Yasemin Çongar
(Taraf - 6 Ekim 2012)
Kadınla erkek, okurla yazar, âşıkla casus
Klişeyi yapan içindeki hakikattir, klişeyi eriten ise hayat; değişimi demlemekten er geç usanıp kızgın lavlarını dört bir tarafa kusacak olan, hakikatin donmasına zinhar tahammül göstermeyen hayat. Vaktiyle, Terry Eagleton’ın işin kolayına kaçmayı kendine reva görerek, “ırkçı, Yahudi düşmanı bir hödük, sırılsıklam bir ayyaş, kendinden nefret edip kadınlara, eşcinsellere ve liberallere söven bir küfürbaz”diye tek cümlede hesabını kestiği Kingsley Amis (1922-1995), o çok meşhur şiirinde kadın şairlerle dalgasını geçerken, aslında yazıyla iki ayrı ilişki biçimini de tarif etmişti. “A Bookshop Idyll” (Bir Kitabevi İdili), aşkı çoktan “okkalamış”olan erkeklerin gönül meselelerinden bahsetmeksizin de pekâlâ varolabildikleri, kadınların ise aşkı illâki anlatarak kendilerini büyük bir safiyetle “açıp saçtıkları” bir şiir âlemini anlatır. “Baba”Amis’in yazdığı hemen her şey gibi, buradaki dizeleri de öncelikle "komiktir" bence; ve bilerek klişeye yaslanan her yazar kadar Amis de, mizahıyla, klişeyi er geç eritecek olan hayatı işaret eder.
Casus romanı kisvesine girmiş olmasına bakmayın siz; 1948 doğumlu İngiliz yazar Ian McEwan’ın yeni romanı Sweet Tooth (Tatlıya Düşkün), aslında kadınlarla erkeklerin, yazarlarla okurların birbirleriyle ve yazıyla ilişkisini anlatma derdine düşmüş bir kitap; “dert” bu olunca da, Amis’in şiirinin, zamanında temas ettiği her noktayı hafızama nakşetmiş bir kılçık misali kendini hatırlatmasına şaşırmamak gerek.
Edebiyat üzerine bir meditasyon…
McEwan, “Bütün romanlar casus romanıdır” diyor bir söyleşisinde, “ve bütün yazarlar da birer casustur aslında.”
Sweet Tooth’a “casus romanı” demek, galiba ancak bu bakışla mümkün. Yoksa, “Sweet Tooth”un, 1970’lerde Britanya İç İstihbarat Servisi MI5 tarafından yürütülen gizli bir operasyonun adı olması da, romanın, Cambridge’de matematik okuduktan sonra MI5 için çalışmaya başlayan çok güzel, çok zeki, aynı zamanda ziyadesiyle naif bir genç kadın olan Serena Frome’un etrafında dönmesi de, McEwan’ın romanını, espiyonajın benim kendimce hep el üstünde tuttuğum edebî coğrafyasına ait kılmıyor doğrusu. McEwan iyi bir “ilişkiler romanı” yazmış, iyi bir “casus romanı” değil.
Türkçe'de de çok okunduğundan, uzun uzadıya tarif gereksiz; McEwan, kurmaca zekâsı kadar atmosfer yaratma yeteneğine de, hikâyesi kadar duygusuna da –çoğunlukla— güvenilebilecek bir yazar olduğunu, dış kabuğu sağlam karakterler yaratmakla kalmayıp, onları bazen ince ince soyduğunu, hatta bazen etlerini bile deştiğini, kanattığını Enduring Love’ dan (Sonsuz Aşk) Atonement’ a (Kefaret) kadar birçok kitapta gösterdi bize. Bir McEwan romanına başlarken, kendini “emin ellerde” hisseden okur sayısı az değildir. Onların, suçluluk duygusu gibi, korku gibi, saplantı gibi tanıdık McEwan temaları açısından belki biraz hafif bulacakları Sweet Tooth’u yine seveceklerini sanıyorum. Nihayetinde, son satırındaki sürprize kadar tıkır tıkır işleyen bir düzenek sunuyor bize yazar; ve okuru, postmodernizmin şu malûm “metin içinde metin” oyunlarından ziyade klasik romanlardaki“mektup” bölümlerini hatırlatan birkaç uzun parantezde başka hikâyelerin içinden de geçirmesinin haricinde, son derece düz ve akıcı bir anlatımla yapıyor bunu.
