulusal siyaset, kişi merkezli olmaya ve dolayısıyla başarısızlığa mahkûmdur.
Unutulmaması gereken somut bir gerçek var. Sosyal demokrasinin temelinde, ilerleme ve değişim vardır. Ayrıca sosyal demokrasi rant merkezli değil, insan merkezlidir. Sosyal demokrasinin toplum içerisinde var olan eşitsizlikleri, haksızlıkları, mağduriyetleri giderme iddiası vardır.
Soru 1:
Değişimden ne anlıyoruz?
Değişim, çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşma amacıyla yapılıyorsa, bundan kazançlı çıkan halktır, ülkedir ve o ülkenin kurumlarıdır. CHP’nin değişim anlayışı işte bu temel felsefe üzerine inşa edilmiştir.
Soru 2:
Değişimden herkes memnun olur mu?
Hemen söyleyelim, değişimden toplumun tüm kesimleri memnun olmaz. Sistemden beslenenler, değişimden memnun olmazlar. Tarihin hiçbir döneminde de, sistemden beslenenler değişimden memnun olmamışlardır. Çağdaş uygarlık bağlamında, değişimden yana olanlar İlerlemecilerdir ve devrimcilerdir. Değişime direnenler de, Statükoculardır. Değişime direnenler, bunu bazen ”istikrar bozulmasın” diye toplumu aldatmaya da kalkarlar.
Çağdaş sosyal demokrasinin üç temel özelliği var;
1.İnsan merkezlilik,
2.Evrensellik,
3.Katılımcılık
1.İnsan Merkezlilik
İnsan için daha iyi bir gelecek inşa etmeye çalışırız. Özgür ve güvenli bir gelecek.
2.Evrensellik
Kurumsal dinlerin evrenselliği ve emperyalist evrenselcilikten farklı olarak laik aydınlanmacı ideallerin evrenselliğidir. Özgürlük, adalet, inançlara saygı, kimliğe saygı ve eşitlik…
3.Katılımcılık
Siyasal karar alma süreçlerine daha geniş kesimlerin katılmasını sağlamaktır. Sivil toplum kuruluşlarının güçlendirilmesi bu sürece olumlu katkı verecektir.
Biz politikamızı bu üç temel ilke üzerine inşa ediyoruz.
Eskiden sosyal demokratlar sadece adil-hakça paylaşımdan söz ederlerdi. Şimdi biz diyoruz ki, işçisi, işvereni ve çiftçisi ile önce üreteceğiz, sonra gönenci hakça paylaşacağız. CHP olarak önceliğimiz, fakirliği paylaşmak değil, zengin olmak ve zenginliği hakça paylaşmaktır. Yoksulluğu bir övünç olgusu haline dönüştürmemeliyiz. Gönenç toplumunu hedeflemeli ve halkın zenginleşmesini sağlayacak politikalar üretmeliyiz.
Zamanın ruhunu iyi okumamız gerektiğini söyledim. Zamanın ruhunu iyi okumak için, geçmişi ve içinde bulunduğumuz koşulları çok iyi bilmemiz gerekiyor. Dünya 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren üçüncü büyük dönüşüm dalgası içindedir. Birinci dalga avcılıktan tarım toplumuna geçiş, ikinci dalga tarımdan sanayi toplumuna geçiş, üçüncü dalga sanayiden bilgi toplumuna geçiştir.
Geldiğimiz bu yüzyılda “zenginlik ve refahın temelleri” köklü olarak değişmektedir. Bilgi yoluyla ve bilgi ağırlıklı sanayi yoluyla “zenginleşme süreci” başlamıştır. Bu değişimi hiçbir siyasetçi göz ardı etmemelidir.
Bu süreçte devletin görevi, bize göre sosyal piyasa ekonomisinin sağlıklı işlemesini güvence altına almak ve yol gösterici olmaktır. Kalkınma planları da zaten bunun için vardır.
