T24 - Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın, Taraf'ta "Keşfin yeniden icadı ya da demokratikleşen bilim" başlığıyla yayımlanan (24 Aralık 2011) yazısı şöyle:
Bir ışık-gölge oyunu gibi geçiyor hayatın içinden. Onu görebiliyorum. Henüz akların yumuşatmadığı siyah sakalları ve bembeyaz teniyle, vaktiyle Pisa Üniversitesi’nde dersini verdiği o tılsımlı sanatı andırıyor çehresi; chiaroscuro konuşuyor, chiaroscuro düşünüyor. Biraz da böyle ışıklı gölgeli konuşup düşünebilmesi sayesinde, resmin geometrisiyle uğraşmayı çoktandır bıraktı; artık Padua’da aklın geometrisini çalışıyor, matematik öğretiyor ve verdiği her molada tefekkürle gökyüzüne dikiyor gözlerini.
Otuz üç yaşında. Güneşi kâh susup kâh şakıyarak etrafımızda dört dönen bir hanende, ayı ise ışığı kendinden menkul kristal bir küre olmaktan kurtaracağı, kendi deyişiyle, “dünyayı göklere çıkarıp,” evreni merkezsiz bırakacağı, bütün bunların kefaretini de evhapsinde ödeyeceği kırk beş yılı daha olduğunu bilmiyor henüz. Toscana Dükü İkinci Ferdinando de’ Medici’ye “mütevazı köleniz ve sadık tebanız” diye imzalayacağı büyük eseri Dialogo dei due massimi sistemi del mondo’nun (İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog) notlarını tutmaya yeni başlamış; aklı her şeyden çok med-cezirde o sırada, denizlerle gökler arasındaki cilveli ilişkinin esrarını çözmeye çalışırken, keşfinin kendisini de değiştireceğini sezdiği için olsa gerek, “Kim daha yükseklerdeki bir noktaya ulaşmayı hedeflerse, kendini o denli farklı kılmaya çalışır” diye yazıyor bir köşeye.
Medcezir üzerine yazmak istediğinde ise, bir eli diğerini tutuyor. Sonra oturup, kısa bir mektupta, kendisini anlayabileceğini hissettiği yegâne insana itirafta bulunuyor: “Sizin gibi daha çok insan olsaydı, düşüncelerimi yayımlamaya cesaret ederdim. Olmadığına göre sessizliğimi koruyacağım.”
Yirmi yedi yaşındaki meslektaşı ise hiç geciktirmediği cevabında, belki biraz da gençliğin cevvalliğiyle cesarete davet ediyor onu: “Hareket ettiklerini hissetmedikleri için, her an hareket halinde olduklarına bir türlü inanmayanlar sadece sizin İtalyanlarınız değil; Almanya’daki bizler de bu fikre hiç sıcak bakmıyoruz. Ama kendimizi güçlüklerden korumanın yolları var, aziz dostum… İyimser olun ve görüşlerinizi herkese açıklayın. Eğer yanlış düşünmüyorsam, Avrupa’daki seçkin matematikçilerden pek azı bizlere karşı çıkacaktır. Gerçeğin kudreti o denli büyük.”
Duvara karşı dev bir fırsat...
Nerede durduğumuzu, daha doğrusu nerede döndüğümüzü bize öğreterek insanlığın en büyük zihinsel devrimlerinden birine imza atan Galileo Galilei ile Nicholas Kepler’in, 1597’deki yazışmalarını okurken, dört küsur asır öncesinin bugün bulunduğumuz yere ne kadar uzak ve tuhaf biçimde ne kadar da yakın olduğunu düşündüm. Kopernik’in kendilerinden yüz elli yıl önce açtığı yolda, o yolu değiştirerek yürümek isteyen iki genç bilimadamının birbirlerine duydukları ihtiyaç, rekabetlerini besleyen hırstan bile daha güçlü, kibirlerini bileyen zekâdan bile daha keskindi. Hiç yıkılmayacak gibi görünen bir duvarı yıkmaya girişen herkes bu ihtiyacı bilir. Hayata ilişkin algımızı ve haliyle de hayatımızı değiştirmeye niyet eden bir cüret, her devirde yeni suç ortakları arar kendine.
