Hüseyin Velioğlu'nun portresinin yer aldığı görsel Botan FM'den alınmıştır
26 Mart 2015 02:00
Hizbullah, "Allah'ın hizbi" demek; Allah'ın partisi veya Allah'ın fırkası...
Ancak “Türkiye’de harekete geçmiş en dehşet verici örgütler hangileri” diye tek soruluk bir anket yapılsa, ön sıralardaki yeri tartışmasız olan örgütlerden biri bu iddiayı taşıyan Hizbullah olurdu. Zira, adı anılınca çoğunluğun hafızasını zorlamadan aklına gelecek görüntüler insanı ürpertmeye yetiyor:
Mezar evler, açılan çukurlardan çıkartılan cesetler ve domuz bağı…
1990’lara imzasını, kafanın arkasına sıktıkları kurşunla atmış olan Hizbullah, bugün hâlâ hakkında en az bilgiye sahip olunan örgütlerden biri. Hizbullah’ın bilinen hikâyesinin özeti şu:
Hizbullah hakkında insanlara belge aramadan “derin devlet projesi” dedirten başlıca olaylar; örgütün 1980 darbesi sonrasında Güneydoğu’da hızla palazlanması, kitlesinin hacmi kıyas kabul etmeyecek PKK’yla boy ölçüşebilmesi ve kendi üyeleriyle bölgenin önde gelenlerini saklama gereği duymadan infaz edebilmesi oldu.
Ocak, 2000 yılında liderleri Hüseyin Velioğlu, televizyonda canlı yayını da içeren sıra dışı bir operasyonla öldürüldükten sonra ele geçirilen örgüt arşivine dayanarak yargılamalar başladı. Ortaya saçılanlar, sadece gelişmeleri takip edenleri değil, Hizbullah’ın askeri kanadı dışında kalan tabanını da şaşırttı. Fakat binlerle de ifade edilebilen yargılamalara ve “Hizbullah bitti” sözlerine rağmen Hizbullah bitmedi.
Tam bir sene sonra Ocak, 2001’de örgüte karşı operasyonlar yapan Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve beş polis memuru öldürüldü. Bu ses getiren ve “Velioğlu’nun diyeti” olarak kabul gören katliam sonrasında Hizbullah, -en azından kamuoyuna yansıdığı kadarıyla- şiddete başvurmadı. Sessizlikleri Hizbullah’ı partileştirme kararıyla bozuldu.
Bölgeyi köy köy gezip tabanını yoklayan örgüt, önce dernekleşti; “Mustazaflar” adıyla kurulan bu dernek, “Hizbullah'ın amacı doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle kapatıldıktan sonra Hür Dava Partisi’ni (Hüda-Par) kurdu. “Peygamber Sevdalıları Platformu” adı altında yaptıkları Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde, İstanbul’da ancak AKP’nin ve Diyarbakır’da sadece HDP’nin doldurabildiği alanları dolduran Hüda-Par, bu kalabalığı siyasete kanalize edemedi ve 2014 yerel seçimlerinde aldığı yaklaşık 90 bin oyla bölgedeki siyasi karşılığı yüzde 0,2’de kaldı.
Türkiye tarihinin gördüğü bu en radikal İslamcı örgüt hakkında bilinenleri çoğaltmak için, aralarında gazeteci Ruşen Çakır’ın da bulunduğu sayılı araştırmacı Hizbullah’ın peşine düştü. Geçen yıllar içinde Hizbullah’ın kendini anlattığı birkaç kitap dışında araştıranların karşısına çıkan, Hüda-Par’ın resmi söylemiyle sınırlı oldu.
İlk kez, geçen hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “Türkiye’de Hizbullah” adlı kitapta, Hizbullah üyeleri, Hizbullah dışından bir araştırmacının soruları eşliğinde Hizbullah’ı anlattı. Aralarında eski okul arkadaşlarının da bulunduğu bir grup Hizbullah üyesi ile görüşen akademisyen Mehmet Kurt, örgütün tabanını ve bu tabanın sosyal hayatını yazdı.