Değerli yol arkadaşlarım, tasarruf ve yatırım, ekonomik ve sosyal büyüme için çok önemlidir. Dünyanın 20 büyük ekonomisinden biriyiz ama tasarruflarımız yetersiz. Üretimi değil, tüketimi önceleyen bir politika izliyoruz.
Unutulmaması gereken bir gerçek şudur: Bilgi toplumunun, bilgi ekonomisinin laboratuarı, ışık kaynağı üniversitelerdir, eğitim kurumlarıdır. Özerk olmayan bir üniversite, özgür olmayan bir bilim insanı bilgi üretemez bilime katkıda bulunamaz. Bunun içindir ki, üniversiteleri özerk, bilim insanını özgür kılmalıyız.
Mesleki eğitim ve uzmanlaşmayı desteklemeliyiz. Bilgi toplumu farklı bir şeydir. Bilgi toplumu entelektüel birikimi olan toplum demektir. Entelektüeli aşağılamak, onu küçük görmek, bilgi toplumunun ne olduğunu bilmemektir.
Bir saptama daha yapmak isterim: Gelişmiş ülke, kişi başına düşen geliri yüksek olan ülke demek değildir. Bu ölçüden yola çıksaydık, dünyanın en gelişmiş ülkeleri, Petro-dolarları olan ülkeler olurdu. Ama kimse bunları gelişmiş ülke saymıyor. Gelişmiş ülke “küçük ayrıntılarda iş bölümüne giden ülkedir”.
Üniversite ve eğitim politikamızı mevcut bakış açısıyla yönetmeye kalkarsak, bilgi toplumu olamayız. Eğitimin ve üniversitelerin kalitesini artırmak zorundayız. İnsani gelişmişlik endeksinde 187 ülke arasında 92. sıradaysak dönüp bir kendimizi sorgulamalıyız.
Çarpıcı bir bilgiyi daha sizinle paylaşmak isterim: Ülkeler acaba eğitime ne kadar pay ayırıyorlar? Birleşmiş Milletler verilerine göre,171 ülke içinde, ulusal gelir bakımından eğitim harcamalarına ayrılan paya göre sıralama:
Danimarka 13,
Tunus 17
İran 76
Uganda 129
Türkiye 132
Bilgi toplumunu bu anlayış ve politikalarla mı yakalayacağız?
Tarihin hangi dönemine bakarsanız bakın, üniversiteleri ayakta olan ülkeler üreten ülkeler olmuşlardır. Üniversiteleri ayakta olan ülkeler, dünyada söz sahibi olmuşlardır. Üniversiteleri ayakta olan ülkeler, saygın ülkeler olmuşlarıdır. Üniversiteleri ayakta olan ülkeler demokrasileri güçlü ülkeler olmuşlardır ve üniversiteleri ayakta olan ülkeler tarihe damgalarını vurmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman ve hiçbir dönemde, halktan, üniversitelerden, bilim adamlarından gizlenerek veya onlar devre dışı bırakılarak eğitim yasalarında değişiklik yapılmamıştır. Üzülerek ifade edeyim ki, 4+4+4 sistemi bilgi toplumuna ulaşmada önümüze konulan en büyük engellerden birisidir. Aklın özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik düzenlemeler insanın doğasına aykırıdır ve tarih bunu affetmeyecektir. Eğitim, bütün ülkeler için, istisnasız bütün ülkeler için stratejik bir alandır. Çünkü ülke yönetiminde söz sahibi olacak gelecek kuşakları eğitimle şekillendiririz.
CHP olarak biz, bilgi toplumuna ulaşmak için, her yıl 10.000 üniversite öğrencisini yurtdışına doktora için gönderilmesini hedeflemiştik ve bunu seçim bildirgemize de koydurmuştuk. Her yıl 10.000 doktora öğrencisi Türkiye’nin çehresini değiştirecek ve bilgi toplumunun önemli bir aktörü olarak ortaya çıkacaktık.
İlgi toplumuna giden yolda, stratejiyi belirlerken, dünyadaki değişimi ve dönüşümü iyi okumalıyız.
