Rumet Serhat
Bu yalan dünyada, ebeveyn-evlat sıralamasında yaş esas alınır diye umarsak, ortalama her ailenin her evladı için ebeveynini kaybettiği an zaman durur, hayat anlamını kaybeder, evlat içine çekilir, "Neden ben" diye ve "Daha zamanı vardı" diye düşünür. Bu önce kendini, daha sonra etrafı, dünyayı suçlama süreci ortalama iki yıl sürer. İki yılın sonunda kişi yeniden toplumla bütünleşmiş, hayata veda etmiş ebeveynini hafızasında bir köşeye yerleştirip, bu durumu hayatın bir döngüsü olarak kabul edip, gündelik hayatına devam etmektedir.
Bir de benim ve benim gibi sayıları bir ülke için utanılacak çoklukta olan insanlar var. Bizler daha ergenliğe bile girmeden babaları devletin "âli menfaatleri uğruna" siyasi cinayetlerle katledilen, arka planında para, rant, karışık ve karanlık ilişkiler döndüğünü de anlamak zorunda bırakılan çocuklardık. Medyada da siyasi cinayetleri "bu ‘vahşilerin' (o zamanlar kötülemek için bile Kürt kelimesini medyada kullanmak sıkıntılıydı) kendi iç çekişmesi" diye lanse ettirip, vatandaşına da "su testisi su yolunda kırıldı", "zaten bilmem nereliymiş" sözleriyle kendisini temize çekmeye çalışan zorbaların ve yarattıkları kaypak bir sistemde var olmaya çalışan insanların olduğunu daha çocuk yaşta görmek zorunda kalan çocuklardık.
Tüm bu çocukların acı hikâyelerinin her biri karanlığın ayrı bir tonu; bazıları babalarını hiç görememiş, hiç hatıra edinememiş oldukları için daha da yaralılar. Gerçi benim, kendilerinin babaları ile ilgili hatıraları olmasa dahi, babalarının hayattayken çocuklarıyla ilgili en güzel hatıraları vermiş olduklarına inancım tam.
Ailemle ilgili güzel hatıraların yanı sıra 27 yıldır silemediğim hatıra ise babam Medet Serhat ile annem Yurdanur Serhat'ın, 1994 yılında, 11 Kasım'ı 12 Kasım'a bağlayan gecede, aile dostlarımızın düğününden dönerken arabanın içinde otomatik silahla saldırıya uğramaları. Saldırıdan kısa bir süre önce araba seyir halindeyken babam anneme, "Kendimi iyi hissetmiyorum" demiş ve kemerini çözüp, başını annemin dizlerinin üzerine koyup uyumaya başlamış. İzninizle bu kısmı annemin anlattığı şekliyle yazmak istiyorum:
"Solumuzdan bir araba kaldırımın üstünden gidiyordu. Noyan Sokağı'na dönecektik, araba önümüzde durdu. Dönemedik, takım elbiseli, yelekli, saçları düzgün kesilmiş, filinta gibi bir adam ön kapıyı açtı. Bir adım attı, tak, tak diye iki kurşun sıktı şoföre. Saniyelik oluyordu her şey. Hiç uyanmadı Medet. Uykudan ölüme geçti. Katil, ‘Yaktım çıranızı' diye bağırıyordu. Ben ellerimi Medet'in başına doğru kaydırdım. Yağmur gibi kurşunlar geliyordu. Medet'in başına doğru ateş ediyordu özellikle. At at bitmiyordu. 3,5,10... Şoför ölmüştü, arabanın da kapısı açık. Koşarak kaçtı, arkada iki kişi daha vardı. Katil gittikten sonra hemen Medet'in yaşayıp yaşamadığını anlamak için eğildim, nefes alıyor mu diye baktım. Şakağından kurşun girmişti. O hep geç kalan polis bu kez iki dakika geçmeden geldi. ‘Kurtarın' diye bağırıyordum. Parmağımdan giren kurşun yüzünden kapıyı açamıyordum. Medet'i de bırakamıyordum. Ekipler kapıyı açtı. ‘Yürüyebiliyor musunuz' diye sordular. Yürüyerek polis minibüsüne bindirdiler."
