Kültür-Sanat

İşte Cumhuriyet döneminin ‘en iyi’ 12 şiiri

Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi, okurlara ‘Cumhuriyet döneminin en iyi 12 şiiri’ni seçtirdi

26 Ekim 2014 16:35

Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi "Cumhuriyet döneminin en iyi 12 şiirini siz seçin" başlığıyla düzenlediği yarışmada, Cumhuriyet döneminin en iyi 12 şiirini seçti. Oylama okurlara internet üzerinden yaptırıldı. 

İşte 16 bin oyun kullanıldığı yarışmada Cumhuriyet döneminin ‘en iyi’ şiiri seçilen şiirler:

 

1.Sezai Karakoç / Mona Roza

 

Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım uymaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

 

2.Attila İlhan / Ben Sana Mecburum

 

Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum.

 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor

Bu şehir o eski İstanbul mudur

Karanlıkta bulutlar parçalanıyor

Sokak lambaları birden yanıyor

Kaldırımlarda yağmur kokusu

Ben sana mecburum sen yoksun.

 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor

Eski zamanlardan bir cuma çalıyor

Durup köşe başında deliksiz dinlesem

Sana kullanılmamış bir gök getirsem

Haftalar ellerimde ufalanıyor

Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem

Ben sana mecburum sen yoksun.

 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun

Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor

Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden

Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun

Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor

Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin

Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Bu kurtlar sofrasında belki zor

Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Sus deyip adınla başlıyorum

İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin

Hayır başka türlü olmayacak

Ben sana mecburum bilemezsin.

 

 

3.Ahmed Arif / Hasretinde Prangalar Eskittim

 

 Seni, anlatabilmek seni.
   İyi çocuklara, kahramanlara.
   Seni anlatabilmek seni,
   Namussuza, halden bilmeze,
   Kahpe yalana.

   Ard- arda kaç zemheri,
   Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
   Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...           
   Bir ben uyumadım,
   Kaç leylim bahar,
   Hasretinden prangalar eskittim.
   Saçlarına kan gülleri takayım,
   Bir o yana 
   Bir bu yana...

   Seni bağırabilsem seni,
   Dipsiz kuyulara,
   Akan yıldıza,
   Bir kibrit çöpüne varana,
   Okyanusun en ıssız dalgasına
   Düşmüş bir kibrit çöpüne.

   Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
   Yitirmiş öpücükleri,
   Payı yok, apansız inen akşamlardan,
   Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
   Seni anlatabilsem seni...
   Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
   Üşüyorum, kapama gözlerini...

 

4.Necip Fazıl Kısakürek / Kaldırımlar

 

I
 
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
 
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
 
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
 
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
 
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
 
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
 
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
 
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
 
II
 
Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.
 
İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.
 
Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...
 
III
 
Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.
 
Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.
 
Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.
 
Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...
 

 

5.İsmet Özel / Amentü

 

İnsan 
eşref-i mahlûkattır derdi babam 
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı 
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman 
bu söz asıl anlamını kavradı 
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından 
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı 
kararmış rakamların yarıklarından sızarak 
bu söz yüreğime kadar alçaldı 
damar kesildi, kandır akacak 
ama kan kesilince damardan sıcak 
sımsıcak kelimeler boşandı 
aşk için karnıma ve göğsüme 
ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden 
aşk ve ölüm bana yeniden 
su ve ateş ve toprak 
yeniden yorumlandı. 

Dilce susup 
bedence konuşulan bir çağda 
biliyorum kolay anlaşılmayacak 
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın 
yanık yağda boğulan yapıların arasında 
delirmek hakkını elde bulundurmak 
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için 
bana deha değil 
belgeler gerekli 
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza 
gençken 
peşpeşe kaç gece yıllarca 
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım 
bilmezdim neden bazı saatler 
alaturka vakitlere ayarlı 
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar 
yazgı desem 
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma 
Tokat 
aklıma bile gelmezdi 
babam onbeşli olmasa. 

Meyan kökü kazarmış babam kırlarda 
ben o yaşta koltuğumda kitaplar 
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı 
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları 
kafamda yasak düşünceler, Gide mesela. 
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm 
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana 
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar 
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı 
oysa hergün 
merkep kiralayıp da kazılan kökleri 
Forbes firmasına satan babamdı. 