Yeni gelişen trendin dört ana unsuru vardır:
1. Çin ve Hindistan ekonomilerinin yarattığı yeni küresel iş bölümü,
2. Pahalılaşan enerji,
3. İklim değişikliliğinin ortaya çıkardığı yeni ekonomik gerçekler,
4. Bilim ve teknolojiye dayalı yeni inovasyon ekonomisi,
Dünyada yaşanan bu değişimler dikkate alınmadan bilim ekonomisi politikası sağlıklı oluşturulamaz.
Bizim güzel bir sözümüz var “büyük balık küçük balığı yutar” diye. Ama artık günümüzde büyük balık küçük balığı yutmuyor, “hızlı balık yavaş balığı yutuyor”. Bakınız devasa büyüklüğü olan Sovyetler Birliği’ne, Bakınız Ortadoğu’nun küçük devleti İsrail’e. Bu stratejinin en önemli silahı “hızlı yetenek inşasıdır”. Bu da ancak çağdaş eğitimle olur.
Türkiye’nin elindeki en önemli potansiyel silah, bor ya da toryum madeni değildir. “genç ve başarıya aç” insan kaynağıdır. Bu insanların dinamizmini üretim süreci içine çekebildiğimiz ölçüde güçlenir, zenginleşiriz. Onun içindir ki, CHP olarak diyoruz ki, Tüketen değil, önce ÜRETEN TÜRKİYE, ürettiği ile dünyaya meydan okuyan Türkiye. Üretim ile sosyal barışı inşa eden Türkiye. Bunu nasıl yapabiliriz? İnsan kaynağımızın kalitesini artırma yanında,
1.Vergi politikasını,
2.Para politikasını,
3.Bütçe politikasını,
4.Teşvik politikasını üretime endeksleyeceğiz.
Yeni bir teşvik, yeni bir ekonomi politikasına ihtiyaç var. 10 yılda 4 kez teşvik politikası değişti. Bunun adı öngörüsüzlüktür. İşsizlik adeta Türkiye’nin kaderi oldu. Her dört gencimizden biri işsiz…Milyonlarca insanımız iş arıyor. Kadınlar, büyük ölçüde çalışma yaşamının dışına itildi. Milyonlarca insanımız yoksulluk sınırının altında bir yaşam savaşı veriyor.
Sosyal yaşamımıza bakalım:
Genç boşanmalar çığ gibi. İş kazalarında Avrupa 1. si, dünya 3. sü olduk. Son 10 yılda 10723 işçi iş kazasında öldü. Terörden daha fazla… Kadına şiddet %1400 arttı. Hapishaneler tıka basa dolu.10-15 kişilik koğuşlarda 40-50 kişi kalıyor. İcra dairelerindeki dosyalarda patlama var.
Bu tabloya bakınca şunu rahatlıkla söyleyebiliriz,
İşsizlik bütün kötülüklerin anasıdır. İşsizlik, sosyal yaşamımızın temeline konulmuş pimi çekilmiş bir bomba gibidir. İşsizlik demokrasi için de ciddi bir risktir… Ekonomik özgürlüğü olmayanın, siyasal özgürlüğü de yoktur…
Bakınız izlenen ekonomi politikaları, finansal yatırımı, sanayi yatırımlarından daha karlı hale getirdi. Güçlü finansal aktörler ekonomileri yönetmeye başladı. Ve biz son 10 yılda, 328 milyar dolar faiz ödedik. 328 milyar dolar 10 GAP parası eder. Peki, GAP bitti mi? Takdir yüce milletin… İzlenen ekonomi politikası tarımı da çökertti. Ekip, biçip, üretmek yerine, borçla ithal etmeye başladık. 2003-2010 yılları arasında tarımsal hammadde ve gıda ithalatına ödediğimiz para 70 milyar 449 milyon dolardır.