Bense her şeyden ziyade “derdini,” o dert etrafındaki terennümlerini sevdim romanın. McEwan’la birlikte, Serena’nın aklında gezinerek, zevklerinin ve ihtiyaçlarının basitliğinden yüksünmeyen “sıradan” bir okurun yazı ve yazarlarla ilişkisi üzerine düşünebilmeyi sevdim. Serena’nın,MI5’taki işi gereği temas kurduğu genç yazar Tom Haley ile, sadece aralarındaki —yalana dayalı— iş ilişkisini değil, cinsel ve duygusal beraberliği de Tom’un yazdıklarından bir türlü ayrı tutamamasındaki, onun hikâyelerinde inatla ortak hayatlarından bir şeyler aramasındaki sahiciliği sevdim. Tom, Cambridge’de genç yazarlar için düzenlenen bir etkinlikte —tesadüf bu ya, tıpkı kendisi gibi ilk romanını yayımlamak üzere olan “oğul” (Martin) Amis’le birlikte— yeni kitabının son bölümünü okumaya hazırlanırken,“keşke olay örgüsünü ele vermesen” diye kendisini uyaran Serena’ya basit bir cevap veriyor: “Son, daha en başta mevcut zaten… Olay örgüsü diye bir şey yok ki. Bu bir meditasyon.” Bu cümlelerin aynı zamanda Sweet Tooth’un yapısına ilişkin genel bir hüküm verdiğini kavramak için romanın sonundaki “sürpriz”i bilmek gerekiyor aslında. Ama McEwan’ın, casusluğun ve aşkın mahremiyetini, edebiyat üzerine, en çok da kendi edebiyatı üzerine bir meditasyon vesilesi yaptığını o sona ulaşmadan da pekâlâ seziyorsunuz. Ben bu meditasyonu sevdim.
'Sıradan' bir okur romandan ne bekler
Saygın bir piskoposun —Anglikan esnekliğinin bir lütfu olarak—hayatını dinle sınırlamadan yetişen kızı Serena, aslında sadece “basit” romanlar okuyarak mutlu olup, üniversitede edebiyat eğitimi almak istese de “bir kadında böylesine keskin bir zekâ asla heba edilmemeli” diyen annesinin ısrarıyla, matematik bölümünü zor bela bitirmesi ertesinde, henüz yirmili yaşların başındayken, kendini MI5’ın kapısında bulur. Cambridge’de hocalık yapan, vaktiyle MI5’a çalıştığını ve bir dönem karşı casusluk yaptığından şüphe edildiğini sonradan öğreneceğimiz, kendisinden epeyce yaşlı ve evli olan sevgilisi Tony Canning, “casusluk” kariyeri için bizzat seçip hazırlamıştır Serena’yı; genç kadın, Tony onu tuhaf bir şekilde terk edip, uzak bir diyarda sessiz sedasız kanserden öldükten sonra da kopamaz MI5’tan. Kopamadığı bir şey daha vardır: Okumak.
Üniversite yıllarını anlatırken, “Okumak, benim için matematiği düşünmemenin bir yoluydu. Daha da fazlası (ya da daha azı mı demek istiyorum?): okumak, düşünmemenin bir yoluydu” diyor Serena. Sonraki dönemde, “O şuursuz hâlimle bir şey arıyordum; kendimin bir başka versiyonunu, çok sevdiğim eski bir çift ayakkabı ya da çılgın bir ipek bluz misali içine girebileceğim bir kadın kahraman arıyordum…” diye de hatırlayacak o günleri: “çünkü istediğim şey, benliğimin en iyi haliydi, akşamları eskiciden alınmış koltuğunda, kitapların cildi hemen dağılan ucuz baskılarını kamburu çıkmış bir halde okuyan o kız değil, bir spor arabanın kapısını açıp, direksiyondaki sevgilisi kendisini öpebilsin diye eğilen ve onunla birlikte şehir dışındaki bir kaçamağa doğru son sürat ilerleyen o hızlı genç kadın olmak istiyordum.”