Odağına, “illegal bir örgüt olarak Hizbullah” yerine “toplumsal hareket olarak Hizbullah”ı alan Kurt’un örgütle tanışıklığı liseden başlıyor. Mardin’de bir imam hatip okulunda okuyan ve Hizbullah üyesi öğrencilerin şiddetine de maruz kaldığını anlatan Kurt, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans okuduktan sonra din sosyolojisinde yüksek lisans yaptı. Doktorasını Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamlayan Mehmet Kurt, eğitimini önce Yale Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde, ardından Columbia Üniversitesi Sözlü Tarih Merkezi’nde sürdürdü. Queen Mary University of London çatısı altında yapacağı “Doğu ve Güneydoğu'da İslami Sivil Toplumun Dönüşümü” başlıklı çalışma için hazırlanan Mehmet Kurt, halen Bingöl Üniversitesi’nde öğretim üyesi.
“Türkiye’de Hizbullah” kitabı vesilesiyle Hizbullah’a dair öğrendiklerini dinlemek için Bingöl’de buluştuğumuz Mehmet Kurt, örgütün kuruluşundan başlayarak şiddetle ilişkisini, namlusunun İslamcı gruplardan nasıl önce PKK’ya, ardından da kendi üyelerine döndüğünü, Beykoz operasyonu sonrası yapılan köy ziyaretlerinde köylülere neler anlatıklarını aktardı.
Kurt, Hizbullah’ın tarihinde yer alan bu altbaşlıkların arasında büyük bir parantez açarak örgütün pikniklerini, kendileriyle özdeşleşen halayını, cenazelerini ve küçük not kağıtlarıyla kurdukları iletişimi de anlattı. Görüşmecilerinin güvenliği nedeniyle takma isim kullanan Mehmet Kurt, bir Hizbullah yöneticisiyle yazılı olarak yaptığı söyleşide HDP’yle gerginlikten cinsiyet değiştirme operasyonlarına bakışlarına kadar sorduğu sorulara aldığı yanıtları da T24’le paylaştı. Bölümlere ayırarak yayımlayacağımız uzun ama bilgi içerikli söyleşinin ilk bölümü için buyrun.
- Hizbullah sizi neden, nasıl öldürecekti?
Liseden tanıdığım, Hizbullah'tan ayrıldıktan sonra dost olduğum fakat o vakte kadar Hizbullah'a dair hiç konuşmadığımız bir arkadaşım anlattı. İslami hassasiyetlerle çevrili Mardinli bir ailenin ferdi olarak imam hatipte okuyordum ve parasız yatılı yatakhanesinde tek örgütlü güç Hizbullah’tı. “Televizyon izlemek haram” diyerek televizyonun parçalandığı, sabah namazına kalkmayanların şiddete maruz kalabildiği bir liseydi. Çalışma vesilesiyle görüştüğümde arkadaşıma aramızda yaşanan bazı kavgaları sordum, şöyle dedi:
“Bize emir gelmişti, ‘Cesetlerini çiğneyin’ diye. Sizi okul bahçesine çekip sıkıştıracaktık. ‘Oradan kimse sağ çıkmayacak’ demişlerdi. Onlarca kişi!”
İlk başta inanamadım. Ama bugün 90'lı yıllarda hayatta kalmış olmak tesadüf gibi geliyor. O günlerde öldürmek için ciddi bir nedene ihtiyaç yoktu.
- Bu diyaloğu yaşadığınız Sermest’e göre, kavganın sebebi “berduş” olmanız. Bir imam hatipli, Hizbullah’ın gözünde nasıl “berduş” olur; Müslümanlığınızın onlar tarafından yetersiz bulunması sizce nedendi?
O dönemlerde Hizbullah çok keskin bir söyleme sahipti. Lisedeki aidiyet biçimini ayrıca hesaba katmak lazım. İmam hatipte çok kavga gürültü olurdu. Öğrencinin öğretmene kalaşnikof çekebildiği yıllardan bahsediyoruz. Size belli bir yaşam biçimi dayatan bir anlayış vardı. O arkadaşların pek çoğundan haberdar olamadım ama aralarında iyi bazı arkadaşlar da vardı, daha çok onlar mağdur oldular.
