T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar ın EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşesinde "Kapatamadığımız kapılar hapseder bizi" başlığıyla yayımlanan (17 Eylül 2011) yazısı şöyle:
Kapatamadığımız kapılar hapseder bizi
Eksik yarısının her an çıkıp gelebileceği hissiyle yaşayan bir kadının çektiği sessiz azâbı anlamaya çalışmıştım ben. Bilmeden bekliyordu. “Beklemek bana hayatta kalma gücü veriyor” demişti bir keresinde, “ama bilmemek hayatımı tüketiyor.” Oda kapısını hep aralık bıraktığını söylerdi.
Üç yanı sakız sardunyalarıyla çevrili küçücük balkonunda sırtını duvara dayayıp, sokağın başından hep aynı silûetin belirmesini beklediği akşamlarda, ışığın acımasız oyunlarına her seferinde yenik düşen yüreği bir an imkânsız bir sevinçle kabarır, sonra yaklaştıkça yabancılaşan bir çehrenin soran bakışları altında öylece kasılıp kalırmış: “Beni deli sanıyorlar, onlara gülümsüyorum.” Ümit içinde yaşamanın ne korkunç bir şey olduğunu o kadında görmüştüm ben. Elâydı gözleri ve hep biraz yorgun. Çok erken öldü. Bir geceyarısı evden alıp götürdükleri kocasını on yedi yıl bekledikten sonra, ikisinin de doğduğu o uzak dağ köyüne tahta bir kutunun içinde döndü, tek başına gömüldü.
Ümidi tüketecek bir nihayet aramak
Yine aynı duygu. Kalabalık bir babanın büyüdükçe tenhalaşan oğlunun hikâyesini okuyorum şimdi ve yine aynı duygu:
“Çok matah bir şey gibi söz ediyorlar ümitten. Oysa ümit, insanı hayattan mahrum edebiliyor bazen.”
1970 New York doğumlu romancı Hisham Matar’ın sözleri bunlar; yirmi bir yıldır kayıp olan bir adamın oğlunun sözleri. Libyalı zengin bir ailenin çocuğu Matar. Kaddafi’nin kansız bir devrimle Kral İdris’i devirip başa geçtiği sırada, Libya’nın Birleşmiş Milletler nezdindeki temsilciliğinde diplomat olarak çalışan babası Cebelle, Hisham üç yaşını bitirinceye dek bu görevi sürdürüp, ardından Trablus’a dönmüş.
Çok geçmeden, Kaddafi’nin devrimini sorgulamaya başlamış; sorguladıkça adı “mürteci”ye çıkmış. Altı yıl sonra rejim karşıtı faaliyetleri nedeniyle tutuklanacağını öğrenince de, yine ailesiyle birlikte, Libya’dan Mısır’a kaçmış. 1979’da Kahire’de sürgün hayatı yaşamaya başlamış Matarlar. 1986’da Hisham’ı, liseyi orada yatılı okusun diye İngiltere’ye göndermiş babası; lisenin ardından, Londra Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi gelmiş.
“Kimliği belirsiz adamlar” 1990’da, Hisham üniversitedeyken, Cebelle Matar’ı Kahire’deki evinden kaçırmışlar. Altı yıl hiç haber çıkmamış. 1996’da bir mektup gelmiş; Cebelle Matar, kendi el yazısıyla, Mısır Gizli Polisi’nce kaçırılıp Libyalı yetkililere teslim edildiğini, uzun süre sorgulandığını ve artık Trablus’un merkezindeki Ebu Selim Cezaevi’nde olduğunu anlatıyormuş: “Tek bir sayfaya boydan boya, harflerin, kelimelerin ve satırların arasında hiç boşluk bırakmamacasına yazmıştı babam, o kâğıda her şeyi sığdırmak istemişti.”
Sonra yine, yıllar süren bir sessizlik. 2002’de onu cezaevinde gördüğünü söyleyen birinin tanıklığına güvenerek, babasının, 1996’da Kaddafi’nin bin iki yüz tutukluyu öldürttüğü cezaevi katliamından sağ kurtulduğunu düşünüyor bugün Hisham. Ama Libya diktatörünü deviren isyan, Cebelle Matar’dan henüz somut bir haber getirmiş değil. Kaddafi, isyanın ilk haftalarında iktidarını koruma ümidiyle çok sayıda siyasi tutukluyu salıverdiğinde, Hisham’ın yıllardır kayıp olan dört akrabası serbest kalmış ama babası hâlâ ortada yok.