Annemin bedenine o gece 14 kurşun isabet ediyor. Safra kesesi, dalağı, midesinin dörtte üçü yok... Kalbinin iki milim altından geçmiş kurşun, ince bağırsakta sekiz delik. Kalınbağırsağından da 12 santim almışlar...
Tabii, konuları açtıkça daha da ağır travmalar karşıma, karşımıza çıkıyor. Bu katliamlarda mağdur edilen herkesin yanında destek olacak en az bir yakını vardı; annesi, abisi, ablası, amcası, dayısı vardı. Kendi durumumu düşününce… 16 yaşındaydım ve üniversiteye hazırlanıyordum. Annem ile babamın eve dönmesini beklerken bir anda eve 10'un üzerinde sivil polis gelmişti. Bir bilinmezlik içinde olan biteni anlamaya çalışırken en yakınım iki metre uzaktaki karşı dairedeki İdayet Abla'ydı. Ama İdayet Abla da aramızdaki mesafeyi mevcut sivil polis kalabalığından dolayı aşamıyordu. Hiç bilgi verilmiyor, babamın kim olduğu, annemin kim olduğu soruluyordu sadece. Bir kısmı benimle aynı soruları sorup, aynı cevapları alırken sürekli rutin değişiyor, daha da afallıyordum. Zihnim, korktuğumun gerçek olmadığını, tüm olayda bir yanlışlık olduğunu söylüyordu. Sivil polisler (ya da her kimseler), evde arama yapıp, tüm evin altını üstüne getirdiler. Bir süre sonra bir merkeze gitmemiz gerektiğini söylediler. Tabii tüm telefon rehberlerinin, babamın altın saatinin ve evdeki belli bir miktar paramızın kaybolduğunu daha sonra öğrendim.
Pijamalı olduğumdan üzerime bir şeyler giymemi rica edip beni "durumun açıklanacağı" yere götüreceklerini söylediler. O arada İdayet Abla'nın kızgın sesini duyduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Sanırım Kadıköy'deydi, halen bugün bile hatırlamadığım bir "yere" gitmiştik. "Yer" diyorum, çünkü gördüğüm hiçbir karakola benzemiyordu. Ya da ben farkında değildim. Tek hatırladığım; kocaman masası olan, o gece tüm gördüğüm sivil polislere rağmen üniformalı, hatta daha yenilenmemiş, eski yeşil polis üniformalarından giymiş, orada amir olduğu belli birinin karşısındaki kanepede oturuyorduk. Amir ben hariç herkese bakıyor, yüzünde sıkkın bir ifade. Odada kimse konuşmuyor. Dramayı sevmeyen mücadeleci yapım yine öne çıktı ve daha o konuşmadan, kim kimdir tanışmadan, uzatmadan, bir evladın birkaç saat önce konuştuğu, gülüştüğü ebeveynleri ile ilgili en acı soruyu ben sordum: "Annem ve babam hayatta mı?"
Amir şaşırmış göründü, ama duraksamadan bana "Babanızı kaybettik, anneniz ise ameliyatta, ama hayati tehlikesi çok büyük. Sağ çıkmayabilir. Güçlü olmak zorundasınız" dedi.
Bugün bile emniyette üst düzey bir görevlinin bana böyle bir cümle kurmasına, içten söylemiş olmasına halen şaşırırım. Belki de babamla şahsi tanışıklığı vardı, bilemeyeceğim. Annem hep babama "Medet, seni bir kez tanıyan senin için kötülük düşünemez" derdi.