Budur 
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku 
işte şehirleri bayındır gösteren yalan 
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan 
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla 
güç bela kurduğum cümle işte bu; 
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan 
tenimin olanca ağırlığı yok oldu. 
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak 
bile bir bir çınlayan 
ihtilal haberidir 
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu 
nisan ayları gelince vücudu hafifletir 
şahlanan grevler içinde kahkahalarım küstah 
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur 
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim 
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak 
biraz ağlayabilmek için 
fotoğraflar çektirir 
babam 
seferberlikte mekkâredir. 

İnsanın 
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda 
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak 
belki ruhların gölgesi 
düşer de marşlara 
mümkün olur babamı 
varlık sancısıyla çağırmak: 
Ezan sesi duyulmuyor 
Haç dikilmiş minbere 
Kâfir Yunan bayrak asmış 
Camilere, her yere 

Öyle ise gel kardeşim 
Hep verelim elele 
Patlatalım bombaları 
Çanlar sussun her yerde 

Çanlar sustu ve fakat 
binlerce yılın yabancısı bir ses 
değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur 
polistir babam 
Cumhuriyetin bir kuludur 
bense 
anlamış değilim böyle maceralardan 
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur 
yalnız 
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan 
nüfus cüzdanımda tuhaf 
ekmek damgası durur 
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu 
etin ıslak tadına doğru 
yavaş yavaş uyanmak 
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp 
hırsız cenazelerine bine bine 
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme 
korkak dualarından cibinlikler kurarak 
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz 
nakışsız yaşamakları 
silâhlanmak sanarak 
çıkardım 
boğaza tıkanan lokmanın hartasını 
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için 
halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak 
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış 
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa 
fly Pan-Am 
drink Coca-Cola 

Tutun ve yüzleştirin hayatları 
biri kör batakların çırpınışında kutsal 
biri serkeş ama oldukça da haklı. 
Ölümler 
ölümlere ulanmakta ustadır 
hayatsa bir başka hayata karşı. 

Orada 
aşk ve çocuk 
birbirine katışmaz 
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı 
kendi tehlikesi peşinden gider insan 
putların dahi damarından 
aktığı güne kadar 
sürdürür yorucu kovalamacayı. 

Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan? 
Nerde, hangi yöremizde zihnin 
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi 
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan 
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi? 
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim 
takvim yapraklarının arasını dolduran 
nedir o katı şey 
ki gücü 
gönlün dağdağasını durultacak? 
Hayat 
dört şeyle kaimdir, derdi babam 
su ve ateş ve toprak. 
Ve rüzgâr. 
ona kendimi sonradan ben ekledim 
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu 
ham yüreğin pütürlerini geçtim 
gövdemi alemlere zerkederek 
varoldum kayrasıyla Varedenin 
eşref-i mahlûkat 
nedir bildim. 

 

6.Turgut Uyar / Göğe Bakma Durağı

 

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

 

7.Abdurrahim Karakoç / Mihriban

 

Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban. 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban. 

Yâr deyince, kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor 
Lâmbamda titreyen alev üşüyor 
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban. 

Önce naz, sonra söz ve sonra hile... 
Sevilen, seveni düşürür dile 
Seneler, asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban. 

Tabiplerde ilâç yoktur yarama 
Aşk deyince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban. 

Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne... 
Şaştım kara bahtın tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban. 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı... 
Çözemedim... Çözülmüyor Mihriban. 

 

8.Mehmet Akif Ersoy / Çanakkale Şehitlerine

 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı' 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, 
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi; 
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. 
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... 
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

9.Sürgün Ülke

 

Gelin gülle başlayalım atalara uyarak 
Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine 
Bir anda yükselen bir bülbül sesi 
-Erken erken karlar ortasında 
Güneş dönmüş ışık saçan bir yumurta- 
Bana geri getirir eski günleri 
...Paslanmış demir bir kapı açılır 
Küf tutmuş kilitler gıcırdarken 
Ta karanlıklar içinde birden 
Bir türkü gibi yükselirsin sen 
Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken 
Söyleyemediğim ateşten kelimeleri 
Şuuraltım patlamış bir bomba gibi 
Saçar ortalığa zamanın 
Ağaran saçın toz toprağını 
Bana ne Paris'ten 
Newyork'tan Londra'dan 
Moskova'dan Pekin'den 
Senin yanında 
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı 
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu 
Geceme gündüzüme 
Gözlerin 
Lale Devrinden bir pencere 
Ellerin 
Baki'den Nefi'den Şeyh Galib'den 
Kucağıma dökülen 
Altın leylak 