İnsanı “suç ortaklığına” kışkırtan bir kitap okuyorum şimdi. Dokuz yaşındaki kızımdan bana yaşgünü hediyesi. İçine, gençliğini ele veren harflerle “Çünkü ben de bilimi seviyorum” yazmış. Kitabın adı, Reinventing Discovery: The New Era of Networked Science (Keşfi Yeniden İcat Etmek: Ağlı Bilimin Açtığı Yeni Çağ). Yazarı, 1974 Avustralya doğumlu, Kanada’da mûkim fizikçi Michael Nielsen, Galileo’yu, Kepler’i anlatmıyor ama beni kütüphanemin eskileri arasında eşindirmeye yeten çarpıcı bir tezi var: “Galileo’nun, Newton’ın ve çağdaşlarının en büyük mirası çağ değiştiren buluşlar değil, bilimsel keşif yönteminin kendisi, tabiatın nasıl işlediğini anlamanın yoluydu.
On yedinci yüzyılın başında, en ufak bilimsel ilerleme bile sıradışı bir deha gerektiriyordu. Dönemin bilimadamları, bilimsel keşfin yöntemini geliştirmekle, on yedinci yüzyılın sonunda bu tür bilimsel ilerlemelerin seri imalata dönüşmesini, her ciddi bilimsel araştırmadan beklenen doğal bir sonuç haline gelmesini sağladılar. Önceleri deha gerektiren şey rutinleşti ve bilim patlama yaptı.”
Nielsen, bilimsel ilerlemenin gündelikleşmesine ilişkin asıl büyük sözünü ise o güne değil, bugüne dair söylüyor:
“Keşiflerin yapılış yolunu ilgilendiren iyileştirmeler, tekil bir keşiften çok daha önemlidir. Bunlar, insan aklının tabiatın yeni âlemlerine açılmasını sağlar. Bugün elimizdeki online araçlar, bize keşiflerin yapılış yolunu iyileştirmemiz için, modern bilimin ilk günlerinden beri görülmemiş büyüklükte yeni bir fırsat sunuyor. Ben bilim sürecinin –keşiflerin gerçekleşme biçiminin– önümüzdeki yirmi yıl içinde, son 300 yıldakinden daha fazla değişeceğine inanıyorum.”
Bir problemim var, gelin çözün
Nielsen, kendi kuşağının en önemli fizikçilerinden, özellikle de kuantum bilgiişleminin sayılı uzmanlarından biriyken, 2007’de çok daha “sosyal” bir alana kayıp, “bilimsel işbirliğinin yeni araçlarını” araştırmaya yönelmiş. Bu araştırmanın ürünü olan Reinventing Discovery, dünyanın farklı yerlerinde farklı akıllara düşen farklı fikirlerin, yakın bir geçmişe dek düşünülemeyecek kadar hızlı bir şekilde karşılaşıp, bu karşılaşmalarda çatışıp, eşleşerek birbirleriyle sınandıkları, sınandıkça da dönüşüp çoğaldıkları birçok projeye tanık ediyor okurunu.
Bunlardan biri, “matematiğin Nobel’i” sayılan Field Madalyası sahibi, Amerikalı Tim Gowers’ın başlattığı Polymath Projesi. Gowers, 2009 başında, kişisel blogunda o güne dek çözülmemiş bir problemi yayınlayıp, “Bunu çözmeme yardım edin” demiş. (Hales- Jewett yoğunluk teoreminin kanıtlanmasını ilgilendiren problemi ben burada yazmayacağım ama Nielsen, kitabın ek bölümünde, meseleyi sadece matematikçilerin değil, sudoku meraklılarının da anlayıp eğlenebileceği bir üslûpla anlatıyor.) İlk yedi saat boyunca, Gowers’ın blogunda çıt çıkmamış. Sonra British Columbia Üniversitesi’nden bir profesör problemde varyasyon önermiş.
On beş dakika sonra, Arizona’dan bir lise öğretmeni devreye girmiş. Üç dakika geçmeden, Kaliforniya Üniversitesi’nin Los Angeles kampusundan yine “Fields Madalyası” sahibi bir matematikçi olan Terence Tao, problemin muhtemel çözüm yolu üzerine yorum yazmış. İzleyen otuz yedi gün boyunca, yirmi yedi kişi, toplam yüz yetmiş bin kelimelik, sekiz yüz ayrı matematiksel yorumda bulunmuş.