Çiftçiye yılda 550 milyon lira mazot desteği veriyorlar ancak çiftçinin kullandığı mazottan 8 milyar lira vergi alıyorlar. Yani bir anlamda üretmeyin diyorlar. Oysa bu ülkede sosyal barışı sağlamanın yolu üreticinin korunmasından geçer. Bu ülkenin çiftçisi kazanmıyorsa, esnafı da kazanmıyordur. Biz herkes kazansın istiyoruz. İşsizlik son bulsun istiyoruz. Onun için biz üreten Türkiye diyoruz. Üreteceğiz ki istihdam yaratalım. Üreteceğiz ki, gönenç toplumunu yaratalım. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de aynı ilkeleri savunuyordu.
Şöyle diyordu Mustafa Kemal:
“Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkûmdurlar” Biz bu ilkeden yola çıkıyoruz, Üreteceğiz ve hakça bölüşeceğiz. Kimseye el avuç açmayacağız. Kendi coğrafyamızda ayaklarımızın üzerinde dik ve onurlu duracağız. Çünkü biz, alın teri dökeceğiz ve üreteceğiz.
Dış politikada Türkiye tarihinin en derin kırılmalarını yaşıyor. Batının egemen güçlerinin Ortadoğu’daki taşeronluğunu yapmak kabul edilemez bir olgudur. Tarihimize saygısızlıktır. Egemen güçler ateşi elleriyle tutmazlar, ateşi tutacak maşayı devreye koyarlar. Yurtta barış, dünyada barış diyen, bölgede saygınlığı olan bir Türkiye yerine, savaş dilini kullanan ve itibarsızlaşan bir Türkiye var. Ana muhalefet partisi lideri olarak bunları söylemenin zor olduğunu biliyorum.
Doğruların acı olduğunu da biliyorum. Ama bunları seslendirmek ve tarihe not düşmek benim görevimdir. 25 gündür bir uçağımızın nasıl düşürüldüğünü öğrenemedik. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Görüntü saygın bir devletten çok, bir aşiret devletine benziyor. Türkiye tarihinin hiçbir döneminde böyle bir açmazla karşılaşmamıştır. Komşularla “sıfır sorun” diye yola çıktılar. Şimdi kendimizi sorunların batağında bulduk.
Suriye’deki katliamlara karşıyız ve katliamcıları kınıyoruz… Kendi insanının kanını döken bir yönetim, tarihin her döneminde mahkûm edilmiştir. Suriye’ye barışın gelmesini isteriz, Suriye’de demokrasinin ve özgürlüğün olmasını isteriz, Uluslararası hukuk elvermediği sürece, yani Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları dışında Suriye’ye dışarıdan müdahaleyi doğru bulmuyoruz. Çünkü biz savaş istemiyoruz.
1 Mart tezkeresine de bu gerekçeyle karşı çıktık… Bundan bir yıl önce, hükümete bir çağrı yaptık. Türkiye’de bir uluslararası Suriye konferansının toplanmasını, o konferansa, Rusya, İran, Çin, Avrupa Birliği ve Suriye’den iki tarafın katılmasını ve soruna çözüm üretilmesini istedik. Ama bizim bu çağrımız iktidar tarafından kabul görmedi. Bizim çağrımızı bir yıl sonra Rusya gerçekleştirdi. Bizim çağrımızın gereği yapılsaydı, Türkiye bölgede sözü dinlenen, olaylara objektif bakan, saygın bir ülke olurdu.
Dış politika söylemde ve eylemde çifte standardı kaldırmaz. Suriye’de kan akıyor diye savaş çığırtkanlığı yapacaksın, daha sonra soykırım yapmakla suçlanan ve uluslararası yargının mahkûm ettiği Ömer El Beşir’i Türkiye’de ağırlayacaksın. Bu Türkiye’nin uluslararası camiadaki saygınlığına büyük gölge düşürmüştür. Dış politikada tutarsızlık bununla da sınırlı değil. İç politikada İsrail’i düşman gibi gösteriyorsun ama İsrail’i korumak için Malatya Kürecik’e radar sistemini kuruyorsun. İlk kez Rusya ve İran sıcak bir çatışma halinde ilk vuracakları yerin Kürecik olduğunu açıkladılar. 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasından bu yana ilk kez İran’dan tehdit almaya başladık. Irak yönetimi açıkça Türkiye yönetimini eleştiriyor ve içişlerimize karışma diyor. Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Doğu Akdeniz’de zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına ulaştı. Sözde bu bir savaş nedeniydi ama Obama’nın bir telefonuyla hiçbir şey olmadı. Türkiye bugün, enerjide Rusya’ya %60 oranında bağımlıdır.