III 

Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla 
Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma 
Kimi ırmaklardan yansıma 
Kimi kayalardan kırpılma 
Kimi öteki dünyadan bir çarpılma 
İçi ölümle dolu 
Dönen bir huni 
Doğarken güneş 
Kesilmiş ölü yüzlerden 
Bir mozayik minyatürlerden 
Dokunur tenimize 
Soğuk bir azrail ürpertisiyle ay 
Ve birden senin sesin gelir dört yandan 
Menekşe kokulu sütunlardan 
Komşu dağlardaki nergislerden leylaklardan 
Gözlerine ait belgeler sunulur 
Ey aşkın kutlu kitabı 
Uçarı hayallere yataklık eden 
Peri bacalarının yasağı 
Gönlümün celladı acı mezmur 
Bana bıraktığın yazıt bu mudur 
Ölüm geldi bana düğün armağanın gibi 
Senden bir gök 
Senden yıldızlar ördüler 
Ateş böcekleri 
O gece dört yanıma 
Ey bitmeyen kalbimin samanyolu destanı 
Sen bir anne gibi tuttun ufukları 
Ve çocuklar gülle anne arasında 
Seninle güller arasında 
Tuhaf bir ışık bulup eridiler 
Çocuklar dağ hücrelerinde erdiler 
Aramızdaki sırra 
Bir de ay ışığında büyüyen fısıltılar 
Gençlik monologları 
Seni alıp kaybolmuş zamanın çağıltısından 
Bana getiren 
Yasamız vardı 
Öfkeyle yazardın sen bir yüzüne 
Ölür ölür okurdum öbür yüzünde ben 

IV 

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin 
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği 
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Uzatma dünya sürgünümü benim 
Güneşi bahardan koparıp 
Aşkın bu en onulmazından koparıp 
Bir tuz bulutu gibi 
Savuran yüreğime 
Ah uzatma dünya sürgünümü benim 
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil 
Ayaklarımdan belli 
Lambalar eğri 
Aynalar akrep meleği 
Zaman çarpılmış atın son hayali 
Ev miras değil mirasın hayaleti 
Ey gönlümün doğurduğu 
Büyüttüğü emzirdiği 
Kuş tüyünden 
Ve kuş sütünden 
Geceler ve gündüzlerde 
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Bütün şiirlerde söylediğim sensin 
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin 
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın 
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin 
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için 
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini 
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini 
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Yıllar geçti saban olumsuz iz bıraktı toprakta 
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında 
Çatı katlarında bodrum katlarında 
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba 
Hep Kanlıca'da Emirgan'da 
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında 
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında 
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Ey çağdaş Kudüs (Meryem) 
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha) 
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında 
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında 
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında 
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında 
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında 
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda 
Verilmemiş hesapların korkusuyla 
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim 
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili 
Uzatma dünya sürgünümü benim 

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır 
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır 
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır 
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır 
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır 
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır 
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır 
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır 
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır 
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır 
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır 
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır 
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır 
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır 
Sevgili 
En sevgili 
Ey sevgili

 

10.Yahya Kemal Beyatlı / Sessiz Gemi

 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
  Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
  Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
  Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
  Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
  Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
  Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
  Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
  Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

 

11.Necip Fazıl Kısakürek / Sakarya Türküsü

 

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; 
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. 
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; 
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. 
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; 
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir. 
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat; 
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! 
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, 
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine; 
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. 
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? 
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, 
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur. 
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? 
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! .. 

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! 
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? 

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. 
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, 
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; 
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan. 
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; 
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! 
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; 
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? 
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; 
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? 
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? 
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! 
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; 
Sakarya, kandillere katran döktü geceler. 

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya, 
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! 

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; 
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. 
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; 
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? 
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! 
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! 
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun, 
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! 
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız; 
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! 
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; 
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! 
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz; 
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz! 

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; 
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! .. 