- Neden?
Tanıdığım biri vardı, inanmış, insanlara yardımcı olan, pek şiddeti tasvip etmeyen biriydi. Sonradan öğrendim, en uzun hapis cezasını o almış. Biz onu çok da sevmezdik ama farklı değerlendiriyorduk.
- “Biz” dediğiniz kim, Kürt siyasi hareketine yakın kesim mi?
Öyle bir tarafımız yoktu. Aile tercihi olarak, pansiyonu da olduğu için imam hatipte bulunan, bir liseli taşrada ne kadar serserilik yapmak istiyorsa, o kadar serserilik yapmak isteyen ama ideolojik motivasyonları olmayan sınıf ve pansiyon arkadaşlarıydık.
- Hizbullah, çoğunluğunu oluşturduğunu söylediğiniz çocuklar arasında mı örgütleniyordu?
Sadece çocuklar arasında değil. Lise dışında, büyük bir yaş grubuna yönelik de örgütlenme vardı. Üniversitelerde, esnaflar arasında… 90’lı yılların başında liselerdeki Hizbullah mensuplarının önemli bir kısmı diğer öğrencilerden yaşça daha büyük kişilerdi. Ama zamanla ortalama düştü, 90’ların sonunda bize yaklaştı. Bir görüşmede ifade edildiği gibi, ortaokul birinci sınıftan itibaren çevreye giriyorsunuz; hele ki aile Hizbullah’tansa aidiyet oradan başlıyor.
- Aileniz Hizbullah’tan değilse ortaokulda Hizbullah’a girmenin “konforu” ne?
Bir kere koruma kalkanı var. Güvensiz yıllarda sizi kollayan bir kitle düşünün. Ayrıca ciddiye alındılar, o grup aidiyeti onlara güç hissi verdi.
- Hizbullah yönetimi onları ne kadar ciddiye aldı; muhakeme yeteneklerine ne kadar güvendi? Kitapta dillendirdiğiniz bireysel şiddetin derecesi sizce bu kişilerin çocuk olmasıyla da açıklanabilir mi?
Şiddet ortamlarında çocukluk çok erken tarihlerde bitebilen bir şey. Haydar Darıcı’nın yüksek lisans tezi, Adana’da taş atan çocuklarla ilgiliydi. “Çocuklar”ın bir oyun olarak polise taş atmaca gibi oyunlar oynadığını, Haydar’ın verilerini teyit eden bilgileri ben başka bir sahada ortaya çıkarmış oldum. Hizbullah’a gelince, şiddetin boyutlarının çocuklukla ilgili olup olmadığın tamamen emin değilim. Ortaokulda Hizbullah’ta olan, lisede oradan ayrılan biri “Elime sopayı verirlerdi, git bunu vur falan diye” demişti, “Tabii bir iki tane vurduktan sonra kişi zaten farkında olmadığı için dengesini kaybeder, kendini savunamaz, sonra da ben kahramanlaştırıldım.” Böyle gülerek anlatırdı ama çocuklar ne düzeyde bu sürecin bir parçası olarak kullanıldı bilmiyorum.
- Darıcı, Cizre örneğinden yola çıkarak “çocuk” yaşta politize olanların, şiddete yaklaşımdaki farklılıkları da nedeniyle ailelerini hor görebildiklerini, bunun aile içinde çatışmalara yol açabildiğini aktarmıştı. Taş yerine kezzap atmak aile içinde gerilime yol açıyor muydu? Bir adım öteye geçerek, kezzap aile üyelerine karşı kullanılan bir silaha da dönüşüyor muydu?
Sınırlı orandaki izlenimlerim şunu söylüyor; ailenin dindarlığını, namazında niyazında olan anneyi babayı beğenmeme hali yaşanabiliyor. Ama bu çocukların ailelerine kezzap atıp atmadığını, başkalarına kezzap atanların çocuk olup olmadıklarını bilmiyorum. Tabii anneden babadan gelen tepkiler üzerine de bir çatışma zemini yaşanabiliyor, Ali’ninki hikâyesinde olduğu gibi.
