T24 - Cumhuriyet gazetesi yazarı Işık Kansu, 'Geçmişi Silinen Kentler' yazı dizisinin ilk bölümünde yazar Muzaffer İzgü ile konuştu.
İzgü, memleketi Adana'nın değişimini şöyle anlattı.
Halkevi, hem ısınıp hem okuduğum kütüphane, ilk polis dayağını yediğim yer... Muzaffer İzgü anlatıyor
Ah benim paylaşmasını seven Adanam
Dincilik? O da ne? Ya türban, ya çarşaf? O da ne? Sakaldan bile gıcık alır Adanalı. “Onun sakalının her telinde bir şeytan yatıyor” der, şıha mıha hiç yüz vermez...
Şimdinin Adanası mı?
Çocukluğumun Adanası mı desem, yoksa Adana’nın çocukluğu mu desem? Bence Adana’nın çocukluğu...
Ah benim Adanam, düşlerimin çocukluğu, çocuk Adana. Türkocağı Mahallesi hemen Seyhan’ın kıyısında. Yüz metre var yok. Çağlıyor Seyhan, ha taştı, ha taşacak. Regülatör var ama yeter mi?
Yetmez...
Uf uf, Toroslar’ın karları erimiş, katmış önüne kütükleri, katmış önüne ağaçları, coşmuş, patlamış, patlayınca yanındaki seti de patlatmış, gelmiş bizim evi yutmuş.
Yutsun be, konu komşu ne güne duruyor? Mahallenin onuru, ilk gecekondusu, ilk tek gözlü evi... O evin içinde Safa var, Muzaffer var, ana Havva var, baba Ahmet var. Kızlar evlenmiş, gitmişler. Eh, bu dört cana kim kapısını açmaz ki, kim bakmaz ki? Köylünün Fethiye bakar, Bezzaz Aziz Emmi bakar, Adana’nın en ünlü terzisi Kadri Gani Kökdil’in evi ıhı karşımızda. Sonra Yüreğir’de toprağı bol olan Nazmiye Teyze var, Şadiye Teyze var.
Analar dert yesin, iki iki dört yesin
Oh, topraktan ayağımız kesilmiş, ikinci kattayız. Zaten evler hep iki katlı. Kurunmuşum, yemeğimizi yemişiz, ıhıcık orada kondumuz, bir toprak yığını. Olsun. Babam yine yapar. Hiç Seyhan’a kızılır mı? O yoksula kütük verir, oh ne güzel kışın yakarsın. O bize balık verir, yersin. O bize yüzmeyi öğretir. Hele hele o ünlü Taşköprü’den aşağıya atlarsam, “Bu da bakanların şerefine” diyerek günde iki üç lira kazanırım.
Seni hep sevdim Seyhan. Adana’ya can veren Seyhan. Okulum İnönü İlkokulu, hiç harçlığım yok. Zaten okulda kantin yok. Yani Nedim simidini ortadan bölmeyecek mi? “Hıh ye Muzaffer” demeyecek mi? Ne demiş Adanalı, “Analar dert yesin, iki iki dört yesin”. Cahit uzatıyor bu kez yarım simidi. Ah benim paylaşmasını seven Adanam...
Ne özel okulu, ne sınav, ne yarış.
Bazen yarış var. Bize öyle yakın ki eski Halkevi. Onun sahnesinde her zaman bir oyun vardır. Öğretmenim bağırıyor, “Haydin koşalım çocuklar, yer kapalım...” Ne oyunlar izledim orada, ne çok güldüm, ne çok hüzünlendim... Ama her oyundan bir şey öğrendim.
Ah, benim tiyatroyu çok seven çocukluğumun Adana’sı.
İlk okuma yerim de orası oldu. Orada hem ısındım, hem de kitaplar ısıttı beni. Halkevi Kütüphanesi’ni sevdim, kitabı sevdim, kütüphaneci Zihni Amca’yı sevdim. TV yok, dizi yok, bilgisayar yok, internet yok, kitap var... Kütüphaneye giren çıkan çocuklar... Ve kitap okuyan Adana... Kıraathanelerinden kitap alıp, bir yandan çayını yudumlayan, nargilesini çeken, bir yandan da kitap okuyan insanlar. Babam bi bize onlardan kitaplar alıp getiriyor, evde okuyor, annem, ben, ağabeyim, arkası yarın gibi bir gün sonrayı bekliyoruz...
Komiserden bir tokat, gözümden bin yıldız
Onun yanında Ulus Parkı... Orada bir de çay kahve satan yer var, ırmağın kıyısında. Baş içecek limonata, koruk şerbeti... İçecekler parayla. Yok, bize gelmez. Ama müzik var, bandonun çaldığı müzik. Öyle marşlar falan değil, Batı müziği... Her yanı açık, üstü kapalı bir yer. İşte Adana bandosu orada. Neler çalıyorlar, neler. İnsanlar ayakta, çıt çıkmıyor, müziği dinliyorlar. Kimi de bir kolu kesik Venüs yontusuna bakıyor. Arabesk yok ki o zaman...
Karşıda hükümet konağı. Vali orada. Valinin eski püskü bir arabası var. Polis iniyor, eski püskü arabanın kapısını açıyor, vali bey iniyor. Konağın merdivenlerini tırmanıyor. Hemen ona yakın, Irmak Hamamı’nın yakınında oturan Zeynel Ağa’nın arabası kapısının önünde, lüks mü lüks, üstü açık... Ah şöyle kimse görmeden kornasına bir basabilsem...
Konağın yanında hapishane, yanında imamevi. İmamevi mi, kadınlar hapishanesi. İçinde mahkûmlar. Zengin mahkûmlar hapishane ekmeğini yemiyorlar, ekmeklerini gardiyanlara veriyorlar. Onlar da bize satıyor, üh bekleyen bekleyene. Niye, ederi fırın ekmeğinin ederinin yarısı bile değil. Kapanın elinde kalıyor. Offf, yine kaptım, hem de üç tane...
Hapishanenin karşısı Emniyet Müdürlüğü, önünde Merkez Karakolu. İlk polis dayağını yediğim yer. Sekiz yaşındaydım, manavdan kavun çaldım, yakalandım. Haydi karakola. Manav bağırıyor, “Bu hırsız ocağımı söndürdü” diye. Günde bir kavun be, insaf be!.. Komiserden bir tokat, gözümden bin yıldız fır fır yere. Ah, o bir tokat, balmış, lokummuş. Komiser seslenir, bir polis çağırıyor. Polise, “Tut şunu, kavunu kafasında patlatacağım, çünkü ilerde azılı hırsız olacak” diyor. (Yazar oldum.) Polisle anı fotoğrafı çektirir gibi duruyoruz. Komiser basketçi değil ki. Kavunu atıyor ama, benim kafama değil, polisin gözüne. Gözlük yere düşüyor, kırılıyor. Ah ah, polisin gözlüğünü devlet baba vermiyor ki, adamcağız kim bilir o gözlüğü kaç liraya almış. Of, o polisten nasıl dayak, sonra elime patlak kavunu tutuşturuyor, kıçıma bir tekme, “Defol şuradan...” Oh, onca dayağa bu kavunu yemeyi hak ettik be!.. Kalekapısı’nın tulumbasında kavunu yıkıyorum, tırnaklarımla söküp yemeye başlıyorum... Belki de dünyada ağlaya ağlaya kavun yiyen ilk çocuk benim.