Gündem

'Kendini arayanların' kendilerini kaybettiği bir boşluktayız

'Erdoğan ve oğlu arasında geçtiği 'iddia edilen' ses kayıtlarını dinlerken, her şeyden öte bir şey daha kulağımı tırmaladı'

03 Mart 2014 19:42

Muhtemel ihtimaldir ki, bu yazı yayımlanmak üzere T24’e gönderilip, orada yayımlanacağı günü bekleyeceği süre zarfında, Türkiye’nin hal-i pür melaline dair ne zamandan beridir yaşanılan gelişmelere, yeni birçok şey daha eklenmiş olacak. Yayınlanan ses kayıtlarından da anlaşıldığı gibi, ülkenin başındaki ‘şansölye’ ve onun yakın çevresinin, abartısız bir şekilde, merkez bankası işlevine soyunduklarını görmüş olduk. Nihayetinde, Cemaatin ya da onu vitrine koyarak böyle bir intiba oluşturanların servis ettiği bu görüşmelerin, dip-bucak pisliğe batmış bir hükümetin icraatlarını gözler önüne sermesi, ‘acı’ ama bir o kadar da önemli bir takım gelişmelere vesile oldu ve daha da olacak gibi.

 

Aynı yağmurun altında ıslananlar

 

Ama insanın artık ne bunları ne de sonrasında gelecekleri konuşmaktan, tabiri caizse tükürüğü kurudu. Öyle ki, dünyanın bir başka yerinde değil bunların tamamının, milyonda birinin dahi şüphe eksenli bir şekilde dile getirilmesinin, ne denli büyük alt-üst oluşlara neden olduğunu çok iyi biliyoruz. Emin olun ki, siyaseti ve siyasetçilerinin bu denli terbiyeden yoksun olduğu bir ülkede, bunların sıradanlaştırılması da an meselesi olacak. Çünkü bu ülkenin insan ‘malzemesi’, o gözlerini diktiği büyük ülküler uğruna, kendinden olanın yapıp ettiği haksızlıları görmezden gelecek denli, içinde bulunduğu yaşamı önemsizleştiren, omurgasız bir atmosferi soluyarak yoğruldu. İşte tam da bu nedenden ötürü, insan olmanın ‘özneliğini’ değil de, bu özneliği onların elinden çalanların ‘nesnesi’ ve ‘malzemesi’ olmaktan da bir türlü kurtulunamadı.

Hal böyle olunca, her biri bir ‘ideolojinin bataklığına saplananların’, bırakın yaşanan bunca rezilliğin hesabını sormayı; tersine, onlara bunu reva görenlerin eteklerine daha bir sıkı tutunduklarını görüyoruz. Nedeniyse, düne kadar ‘muhatap alınmama travması’ yaşayanların, AKP’ye eklemlenerek, bu travmalarını iktidar halısının altına süpürmek gibi farklı bir hastalığa davetiye çıkarmalarından geliyor. Böylece, Türkiye’de artık gazeteciliğin de bilim insanlığının da pul kadar bir kıymetinin kalmaması, tamamen bu çürümüşlük ve hastalığın ürünü olmuştur.

Ya bizim suçumuz! Onlar hep birlikte bu yolları arşınlayıp, aynı yağmurun altında ıslanırken, neden bir kez olsun da birimiz çıkıp ‘gün gelecek bu yağmurun altında üşütüp hastalanacak ve bu hastalıklarını da başkalarına bulaştıracaklar’ diyenleri bir kez olsun dinlemedi! Şimdi artık ‘zaman’, tıpkı o şiirdeki gibi ‘göz kırpıp usulca telaşına, homurdanarak çekip gitmekteyken’ … ‘avunmak elbette kolaydır’ demekten başka elimizde ne kaldı, söyler misiniz? Artık her şey olup biterken, hangi tahlil, hangi yorum ve hangi öngörünün doğruluğu bizi paklayabilir? Kimse kusura bakmasın, suçüstü yakalanmalarına rağmen, halen büyük bir pişkinlikle millete ar-edep dersi veren ve aman ‘barış süreci tehlikeye giriyor’ diye, barışı ellerinde rehin tutanların sözlerine itibar edenlerin, artık ne onurla ne de haysiyetle uzaktan yakından bir alakası kalmıştır. Eğer o ‘barış’ bütün bu onursuzlukların üzerine inşa edilecekse, lanet olsun ona da onu getirenlere de!

