İzmir Devlet Operası’nda Bülent Bezdüz ve Anna Samoila, 19 ve 20 Şubat’ta, sadece iki temsil için biraya geldi.
Bu gösterilerden birini izleyen Radikal yazarı Serhan Bali izlenimlerini aktardı. İşte Bali’nin yazısı;
Bir hafta aradan sonra yeniden İzmir’deyim. Bu şehrimizin Devlet Operası’nda (İZDOB) geçen hafta izlediğim, Verdi’nin ‘Simon Boccanegra’ operasının Türkiye prömiyerinden izlenimlerimi yazıya dökmüştüm geçen hafta. 21 Şubat akşamı, günümüz operasının önde gelen iki yıldızından Puccini’nin ‘La Boheme’ini, Kenan Korbek’in rejisiyle izlemek üzere yeniden bu şehrimize yolumu düşürdüm.
Bu yıldızlardan tenor Bülent Bezdüz’dü. Diğeriyse, artık içimizden biri saydığımız Antalya Devlet Operası’nın müzik direktörü Alexandru Samoila’nın kızı, soprano Anna Samoila idi. İZDOB’un kısa tarihindeki unutulmaz temsillerinden birine daha ev sahipliği yaptı o gece, Elhamra sahnesi.
Bülent Bezdüz’ün dünya sahnelerindeki yükselişinden uzun uzadıya bahsetmeye gerek yok; sadece konumuzla ilgili olması bakımından, İsveç’in Göteborg Operası’nda geçtiğimiz aralık-şubat aylarında sahnelenen ‘La Boheme’de, Rodolfo rolünü 17 kez söylediğinden söz etmeliyiz. Operanın kaydını NTV Radyo’da yayınlamıştık. Sonra, dördüncü temsilin İsveç TV’sinden canlı yayınlanmış kaydını izleme fırsatı buldum ve hem rejinin yaratıcılığından hem de Bezdüz’ün üstün performansından çok etkilendim (Sanatçımız Göteborg Operası’ndan gelecek yıllar için iki ayrı davet aldı şimdiden).
19 ve 21 Şubat’ta verilen iki temsile çağrılıydı Bezdüz, Anna Samoila ile birlikte. Programı yoğun olduğu için, yapım kadrosu ve orkestrayla çalışacak fazla vakti olmamıştı. Üstelik antibiyotiklerle çıkmak zorunda kalmıştı, kendisini izlediğimiz gece. Tecrübesini konuşturdu, artık bu rolde ustalaşmış sanatçımız. Eh, ne de olsa, İsveç’teki rol arkadaşlarıyla, iki ay geceli gündüzlü ‘La Boheme’ çalışmışlardı. Bezdüz’ü, o güzelim ses rengi, mükemmel diksiyonu, sempatik oyunculuğuyla bohem şair Rodolfo rolünde dinlemek büyük bir keyifti.
Anna Samoila’yı o gece ilk kez sahnede izledim, o da bir Türk opera sahnesine ilk kez çıkıyor ve Mimi rolünü sahnede ilk kez İzmir’de söylüyordu. Daniel Barenboim’in kanatları altında, son birkaç sezondur adından sıkça bahsettiriyor genç soprano. Barenboim’in başında olduğu, dünyanın önde gelen operalarından, Berlin’deki Staatsoper Unter den Linden’de her sezon başrollere çıkıyor. Gelecek Kasım’da aynı sahnede, Barenboim yönetiminde, Wagner’in ‘Lohengrin’inde Elsa rolünde sahneye çıkacak. La Scala, Metropolitan ve Salzburg, Samoila’nın ayak bastığı büyük sahnelerden birkaçı. Salzburg’da yine aynı şef yönetiminde, Tatyana söylediği ‘Yevgeni Onyegin’ prodüksiyonu geçen yıl Deutsche Grammophon’dan DVD kaydı olarak yayınlandı. Yani karşımızda neredeyse ikinci bir Anna Netrebko hadisesi vardı o gece Elhamra sahnesinde.