- Ne oldu Ali’ye?
Ali, Nusaybinli. Hizbullah'a üye oluyor diye babası tarafından öldürüldü. Öldürüldüğünde 14 yaşındaydı. Bildiğim kadarıyla baba PKK’li.
- Ruşen Çakır’ın “Derin Hizbullah” kitabında yer alan bir röportajda, isim verilmeden benzer bir hikâyeden bahsediyor; çocuk PKK’lı babası tarafından öldürüldükten sonra çocuğun ablası da cezaevinden çıkan PKK’lı babayı öldürüyor.
İkinci kısmı bilmiyorum.
(Ali'nin babası tarafından öldürülmesi ardından bestelenen ve Hizbullah için propaganda özelliği de taşıyan albüm serisi "Şehitler Kervanı"nda yer alan parçayı dinlemek için tıklayın)
- Filmi başa saralım; Hizbullah neden, nasıl kuruldu?
Hizbullah, “Cemaata Ûlemayên Îslamê / İslam Âlimleri Cemaati” ismiyle 1979 yılında kuruluyor ama 80’lerden sonra fark ediliyor. Görünürlükteki bu değişimi, Batman'da küçük bir ilde geleneksel ilişki biçimleriyle kurulan bir yapının Diyarbakır’a taşınmasına bağlıyorum. 79'dan önce de Hizbullah'ın kuruluşuyla ilgili bazı konuşmalar var. Ama daha geriye götürmek zor çünkü Hizbullah’ın kurucusu Hüseyin Velioğlu o vakitlerde Ankara Siyasal'dan mezun oluyor. 79 yılında bölgeye geliyor, Batman'da Petrol-İş Sendikası’nın başkanlığı için muhafazakâr bloğun adayı oluyor ve bin küsur oy alıyor. Bu Velioğlu’nun o çevrelerce tanındığını ve takdir edildiğini gösteriyor. Hizbullah, kamuoyunda şiddet eylemleriyle bilindikten sonra çoğu grup, Hizbullah'ı tanımıyormuş gibi yaptı ama bence daha önceden Velioğlu’nu pekâlâ biliyorlardı. Ayrıca Hizbullah çok kapalı, tamamen yeraltında bir örgüt olarak başlamadı. Henüz şiddet başlamadığı için ilk dönemlerinde daha rahat hareket ediyorlardı. 80’lerin başında oldukça görünür olduklarını söyleyen kişiler oldu.
- Peki, Hüseyin Velioğlu kim? Mülkiye’ye gitmiş, bölge açısından sıra dışı bir geleceğe de sahip olabilecek bir insan, neden Hizbullah gibi bir örgüt kurmak istiyor?
Bir görüşmecim, yine Mülkiye’den mezun olan “Abdullah Öcalan vali, Velioğlu da kaymakam olsa, muhtemelen bu sıkıntılar oluşmayacaktı” dedi. Öyle olur muydu emin değilim. Neticede bu kişiler bir tabana yaslanarak bu grupları inşa ediyor, büyütüyorlar. Fakat Hizbullah çok anlatmasa da Velioğlu'nun kaymakamlık sınavına başvurduğunu ve kazanamadığını biliyoruz. Aslında Velioğlu'na dair bildiklerimiz oldukça sınırlı, nasıl bir motivasyonla Hizbullah'ı kurduğunu ve neden başka bir yoldan ilerlemeyi tercih ettiğini bilmiyoruz; bilen varsa da anlatmıyor.
- Velioğlu, ilişkili olduğu Milli Türk Talebe Birliği’nde yer alan, daha sonra iktidara gelecek, aralarında Abdullah Gül’ün de olduğu ekiple ilişki kurdu mu; bu biliniyor mu?