“Birini ya da bir şeyi benim kadar uzun bir süre ümitle beklediğiniz zaman, bir gün geliyor ve birdenbire artık ümit etmek istemediğinizi anlıyorsunuz” diyor Hisham Matar, “Ümidinizin tükenmesi pahasına bir kesinlik, bir bilgi, bir nihayet arıyorsunuz.”
Ben Matar’ın yazarlığıyla birkaç ay önce, Libya’da yaşananları anlatan makaleleri sayesinde tanıştım. Muhalif güçler Trablus’a girdiklerinde, Kaddafi’nin askerleriyle çatışmada ölen kuzeninin hikâyesini Guardian’da okudum. Sonra, olağanüstü sıcak bir anlatımı gayet serin bir dille kurabilmesinden etkilendiğim bu adamın eski makalelerinin peşine düşüp, Britanya gazetelerinin arşivini tırtıklayınca, babasını, içinde kaybolduğu o kara delikten çekip çıkarabilmek uğruna yazdıklarını da buldum. Babası ve Libya’daki diğer siyasi tutuklular için uluslararası kampanyalar düzenlemişti Matar; beş yıl önce yayımlanan ve yirmi iki dile çevrilen In the Country of Men (Erkeklerin Memleketinde) adlı ilk romanında ise, Libya’daki rejim muhaliflerinin hikâyesini dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatmıştı.
Oğulları babalarına bağlayan yollar
“Babamın yokluğunun göğsümün üzerine oturmuş bir çocuk kadar ağır olduğu zamanlar var” cümlesiyle başlıyor Matar’ın ikinci romanı. Anatomy of a Disappearance (Bir Kayboluşun Anatomisi), adı ve açılışı itibariyle, yazarın hayat hikâyesini benim gibi kıyısından bile olsa bilen her okuru, ilkin bir “yaşanmışlık” vaadiyle kendine çekiyor ister istemez; sizi bir hâtırâtın, bir otobiyografinin beklediğini sanıyorsunuz.
Ama Anatomy of a Disappearance’ın anlatıcısı Nuri el Alfi, daha ilk satırlardan itibaren, babasının kayboluşunun siyasi arka planından ziyade, biraz da bu kayboluşun yarattığı boşluk sayesinde hayat alanı bulan hayallerle ilgilendiğini hissettiriyor. Okudukça kavrıyorsunuz ki, babasını arayan bir oğlun “gerçek hikâyesi” değil, baba-oğul ilişkisinin dikenli yollarında ruhunu kanatmadan yürümeye çalışırken kadınlara sığınan bir erkeğin “sahici hikâyesi” bekliyor sizi, yani hayatın ve haliyle de edebiyatın en çetrefil meselelerinden birine el atan “hakiki bir roman” bekliyor.
Babası, Mısırlı ajanlarca alınıp götürüldüğünde henüz on dört yaşında Nuri; hayatının sonraki yıllarını, babasının bir gün çıkıp geleceği ümidini, iyimser bir bekleyişten ziyade, mahçup bir tedirginlik gibi hep içinde taşıyarak yaşıyor. Tedirginliği, babasıyla eşit bir ilişki ihtimalini canlı tutan şeyin bizatihî bu müzmin ayrılık olduğunun gizli bilgisinden kaynaklı belki de; Nuri bu “ihtimali” büsbütün yitirmek istemiyor:
“Aynada kendime baktığımda onu görmüyorum ama sanki üzerine tam oturmayan bir gömleğin içine yerleşmeye çalışırcasına şöyle bir kıpırdandığını hissediyorum. Varlığında bile, hep mahremiyetine önem veren esrarlı bir adamdı babam. Şimdi ona bir eşiti gibi, bir arkadaşı gibi yaklaşmanın nasıl bir şey olacağını neredeyse hayal edebiliyorum ama tam anlamıyla değil.”