Annemin bu sözlerinin bir benzerini babamın arkadaşı çok insandan duymuştum ama 27 yıl sonra Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı'nın (TOHAV) öldürülen Kürt avukatları andığı "Medet Serhat'ın Aramızdan Ayrılışının 27. Yıldönümü" panelinde avukat Eren Keskin'in de dile getirdiği bir anekdotla bir kez daha hatırladım. Babamın otopsisine gözyaşları içerisinde girenlerden biri olan Eren Keskin panelde, otopsi esnasında savcının da ağladığını görünce şaşırdığını ve savcıya neden ağladığını sorduğunu anlatıyordu. Savcının "Medet'i tanırdım. Benim de dönem arkadaşımdı" cevabını verdiğini aktarıyordu.*
O geceye dönersek, amirin sözlerinden sonra, İdayet Abla bana sarılırken, içimden "en azından biri hayatta" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yukarıda yazdığım gibi, insanlar ebeveynlerinin vefatını kabul ettikten sonraki iki yılın sonunda yeniden toplumla bütünleşirmiş. Bense babamın öldüğünü ancak iki yıl sonra kabul edebilmiştim. Çünkü babamı öldüren güçler aynı zamanda annemi de sakat ve hayati risk altında bırakmışlardı.
Yıllar içinde bir evlat nasıl bir ebeveynini diğerine tercih edebilir, ben nasıl böyle bir şey düşündüm, diye kendimi çok sorguladım. Cevabı, elbette hiçbir evlat böyle bir ayırım yapmaz, ama anne ve babanız otomatik silahlarla saldırıya uğramışsa, hayattan çok fazla beklentiniz olamaz zaten. Tek avuntunuz sizi bu dünyaya getiren insanlardan birinin en azından hayatta olması tesellisidir. Keza, ben kendimi sorgulamak zorunda değildim. Sorgulanması gereken "terörle mücadele" adı altında avukatları öldürenler, para için tetikçilik yapanlar ve onları kollayan sistemdi. Vatandaşının hayat güvenliği üzerine kurulmuş bir yapı olmasına rağmen gözünün önündeki cinayetleri yıllardır görmeyen devletti sorgulanması gereken.
Daha da mühimi, artık ben sorgulaması gereken kişi de değildim. Sorgulaması gereken diğer mağdurlar da değildi. Sorgulaması gereken insanlar, mağdur olmayan insanlardı. Onların sorması gereken soru: "Adalet nerede?!" olmalıydı.
Şunu unutmamak gerekir ki, toplum bir bütündür. Eğer toplumda bazı bireyler ırk, din, dil, cinsiyet gibi doğal hayatta olmayan, sadece insanlara özgü boş ayrımlara uğruyor ve adaletten mahrum bırakılıyorsa tüm toplum adaletten ve dolayısıyla güvenlikten mahrum bırakılıyor demektir.**
İşte, bu yüzdendir ki bu satırları yazan, bir yarısı 16 yaşında kalan çocuk için babasını katledenler ve annesini yaralayanlar o kurşunları sadece Kürtlere sıkmış değiller. O kurşunları bu ülkenin tüm insanlarına sıktılar.
Türkiye'de yaşayan her vatandaşın hakikati bilme hakkına sahip olduğunun altını bir kez daha çizmek gerektiğine inanıyorum. Bu nedenle yıllardır oluşturulmasını talep ettiğimiz Hakikatleri Araştırma Komisyonu'nu sadece kendi açık yaralarımız için değil, toplumun tüm kesimleri ve onların açık yaraları için de istediğimi belirtmek isterim. Bu komisyonun da "-mış gibi yapacak"*** değil, işlevsel olacak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu olması gerektiğini çok iyi biliyoruz. Yüzleşme, adaletin ve toplumsal barışın sağlanmasına kuşkusuz önemli bir katkı yapacaktır. Bu cinayetlerin aydınlatılması, nedenlerinin araştırılması ve sebep olanların cezalarını çekmesi bir daha yaşanmasını engelleyebileceği gibi siyasetin ve toplumun demokratikleşmesi için de önemlidir. Aksi halde ise, ben ve benim gibi çocukların hayatları boyunca sormak zorunda kaldığı "Adalet nerede?" sorusu tüm toplumun olacak. Ve 12 Kasım'a geçildiği her 11 Kasım gecesi travmatik bıraktıkları bir çocuk değil, bir toplum olarak kalmaya devam edecek.
Klişeler sevilmez, ama hepimize klişelerden kaçamayacağımızı da hatırlatırlar. İzninizle bir klişeyle bitirmek istiyorum: Adalet bir gün herkese lazım olur. O dünyevi adaletten sonra ben ve diğer mağdurlar için zaman tekrar akacaktır.