 

12.Erdem Beyazıt / Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair

 

"Telgrafin tellerini kursunlamali.."
Boyle degildi bu turku bilirim
Bir de icime
-Her istasyonda duran sonra tekrar yuruyen-
Bir posta katari gibi simsiyah dumanlar dokerek
Bazen gelmesi beklenen bazen ansizin cikagelen
Haberler bilirim, mektuplar bilirim
 
Gamdan daglar kurmaliyim
Kayalari kelimeler olan
Kirk ikindi saymaliyim
Kirk gun huzun bosaltan omuzlarima, saclarima
Saclarinin akisini anar anmaz omuzlarindan
Bastan ayaga islanmaliyim
Gam daglarina cikip, naralar atmaliyim
 
Icimde kaynayan bir mahser var
Bu mahser bir de annelerin kalbinde kaynar
Cunku onlar, yun orerken pencere onlerinde
Ya da camasir sererken bahcelerde
Birden aliverirler kara haberini
Okul donusu bir trafik kazasinda
Can veren ogullarinin
 
Bir de gencecik asiklarin yureklerini bilirim
Bir dolmusta; yorgun soforler icin bestelenmis
Bir sarkidan bir kelime dusuverince iclerine
Karanlik sokaklarina dalarak sehirlerin
Beton apartmanlarin sagir duvarlarini yumruklayan
Ya da melal denizi parklarin issiz yerlerinde
Ornegin hint okyanusu gibi derin
Isyanin kapkara sularina dalan
 
Nice aksamlar bilirim ki
Karanligini
Bir millet hastanesinde
Dokuz kisilik kadinlar kogusu koridorunda
Basini kalorifer borularina gommus
Beyaz gisilerinden uykular dokulen tabiblerden
Haber sormaya korkan genc kizlarin yureginden almistir
 
Bir de baharlar bilirim
Apartman oldalarinda buyuyen cocuklarin bilmedigi
                                           bilemeyecegi
Anadolu bozkirlarinda
Istanbuldan cikip, Diyarbekire dogru
Tekerleri
Yamali asfaltlari bir agustos susuzluguyla icen
Cesur otobus pencerelerinden
Bilincsiz bas kaymasiyla gorulen
Evrensen kadinlarin iki buklum capa yaptiklari
                                      tarla kenarlarinda
Ciplak ayaklari yumusak topraklara batmis
                                      irgat cocuklarinin
Bir ellerinde bayat bir ekmegi kemirirken
Diger ellerinde sarkan yemyesil bir soganla gelen
 
Yazlar bilirim, memleketime ozgu
Yigit koy delikanlilarinin
Incir cekirdegi meselelerle birbirlerini kursunladiklari
Birinin olu dudaklarindan sizan kan daha kurumadan
Ustune cehennem guneslerde mor sinekler
                                    konup kalkan
Digeri kan-ter icinde yayla yollarinda
Mavzerinin demirini alnina dayamis
Yuregi susuzluktan bunalan
Icinden makushane cesmeleri akan
Ansizin parlayan keklikleri jandarma baskini sanip
Apansiz silahina davranan
Nice delikanlilarin figuranlik yaptigi
Yazlar bilirim memleketime ozgu
 
Guzler bilirim, ulkeme dair
Karsiliksiz kalmis bir sevda gibi gelir
Kalakalmis bir kiyida melul ve tenha
Kalbim gibi
Kaybolmus daracik ceplerinde elleri
Titreyen kenar mahalle cocuklari
Bir sicak somun icin
Yalin kat bir don icin
Dokulurler bulvarlara yapraklar gibi
 
Kadinlar bilirim ulkeme ait
Yurekleri akdeniz gibi genis
Solugu afrika gibi sicak
Gogusleri cukurova gibi mumbit
Dag gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasil beklerse
Oyle beklerler erkeklerini
Yaslandin mi cinar gibidir onlar sardinmi umut gibi
 
Isyan siirleri bilirim sonra
Kelimeler ki tank gibi gecer adamin yureginden
Harfler harp duzeni almistir misralarda
Kimi bir vurguncuyu gece ruyasinda yakalamistir
Kimi bir soygun sofrasinda isikli salonlarda
Hirsizin girtlagina tikanmistir
 
Musluman yurekler bilirim daha
Kizdimi cehennem kesilir sevdimi cennet
Eller bilirim hasin, hoyrat, mert
Alinlar gormusumki vatanimin cografyasidir
Her kirisigi, sorulacak bir hesabi
Her cizgisi, tarihten bir yapragi anlatir
 
Butun bunlarin ustune
Hepsinin ustune sevda sozleri soylemeliyim
Vatanim milletim tum insanlar kardeslerim
 
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adin gelmeli
Adin kurtulustur ama soylememeliyim
Cankusum umudum canim sevgilim.