Samoila’nın güçlü sesi, lirik soprano özellikleri taşıyor ama fazla vibratolu olmasıyla benim hoşlandığım türden bir ses değil. Kırılgan, hastalıklı bir karakter olan Mimi’nin yaşadığı; aşk, ümitsizlik, hayal kırıklığı gibi değişken duyguları sesine tatmin edici biçimde yansıtamamış olduğunu düşünüyorum. Tüberkülozun fazlasıyla etkisi altında, donuk bir Mimi portresi çizdi Anna Samoila.
Huysuz âşık Musetta
Musetta rolünde, aynı zamanda İZDOB’un Müdürlüğü görevini başarıyla yürütmekte olan soprano Aytül Büyüksaraç’ı dinledik. Huysuz, şımarık, kıskanç âşık Musetta rolünde, içinde yer aldığı sahnelere damgasını vurdu Büyüksaraç.
Rodolfo’nun bohem arkadaşlarını; Marcello’da bariton Cengiz Sayın, Colline’de bas Tevfik Rodos, Schaunard’da bas Fatih Öztürk seslendirdi. Öztürk’ün İZDOB’un geçen haftaki ‘Simon Boccanegra’ temsilinde başarıyla seslendirdiği Paolo rolüne ne yazık ki yer darlığından değinememiştik, özellikle zehirleme sahnesinde etkileyiciydi sanatçı. Özellikle daha önce dinlemediğim Cengiz Sayın’ı Marcello’da çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. Sesinin rengiyle, tutkunu olduğum Rolando Panerai’ye çok benzettiğim sanatçıyı, temsilin başından sonuna dek zevkle izledim. Sayın’ı bundan sonra Verdi’nin bir operasında dinlemek için sabırsızlanıyorum.
Korbek’in rejisinde ve Kaan Güreşçi’nin dekorlarında geleneksel çizgiden herhangi bir kopuşa rastlanmıyordu. Gülay Korkut’un kostümleri operayı günümüze taşımıştı. Müfit Özbek’in etkili ışık tasarımı, eserin dramatik anlarını öne çıkarmakta iyi bir işlev yerine getirdi.
Alexandru Samoila yönetimindeki İZDOB Orkestrası, sahnedeki sanatçılara, Puccini’nin zengin orkestrasyonundaki tüm ince nüansları duyabileceğimiz, tutkuyla yüklü, etkili bir performansla eşlik etti. Dünyanın en önemli sahnelerine çıkan kızına, ikinci vatanı bildiği Türkiye’de ilk kez eşlik ediyor olmanın keyif ve heyecanını yaşadı Samoila.
Zafer Erdaş biçilmiş kaftan
İki hafta önce prömiyer temsilini izlediğim İstanbul Devlet Operası’nın ‘Şen Dul’ prodüksiyonunun geçtiğimiz hafta diğer kastını da izleme fırsatı buldum. Kont Danilo rolünde bas Zafer Erdaş paylaşıyordu bu kez başrolleri, Hanna Glawari rolündeki soprano Şebnem Usanmaz’la. Erdaş’ı, prömiyer gecesi izlediğim tenor Hakan Aysev’e nazaran, rolüne daha oturmuş buldum. Danilo’nun tiz notalarını seslendirmesine yetecek geniş bir ses aralığına sahip sanatçı aynı zamanda çok tatlı bir ses rengine sahip. Ama onu bu rol için biçilmiş kaftan yapan, sanırım, Danilo’da çapkın, hovarda, umursamaz ama aynı zamanda sevimli bir âşık yaratabilmiş olması.
Aşkıyla gururu arasında yaşadığı gelgitler, gösterişsiz oyunculuğu sayesinde eserin başından sonuna hayli inandırıcı bir çizgi izledi. Şebmen Usanmaz, dinlemek istediğim tarzda bir ‘Vilja Şarkısı’ seslendirdiği için kendi adıma mutlu oldum. Keyif ve hüzün duygularını bir arada verebilen, doruk noktalarında yumuşacık pianissimo’larını da dinleten çok güzel bir performanstı. İzlemekten büyük keyif aldığım bir diğer sanatçı, harika sesiyle, Camille rolündeki tenor Ali Murat Erengül oldu. Prömiyerin tam aksine, Serdar Yalçın yönetimindeki orkestra ile şancılar arasında hemen her sahnede rahatsızlık veren uyumsuzluklar yaşandı. Orkestranın bu kastla az çalışmasından kaynaklandı sanırım bu olumsuzluk.