Serena bir kadın ve bir okur olarak olgunlaştıkça “piyasa” romanlarıyla “has” edebiyatı birbirinden ayırmaya başlıyor ama zamanın ona asıl hediyesi, okumak istediği karakterlerin bu ayrımı anlamsızlaştıran bir sahicilik taşıdığını anlamasıdır: “Bazen alter egom satır aralarından uçuşarak parıldar, Doris Lessing’in ya da Margaret Drabble’ın veya Iris Murdoch’un sayfalarından sevimli bir hayalet gibi bana doğru süzülerek gelir, sonra yok oluverirdi –ben olamayacak kadar akıllı ve eğitimliydi onların versiyonları, ve ben olabilecek kadar yalnız değildiler bu dünyada.”
Bir okur olarak “naif gerçekçilik” dediği şeyin peşindedir Serena; bildiği bir sokağın, tanıdık gelen bir kıyafetin, hakiki bir şahsiyetin sayfalardaki varlığı ona güven verir. Borges’i, Barth’ı, Pynchon’ı, Cortazar’ı, Gaddis’i okumayı dener ve bırakır: “Okurların en asgarisiydim ben. Yegâne arzum, kendi dünyamın ve o dünyanın içindeki kendimin sanatsal biçimlerde ve erişilebilir bir üslûpla bana geri verilmesiydi.”
Can sıkmadan, ürkütmeden, sarsmadan...
“Sıradan” okur Serena’yı, “iddialı” yazar Tom’la buluşturan proje, Soğuk Savaş’ın en soğuk yıllarında, Britanya’da özellikle sol entelektüeller arasında “karşı kampa olan sempatiyi”sınırlamak ve distopyaların edebiyata hâkim olmasını önlemek amacıyla MI5 tarafından başlatılan bir nüfuz harekâtının parçası. Geçinmekte zorlanan genç yazarlara, bağımsız bir vakıf kisvesiyle ciddi miktarda para akıtan istihbarat örgütü, onların bu yolla daha mutlu, daha az muhalif olmalarını sağlamaya çalışıyor. “Sweet Tooth” projesinin hedefindeki Tom’u, vakfa (MI5’e) bağlama görevini Serena üstleniyor. Bu iş için, önce —McEwan’ın da sayfalarına taşıdığı— hikâyelerini okuyor Tom’un, kâh sevip kâh yadırgadığı bu hikâyelerden etkileniyor, sonra onunla tanışıyor ve Amis’in şiirindekini hatırlatan bir edebî uçurumun karşı kıyısından uzanıp tutuyor elini. Tom, gerçek görevini bilmeden Serena’ya, Serena ise görevinin sınırlarında duramadan Tom’a âşık oluyor; beraberlikleri, MI5’ın ideolojik telkinlerinden ziyade, sıradan bir okurun sahici beklentilerinin Tom’un yazarlığını şekillendirmeye başlayacağı bir ortak hayata doğru evriliyor. Sonra bir gün…
Artık o günü de anlatmayayım! Hikâyeyle hakikat arasındaki çizginin, Tom’un okurları kadar McEwan’ın okurları için de bulanıklaştığı pasajlarda, Sweet Tooth’un çok katmanlı bir hal aldığını söyleyeyim yetsin. Bu pasajlardan birinde, Serena, bir hikâyesindeki “matematiksel” yanlışı düzeltmek için Tom’un daktilosunun başına geçip yazmaya başlıyor, yazıyor, yazıyor ve yazdıkça, edebiyatın ne olduğunu ilk kez kavrıyor sanki: “Yemek pişirmek gibi bir şey diye düşündüm... Isının, malzemeleri dönüştürmesinden ziyade, saf bir buluş var burada, bir kıvılcım, gizli bir element var. Sonuçta ortaya çıkan şey, parçalarının toplamından daha fazla.”
McEwan da, Sweet Tooth’ta parçalarının toplamından daha fazla bir şey anlatıyor bize. Ama Kingsley Amis bu yazının mukim şeytanı madem, yine onun “gör” dediği bir şerhle bitireceğim. Adı gibi “tatlı,”asla ürkütmeyen, insanın içini kamaştırmayan, fazla sarsmayan, asla kanatmayan bir roman yazmış McEwan. “Eğer birilerinin canını sıkmıyorsan, yazmanın pek de anlamı yok” diyen hırçın“Baba”ya göre değil vesselam.