Nielsen bu yorumları okurken, matematikçilerin hatalı çıkışlarını, yanlış dönüşlerini ama bir yandan da birbirlerine hızla doğru yolu göstermelerini adım adım izleyebildiğini söylüyor; “Birden tartışmanın ortasında şafak sökermişçesine bir içgörünün belirdiğini, çözümün usulca doğduğunu gördüm.” Gowers ise normal bir araştırmayla Polymath sürecini kıyaslarken, “ikincisi araba kullanmaksa, ilki arabayı itmek gibi” diyor; nitekim Polymath katılımcıları, otuz yedinci günde baştaki problemi çözmekle kalmamış, onu kapsayan daha karmaşık bir problem üretip, onu da çözmüşler. O günden beri internette bir düzine Polymath projesi daha başlatıldığını, yüzden fazla matematikçinin birlikte problem çözdüklerini yazıyor Nielsen.
Şu mavi duman da neyin nesi
Polymath Projesi’nde elde edilen şey, bir bilişsel (cognitive) araç. Kollektif aklın büyüteç altına alınmasına benziyor bu; bir bilimci için büyük talih gerektiren, çoğu tesadüflere dayanan “evreka” anları, bu online araç sayesinde, kısa zamanda çok yoğun karşılaşmalarla çoğalıp, sıklaşabiliyor. Reinventing Discovery, Polymath Projesi ve benzerlerindeki esas kazanımı, “bilimcilerin birlikte bilgi üretmesinin etkinleşmesi” olarak nitelendiriyor. Online bilişsel araçların bir başka önemli katkısı da, Nielsen’ın “bilimcilerin bilgide mânâ bulması” dediği beceriyi dramatik biçimde arttırması.
2000 yılında Bill Clinton ile Tony Blair’in “bütün çağların en özel günü” diyerek dünyaya duyurdukları Genom Projesi’ni hatırlayın. İnsanlığın gen haritasının çıkarılması diye özetleyebileceğimiz bu proje, genetik kodlarımızın birbirinden nasıl farklılaştığını ortaya koyan haplotip haritanın (HapMap Projesi) tamamlanmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı.
Bu isimler, benim gibi konunun yabancılarına pek bir şey ifade etmiyor belki, ama biri çıkıp bize, mesela diabet, kanser, depresyon gibi marazlara genetik olarak yatkın olup olmadığımızı anlatacak olsa, çoğumuzun pür dikkat dinleyeceğinden eminim. Bu tür öngörüleri mümkün kılan şey de işte, gen haritaları. Amerikan Biyoteknoloji Merkezi’nin işlettiği online GenBank sitesi, milyarlarca insanın DNA verisini içeren bir gen haritasını, dünyanın herhangi bir yerinde bilgisayarınızdan indirip, üzerinde algoritmik inceleme yapmanıza olanak veriyor. Tek bir genetikçinin parmakları aynı anda neredeyse bütün insanlığın kromozomlarına dokunabiliyor artık.
Ama online bilişsel araçlar sadece bilimcilerin bilgi üretim sürecini hızlandırıp, bilgide mânâ bulmalarını kolaylaştırmakla da kalmıyor Nielsen’a göre, bilimle toplumun ilişkisini güçlendiriyorlar. “Bilim demokratikleşiyor” ve Nielsen’ın “yurttaş bilimciler” dediği yeni bir insan türü doğuyor.
Bu süreci en iyi örnekleyen proje, “Galaxy Zoo.” İnternet sitesine gidin, bunun mükemmel bir isimlendirme olduğunu göreceksiniz. Sahiden de, galaksilerden oluşan bir nevî hayvanat bahçesi burası. Vaziyeti kavramak için, biricik dünyamızın bulunduğu güneş sisteminin, 200 ile 400 milyar arasında yıldıza sahip olduğu tahmin edilen Samanyolu’nun küçücük bir parçası olduğunu hatırlamalıyız önce.