 

Hangi ‘Allah’!’

 

Erdoğan ve oğlu arasında geçtiği ‘iddia edilen’ ses kayıtlarını dinlerken, her şeyden öte bir şey daha kulağımı tırmaladı: O da Bilal’in, birkaç yerde ‘İnşallah’ ve ‘Allah’ın izniyle’ yönündeki sözleriydi. Sonra nedense aklıma, Ebuzer el Gıfari, Seyyid Nesimi ve Bilal-i Habeşi geldi. Neden mi? Ebuzer ile ilgili kısma daha önce Taraf Gazetesi’ndeki bir yazımda (Ey devlet, gücün ancak namuslulara yeter!) değindiğim için yeni bir tekrara girmeyeceğim. İsteyenler oraya bakabilir. Gelelim Nesimi için anlatılan hikâyeye… Tevatüre göre Nesimi’nin, birazdan derisini yüzecek olanların suratına ‘sizin Allah’ınız benim ayaklarımın altındadır’ sözlerini söylemesinden ötürü ayakları kaldırılıp, altına bakılınca, yerde ‘bir demir akçenin’ olduğu görülür. Müsaadenizle, bundan sonrasında artık Bilal’e seslenmek istiyorum!

“Babanla aranda geçtiği ‘iddia edilen’ (-ki ben bunun iddia olduğunu hiç düşünmüyorum) kayıtlarda sen söyledin biz ise dinledik. Demin de ifade ettiğim gibi, yer yer Allah’ın adını anıyordun! Bunu bir camide dua ederken değil, yiyecek bir lokma ekmek ve başını koyacak bir evi olmayanların ülkesini yöneten babana karşı söylemekteydin. O insanlar ki, sığınacak bir ev bulmazken, sen kim bilir belki hala o sıcak paraların kokusunun sindiği evde huzur içinde yaşıyorsundur. Muhtemelen adını da, Hz. Muhammed’in ilk sahabelerinden olan Bilal-i Habeşi’den aldın. Hani, çektiği onca işkenceye rağmen İslam’dan geri dönmeyen ve ezanı ilk okuyan kişi olarak, insanları Allah adına namaza davet eden o sahabeden! Buraya kadar geldinse eğer, Nesimi’nin hikâyesini de okumuşsundur. O inandığı Allah için canını vermekten, sen ise ortak olduğun suçta sürekli onun adını anarak, o münezzeh varlığı kirletmekten bir an olsun geri durmadın. Sahi sen ‘şirk’ nedir bilir misin? Otur şimdi bir düşün. Ama unutma sakın, senin o Allah’ın ile yoksul Habeşli Bilal’in arş-ı alaya adını bıraktığı Allah aynı Allah değil. İşte o Ebuzerler ve Nesimiler, o yoksulun adını andığı Allah için canları vermekten bir an olsun geri durmadılar!

Benim sen ve senin gibilerin emrine amade kılınmış ne gazete ve kanallarım, ne de kiralık kapı kulu kalemlerim var. Bir yazının sınırları içerisinde, meramıma ancak şimdilik bu kadar yer verebiliyorum. Çünkü biliyorum ki, ‘kul hakkı yemek günahtır’ Bilal! O nedenle, okuyucuların göz hakkını da gözetip, söyleyeceklerimi şimdilik bitiriyorum. Sana son sözüm şudur ki; ‘Bir zamanlar babanın telefonuna yazdığın açılış mesajını (Mağrur olma!) şimdi oturup bir kez daha düşün. Çünkü ‘sizden daha büyük bir Allah var!”