Karar yazarı Yusuf Ziya Cömert 4 Mart’ta Zaman’a kayyum atanması sırasında yaşananlara ilişkin, “Bir gazeteye el konulmasına sevinmek, ‘yaşasın! Bir rakibimiz eksildi, çok güzel oldu’ demek bize uymaz” dedi. Gazete önünde başörtülü kadınların polis müdahalesine maruz kalmasına dair Cömert, “Görüntülerde ne kadar abartı, ne kadar ajitasyon var bilemem. Ne olursa olsun, o ‘karşılaşmalar’da güvenlik birimlerinin daha hassas olmaları gerekir” ifadesini kullandı.
Yusuf Ziya Cömert'in Karar'da “'Başörtülü kardeşlerimiz başörtüsüz kardeşlerimiz'” başlığıyla bugün (14.03.2016) yayımlanan yazısı şöyle:
Kayyum, esma-i hüsnadandır. Yani, ağır, kuvvetli bir kelimedir. Kayyum ismi, anlam olarak, Allahu Teala’nın kainatı, yeri ve gökleri ayakta tutmasını ihtiva eder.
Çok detaya girmeyelim. ‘Güzel isim’i andıktan sonra, kelimenin güncel anlamına geçelim. Biliyorsunuz, bu sıralar çok kullanılıyor ‘kayyum.’
Yargı, birtakım şirketlere el koyma kararı alıyor, devlet bu kararı uyguluyor.
O şirketlere kayyum atanıyor.
Şirketlerin bünyesinde basın yayın organları varsa, onlara da kayyum atanıyor.
Nedir mantığı?
O şirketlerin para ile ilgili işlerinde sorun tespit ediliyor. Paranın geldiği yer ile gittiği yerin, gelen para ile giden paranın geliş ve gidiş yönlerinde bir uygunsuzluk.
Bugünlerde kayyum atamaları, ‘paralel örgüt’le birlikte çalışmakla, o örgüte maddi kaynaklık etmekle suçlanan şirketlere yapılıyor.
Kayyumlar, adı üstünde, şirketleri ayakta tutmaktan sorumlu.
Kayyumun, şirketleri ayakta tutarken, şirketlerin ‘paralel örgüt’le bağlantısını kesmesi, paraların ve kaynakların, o örgütün faaliyetlerinde kullanılmasına mani olması gerekiyor.
Bütün bunlar, yargı kararlarına tabi işlemler ve biz bu süreçlerin sonunda ancak adaletin tecelli etmesini temenni edebiliriz.
Yargıç gibi, savcı gibi davranıp hükümler, cezalar kesmemiz yakışık almaz. En azından benim tarzım bu değil.
Bu gazetelere ve televizyonlara kayyum atandığında, sevinmemiz mi gerekiyor?
Hayır.
Çünkü, bizim, karşımızda muarızlarımız olmasından bir şikayetimiz olamaz.
Aksine, karşımızda muarızlarımız olduğunda, yaptığımız iş daha çok değer kazanır.
Nitekim, 17-25 Aralık’ta medyadaki solcu, ulusalcı müttefikleriyle beraber var güçleriyle saldırmalarına rağmen, bizim de içinde bulunduğumuz darbe karşıtı medya karşısında başarılı olamadılar.
Dolayısıyla, bir medya organına el konulduğu zaman, ‘Yaşasın! Bir rakibimiz eksildi, çok güzel oldu’ demek bize uymaz. Gazeteciler olarak buna ihtiyacımız yok.
Fakat unutmuyorum.
Eğer kalkıştıkları darbeyi başarsalardı, büyük ihtimalle, bizi imha edeceklerdi. Hazırladıkları dava dosyaları bunu açıkça gösteriyor.
Mehmet Ocaktan yazmış, hepimizin Silivri’deki yerleri hazırdı.
Buna rağmen, ‘rövanşist’ davranmayı -en azından kendim için- doğru bulmuyorum.
El koyma işlemi sırasında, ‘başörtülü ve başörtüsüz’ hanımlar gazetenin önüne toplanmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, onlardan bahsederken ‘başörtülü ve başörtüsüz kardeşlerimiz’ ifadesini kullandı.
Bu ifadeyi, özellikle de ‘kardeşlerimiz’ vurgusunu anlamlı buluyorum.
İçinde bir ‘şefkat’ dozu var. Mesafeli de olsa, bir sahiplenme hissi var.
Arka planda ‘cana kasteden’ bir organizasyon olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan, oradaki kadınları doğrudan bir ithamın hedefi olarak göstermedi.
Bu iyi bir şey.
Konuya bu kadar girdikten sonra şunu söylemesem olmaz:
Hatırlarsınız, o gün, gazetenin önünde o kadınlardan bazıları polisle karşı karşıya geldi.
Bu, bizim insanımızın hoşlanacağı bir ‘karşılaşma’ şekli değildi.
Görüntülerde ne kadar abartı, ne kadar ajitasyon var bilemem. Ne olursa olsun, o ‘karşılaşmalar’da güvenlik birimlerinin daha hassas olmaları gerekir.
Uğraşılırsa çaresi bulunabilir, diye düşünüyorum.