Ardından, evrende, Samanyolu gibi 500 milyar galaksi bulunduğunu not düşüp, derin bir nefes almakta yarar var. “Galaxy Zoo,” bu çılgın kalabalığa göz atıp, mümkün olduğunca çok galaksi hakkında mümkün olduğunca çok gözlem yapabilmek için 2007’de kurulmuş bir site. Başlangıçta bir milyon galaksiyle çıkmışlar yola. Sitenin ziyaretçilerini, galaksilerin mesela ne zaman “spiral” ne zaman “eliptik” olarak adlandırılacakları gibi konularda eğittikten sonra, “Hadi bakalım” demişler, “Buyrun galaksileri sınıflandırın.” Sitenin kurucuları, bir milyon galaksinin sınıflandırılmasının en az iki yıl alacağını sanırken, ilk 24 saatte 70 bin sınıflandırmaya ulaştıklarını, ilk bir yılda da, dünyanın her yerinden yüz elli bin “yurttaş bilimci”nin elli milyondan fazla galaksiyi sınıflandırdığını görmüşler. Sitenin, bugün 200 bin gönüllü astronomun imzasını taşıyan 150 milyon sınıflandırılmış galaksisi var.
O gönüllülerden biri, yirmi beş yaşındaki Hanny van Arkel. Hollandalı bir ilkokul öğretmeni olan Hanny, 7 Ağustos 2007’de tesadüfen rastladığı bu “hayvanat bahçesini” sevmiş, talimatları okumuş, galaksilerin çeşitlerini öğrenmiş ve onları tek tek sınıflandırmaya başlamış. Birkaç gün sonra, incelediği galaksilerden birinde bir tuhaflık farketmiş: “Bu mavi duman bulutu da neyin nesi?” Soruyu siteye yazmış ama nafile. Cevabı kimse bilmeyince, Kanarya Adaları’ndaki William Hershel Teleskobu girmiş devreye; mavi bulutla Dünya arasındaki mesafe, bulutun eteğine tutunmuş gibi göründüğü galaksiyle Dünya arasındaki mesafeye eşit olarak ölçülmüş.
Buradan da, bizim bulutun ya da bilim dünyasındaki ismiyle, “Hanny’s Voorwerp”ün (Hanny’nin Nesnesi) on binlerce ışık yılı çapında olduğu hesaplanmış. Nielsen, astrofizikçilerin hâlâ hemfikir olmadıklarını yazsa da, üç yılı aşan uluslararası çalışma sonunda mavi dumanın insanın keşfettiği ilk “kuasar aynası” olduğu tezi çok güçlü. Kuasarlar, benim gibi internet üzerinden galaksiler arası bir yolculuğa çıkarsanız öğreneceğiniz üzere, evrenin derinliklerindeki, bizden belki 10 milyar ışıkyılı kadar uzak gökadalara deniyor. Bu gökadalar, merkezlerindeki karadeliklerin çekim gücüne kapılan maddenin ısınıp ışıması sayesinde pırıl pırıl parlıyorlar. “Yurttaş bilimci” Hanny’nin bulduğu şey de, öyle görünüyor ki, kuasarın kendisi değil ama aynası, yani ışığını bir kuasardan alan dev bir gaz kümesi.
Bildiklerinizi paylaşın efendiler
Reinventing Discovery’de online bilişsel araçlar sayesinde yapılan nice keşfi sahici bir heyecanla anlatan Nielsen, ileride bilim tarihinin “internet öncesi” ve “internet sonrası” diye ikiye ayrılacağından emin. Camiasına da bir çağrısı var: “Bilimi demokratikleştiren paylaşım ağlarını destekleyin.” Mesela, Genom Projesi, başlangıç anlaşması gereği, bütün bilimcileri ellerindeki genetik verileri paylaşmaya zorlarken, grip virüsünün genetik verilerinin paylaşılması, bilim camiasının bazı “hasis ve hırslı” üyelerince engelleniyor bugün. Çareyi, online paylaşımın devletler ve akademiler tarafından özendirilmesinde buluyor Nielsen. Meslektaşlarına, “Bilginin yapılandırılma biçimini değiştirme fırsatı var elimizde, frene basmayın” diye seslenirken, biz okurlarından da evrenin ve bedenimizin sırlarına ermemizi sağlayacak kaynaklara ısrarla sahip çıkmamızı talep ediyor.
Galileo’yu hatırlıyorsunuz ister istemez. 1632’de İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog kitabını tamamlayıp, kendisini delalet suçundan mahkûm edecek olan Engizisyon’un önüne bırakırken, “Siz, gerçeklere sevdalı okur” diye seslenmemiş miydi o da: “Bu kitapta haz duyulacak büyük bilgilere ve coşku kaynaklarına rastlarsanız, bu kaynakları kendinize ait sayınız."