“Onu ilk ben gördüm, ilk ben gördüm”
“Mona’nın elleri çirkin, parmak uçları nasırlı olsaydı benim hikâyem nasıl değişirdi acaba?”
Soruyu Nuri soruyor; 1972’de Cenevre’de, birlikte tatil yapmak için beklediği babasının, İsviçreli bir kadının koynundan Mısırlı ajanlarca alınıp götürüldüğünü öğrendiğinde yanında sadece Mona var. Mona, yani babasının genç ve olağanüstü çekici ikinci karısı; yani bir yıl önce, onu İskenderiye’de sarı bir mayoyla yüzerken gördüğü ilk anda, ancak on üç yaşında bir oğlanın âşık olabileceği kadar körkütük âşık olduğu kadın.
Nuri, babasının Mona’yla karı-koca olmasını korlu bir öfkeyle kıskanıyor; “Onu ilk ben gördüm, onu ilk ben gördüm” diyor mütemadiyen; yirmi dört yaşındaki bu kadının, otuz yedi yaşındaki babasından ziyade kendisinin akranı, eşi, eşiti olduğuna gerçekten inanıyor. Ama bir yandan da, iki yıl önce ölen annesinin yerini Mona’nın almasından çok memnun; bu zoraki “ana-oğul” bağının, Mona’ya duyduğu aşkı daha bir memnu ve inadına mümkün kılması büsbütün içini kamaştırıyor.
Anatomy of a Disappearance, ağırlıklı olarak 1970’lerin ikinci yarısında Cenevre, Paris, Londra ve Kahire’de geçiyor. Çocukken, anne ve babasıyla, romanda adı hiç zikredilmeyen, sadece “memleketimiz” diye anılan ama metne sızan bazı ayrıntılar itibariyle, Arap ülkeleri içinde en fazla Saddam Hüseyin’in Irak’ına benzeyen bir baskı rejiminden kaçmak zorunda kalıyor Nuri’nin ailesi. Önce Paris’te, sonra Kahire’de yaşıyorlar; babası yarı İngiliz yarı Mısırlı bir kadın olan Mona’yla evlenince, “biraz da oğlunun şehvetini erişim alanı dışında tutmak için” İngiltere’ye yatılı okula gönderiyor Nuri’yi.
Matar, kitabın başında ustalıkla kurduğu ve Mona’nın katılımıyla bir aşk üçgenine dönüştürdüğü baba-oğul geriliminin içinden “baba” unsurunu siyasi bir “bahane”yle çekip çıkardığında, bir anda, babasız kalan ergen yaşta bir oğlanla, kocasız kalan genç üvey annesinin olağanüstü karmaşık ilişkisinin ortasında buluyorsunuz kendinizi. Mona’nın mahremine yanlışlıkla girdiği ilk ânı, “Şeffaf banyo perdesinin ardında bir sis örtüsünün kapladığı çıplak vücudunu gördüm: siyah tüylü bir üçgen, güneşe bakınca gözümüzün önünde beliren o benekler gibi bir görünüp bir kayboldu” diye anlatıyor Nuri.
Bu “bir görünüp bir kaybolma” hali, sadece Nuri’yi müthiş heyecanlandıran o tesadüfî kaçamağın tılsımını mükemmel yansıtmakla kalmıyor ama. Heyecanının nesnesi olan genç kadının varlığında, hem ölen annesine kavuşmayı hem de kaybettiği babasıyla rekabet etmeyi arzulayan Nuri’nin, kendi hayatını hep “yoklukla varlık arasında bir his” üzerine kurmak zorunda kalacağını kavrıyorsunuz okurken. “Babam hakkında bilmediğim her şey, bir maske gibi boğuyordu beni” diyor Nuri. Hayatını, bilmeden bekleyerek geçiren herkes gibi, Matar’ın yeniyetme kahramanının da hep böyle biraz eksik, mahrum ve tedirgin olacağını seziyorsunuz. Asla tamamen kapatamayıp, ümitle aralık bıraktığımız bir kapının bizi kendi hücremizde mahpus kılması ne tuhaf, değil mi?