Dış politikada, ekonomide, bütün yumurtalar aynı sepete konmaz. Allahlık bir Dışişleri Bakanımız var, sözde Rusya’yı izole edecek.
Tarihe bakınız, savaşlar çoğunlukla enerji kaynakları nedeni ile çıkmıştır. 2035 yılına kadar dünyanın enerji talebi %35-40 artacaktır. Türkiye’nin önümüzdeki 20 yılda 280 milyar dolarlık yeni enerji yatırımlarına ihtiyacı var. Doğu Akdeniz’de tökezledik, Suriye, Irak, İran ve Rusya ile ilişkilerimiz sorunlu. Karadeniz’de Türkiye’nin ekonomik sahasında, güney akım doğalgaz boru hattının geçmesine izin verdik. Putin “Türkler bize yılbaşı hindisi verdiler” diye sevindi. Ve biz sorunlarımızla baş başayız. Bu dış politika, stratejik derinliği değil, stratejik boğulmayı getirdi. Kaddafi’nin elinden hem ödül alacaksın, hem de linç edilmesini alkışlayacaksın… Bu Türkiye’nin itibarına gölge düşürmüştür… AB sürecinde, geldiğimiz nokta ise gerçekten dramatik.
Gittikçe otoriterleşen, özgürlükleri askıya alan bir yönetim anlayışı ile karşı karşıyayız. Demokrasi bir lütuf değil, insanoğlunun bedeller ödeyerek kazandığı bir haktır. Demokrasi ahlaki çöküntü kabul etmez, demokrasi yolsuzlukları kabul etmez, demokrasi etik değerler üzerinde yükselir ve derinlik kazanır. Demokrasi aynı zamandan yöneticilerin halka hesap vermesi demektir. Bu amaçla biz parlamentoda kesin hesap komisyonunun kurulmasını ve komisyon başkanının da ana muhalefet partisinden olmasını istedik. Türkiye’de demokrasi karnemiz zayıftır, kırıktır.
Yasama, yargı ve yürütme arasındaki denge bozulmuş, yürütme organı yasama ve yargıyı adeta denetimine almıştır. Yargıya, adalete güven büyük ölçüde sarsılmıştır. Halkın oylarıyla seçilen milletvekillerinin hapiste tutulmaları bir demokrasi ayıbı olarak karşımızda durmaktadır. Gazetecileri, yazarları, bilim insanları, sanatçıları hapiste olan bir ülke özgür değildir. Silivri toplama kampı gerçeğini önce biz dillendirdik. Artık bütün dünya orada önyargılı bir mahkeme olduğunu biliyor. Orada adalet değil, adaletsizlik dağıtılıyor.
Yargıçlar, sanıkları hasımları olarak görüyor. Orada görülen, özgürlüğün kan davasıdır. Yüzyılın soygunu olarak adlandırılan deniz feneri davası yargılanacak mahkeme bulamamaktadır. Hırsızların değil, hırsızlık yapanları sorgulayanların sorgulandığı, yargılandığı bir süreci yaşıyoruz. Siyasallaşan yargı, yargı değildir. Toplumun vicdanı bunu kabul etmiyor.Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, artık adamına göre, güce göre mahkeme dönemi başladı…Sıkıyönetim – DGM – Özel Yetkili Mah. – Terörle Mücadele Mahkemesi… Al birini vur ötekine…
Türkiye’nin işsizlik kadar yakıcı bir diğer sorunu da terördür. Adına ne dersek diyelim, İster Kürt sorunu, İster Doğu ve Güneydoğu sorunu, isterse terör sorunu diyelim, Türkiye’nin derinleşen ve binlerce vatandaşımızın hayatına mal olan bir sorundur.