Velioğlu, o jenerasyonun daha genç bir ferdi olarak MTTB'de yer aldı. MTBB, Mardin'de, Diyarbakır'da, Batman'da örgütlenmesi olan da bir yapıydı. Ama Velioğlu’nun oradaki ilişkilerini, diyaloglarını bilmiyorum. Fakat görüşmecilerimden biri, Velioğlu’nun bir dönem Şevket Kazan'ın şirketinde çalıştığını ifade etti.
- Daha sonra, tabirinizle “Hizbullah’la tanışmıyormuş gibi” yapacak hareketlerden Milli Görüş’ün önde gelen isimlerinden birinden bahsediyorsunuz.
Kazan’la doğrudan tanışıyorlar mıydı, şirkette üst konumda mıydı, ne kadar süre orada çalıştı bilemiyoruz. Bence mesele şu: Sadece Hizbullah üzerinde de değil, bugün Kürt İslamcı olarak tanımlanabilecek pek çok grubun en azından ilk jenerasyonları Türk İslamcılarıyla birlikte hareket etti.
MTTB, İhvancı (Müslüman Kardeşler) çizgide hareket eden Milli Görüş gibi yapılar bunlar arasındadır ama belli bir süre sonra Kürt İslamcılar, Türk İslamcılarından ayrılıp, ayrıca Kürt vurgusu yapmadan “Türk İslamcılarıyla beraber hareket edemeyiz” diyorlar. Kavmiyetçiliğin yadırgandığı bir ortamda neden ayrışmak istedikleri sorgulanmalı. Etnik ayrım bir aşamadan sonra oluşuyor. Biliyorsunuz, Kürt hareketinde de benzer bir süreç var; 60’lardan itibaren Türk solu içinde bulunan ama sonradan ayrışmış bir yapı var.
- Hizbullah’ın politikalarında Kürtlüğü öne çıkarmamaktan öte göz ardı etmesi hakkında yapılabilecek “Kürt demeden Kürdistani” tanımı sizce ne kadar doğru olur?
Bu sizin tanımınız olur, ben bu hali çok net tanımlayamıyorum. Ama Hizbullah’la alakası olmayan Hareketa Azadi diye bir grup var mesela bugünlerde, kendilerini Kürdistani olarak tanımlıyor. Böyle birçok grup daha otonom olmak istiyor. Türkiye'de dile getirilen ümmetçi söylem, bu örneklerde bir şemsiye altında Kürtleri ve Türkleri buluşturamıyor. Bunun sebeplerinin araştırılması gerekiyor.
- Sebep, kitabınızdaki bir görüşmecinin Milli Selamet Partisi’nin kongresinde içeriği için değil ama Kürtçe slogan attığı için uyarılmasında yatmıyor mu?
Tabii ki. Doğru Haber’in yayın yönetmeni Mehmet Göktaş'ın kitapta alıntıladığım sözlerine belli oranlarda katılıyorum. Türk İslamcılarının dahi Kürdi olmaya yönelik en ufak göstergeyi etiketleyen bir bakış açısı var. Pek çok Kürt İslamcı bu nedenden dolayı küsüyor Türk İslamcılara. Göktaş dışındaki bazı görüşmecilerim de “Türk İslamcılarında devlete sahip olmanın özgüveni, ‘Türkiye’de İslamcılık yapılacaksa bunu Türkler yapar’ havası var” dediler.
Eksik yüzleşmeler ülkesi Türkiye’de yüzleşilmesi gereken bir konu da bu kodlar. Ne zaman bir cami kürsüsünde “Müslümanlar kardeştir” söylemi dile getirilse, beş vakit namaz kılan bazı Kürtlerin bu kardeşlik söylemi üzerinden kendi Kürtlüğünün inkar edildiğine dair bir hisse kapıldığını biliyorum. PKK tabanından bahsetmiyorum, AK Parti’ye destek veren dindar muhafazakâr Kürtlerin bir kısmında dahi bu duygu çok güçlü.
- Velioğlu, Hizbullah'ı nasıl kuruyor?