Önce şu gerçeği vurgulamak isterim: Siyaset sorunlardan nemalanma değil, sorunları çözme sanatıdır. Sorunların derinleşmesi, çözümsüz kalması, Türkiye’nin daha totaliter bir yapıya dönüşmesine yol açmaktadır.
Bu sorunun çözümü ile ilgili olarak, yol haritamızı ortaya koyduk. Toplumun tüm kesimlerinin bize destek vereceğine inanıyorum. Can alıcı kronik sorunlarla siyaset uğraşmazsa, siyaset o sorunları çözmeye çalışmazsa, vatandaş bunun bedelini hayatıyla ödemektedir. Bunun sorumluluğu siyaset kurumuna aittir. Biz CHP olarak bu coğrafyada herkesin barış içinde yaşamasını istiyoruz. “Analar ağlamasın” diye samimi bir dil kullanıyorsak, bunun gereğinin de yapılması gerekir. Ben buradan bütün şehit annelerine sesleniyorum ve onların ellerinden öpüyorum. Bize destek verin, CHP olarak biz bu sorunu demokrasi, insan hakları, özgürlük bağlamında çözeceğiz. Sorunun zor olduğunu biliyorum, Çözümün de zor olduğunu biliyorum. Ama dünyada çözümsüz sorun yoktur. Beceriksiz ve sorundan korkup kaçan siyasetçi vardır. Sorunun bedelini halka çıkaran siyasetçi vardır.
Son olarak Anayasa konusuna değinmek istiyorum, Özgürlüklerin askıya alınması, Medya üzerindeki baskılar, Yargının siyasal otoritenin emrine girmesi, Yolsuzluk yapan ihaleye fesat karıştıran milletvekillerine dokunulmazlık verilmesi, Üniversitelerin, susturularak ortaçağ medreselerine dönüştürülmesi, Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin susturulması,Laikliğin ve Sosyal devletin içinin boşaltılması, Özel yaşamın gizliliği kuralının ihlal edilmesi, Atatürk’ün vasiyetinin ayaklar altına alınarak Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun devlet dairesine dönüştürülmesi, Hiçbir CHP’linin kabul edeceği uygulamalar değildir. Türkiye’nin özgürlükçü, demokratik bir anayasaya ihtiyacı var. Gerçek anlamda laik demokratik bir sosyal hukuk devletine ihtiyacımız var… AKP izlediği politikalarla “laiklik” sanki utanılacak bir durummuş gibi bir algı yaratılıyor. Laiklik din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır. Devletin tanımlı bir inancı olmaz. Devlet vatandaşının inancına saygılı olmak zorundadır…Biz böyle bir anayasanın hayata geçmesi için çaba harcıyoruz ve bu çabamızı sonuna kadar götüreceğiz.
CHP olarak iki yılda çok şey yaptık… Cinsiyet kotası % 33, Kadın delege sayısı bu kurultay’da 4 kat arttı. % 10 gençlik kotası, 35 alanda 112 rapor, Yurt dışı örgütlenmede önemli adımlar atmaya devam, Parti okulu açıldı… Kimse diyemez ki CHP üretmiyor… Projeleri yok… Hayal proje AKP – İnsana dokunan proje CHP Kendimize güveniyoruz… Dünyayı biliyor ve yakından izliyoruz… Aydınlar, sanatçılar, yazarlar, emekçiler, çiftçiler, alın teri döküp risk üstlenen, rekabet eden yürekli sanayiciler, üniversitede ter döken hocalar… Cesur olun…
Yürekli olun… Tarih sizin cesaretinizi yazacaktır… Bedel ödemekten korkmayacağız… Aydın sorumluluğu içinde AKP karanlığına karşı mücadele edeceğiz… Hani koca Nazım diyor ya… Sen yanmasan ben yanmasam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa… Aydınlık bir Türkiye’yi ellerimizle kuracağız… Özgürlüğün şafağı CHP iktidarında doğacaktır… Ve bizler bir Çınar gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçe yaşayacağız…”
© Tüm hakları saklıdır.