Velioğlu, yeraltına çekildiği ’91 yılına kadar başta Batman, Diyarbakır, Mardin, Şırnak ve Van’ın ilçeleri başta olmak üzere bölgede gezilmedik hiçbir yer bırakmıyor. Velioğlu, buradaki medreseleri dolaşıyor, hocalara, imamlara “dava”yı anlatıyor.
- Peki, Velioğlu’nun “dava”sı ne?
Velioğlu döneminde, prensip olarak yayın yapılmadığı ve bir manifesto yazılmadığı için bilmiyoruz. Yaygın bir söylem olarak eskiden İslam Devleti kurma misyonu olduğu çokça dile getirildi. Şu anda ‘davayı ulaştırma’ söylem olarak öne çıkıyor. Dava Hizbullah’ın kaynaklarında “tebliğ” diye (Kur’an-ı Kerim ve sünnetin mesajlarını başkalarına ulaştırma) çok muğlak bir ifadeyle dile getiriliyor ama şu anda “İslam devleti” gibi bir misyonları var mı bilmiyorum.
O dönemde bazı medreselerde, yaşı daha genç olan ve Müslüman Kardeşler’in yazdığı kitapları Arapça biliyor olmaları nedeniyle diğerlerinden daha erken okuyan bir genç kitle vardı. Bu genç seyda (dini âlim) kitlesinin bir kısmı Hizbullah'a katılıyor. Ama erkenden ayrılıyorlar.
- Dolaşımda olan bir sebebe göre, “Seydalar Suudi Arabistan kaynaklı bir gruba geçtikleri için Hizbullah’tan ayrıldı.”
Bölgede o zaman hareketlilik çok, sadece Hizbullah faaliyet yürütmüyor. Bahsettiğiniz durum, Arabistan kaynaklı “Rabıta” olarak tanımlanan organizasyonun etrafındaki kitle. Bunun dışında pek çok grubun varlığından da bahsedildi.
- Hizbullah’ın yanı sıra bölgede aktif olan gruplar hangileri?
Menzil, Partiya İslamî ya Kurdistanê, İslami Cemaat ve Hizbi İslami, Hareketa İslami, Fedaiyên İslamê/İslam Fedaileri, Vahdet var. Batman'da Fecir grubu adı altında bir grup var ama Ankara'daki Fecir yayınları çevresiyle alakaları yok. Tevhid ve Selam diye iki ayrı örgüt var.
- Bugün Gülen cemaatine atfedilen usulsüz dinlemelerin kaynağı olarak gösterilen davanın konusu Selam-Tevhid, tek cemaat değil mi?
Bunu görüşmecime ben de sordum. Bu dinlemelere kaynak olan Tevhid-Selam örgütü ile görüşmelerimin isimlerini andığı gruplar aynı değiller, anladığım kadarıyla ayrılar. Anılan grupların her birinin 300-500 üyesi, çeşitli illerde takipçileri, bazen sayısı 2-3 bini bulan örgütlenmeleri var. Bunların öncüleri var, kendi aralarında dersler yapıyorlar, hocaları seyahatler yapıp kitabevleri etrafında bulunan insanlarla çeşitli konuşmalar yapıyor. Ama bunların çoğu Hizbullah kadar “agresif” bir örgütlenmeye sahip değil.
- Hizbullah'ı “agresif" yapan ne?
Hizbullah 2000’lerde kurulan bir örgüt olsaydı, geçmişte yaşananlar yaşanır mıydı şüpheliyim. Ama 60’lardan itibaren İhvancı hareket, pek çok İslami oluşumu etkiliyor. 79’da İran İslam Devrimi gerçekleşiyor ve bazı görüşmecilerin ifade ettiği gibi, bu, “Türkiye’de de devrim oldu olacak” demek. Bu, İslamcı gruplara acayip bir cesaret veriyor. Benim bu argümanı destekleyecek çok verim yok ama bir görüşmecim şunu da söylüyor; “PKK ortaya çıkıyor ve bu örgüte kimi zaman kendi akrabalarımız da katılıyor. Oluşan o güç bir şekilde Hizbullah’ı da motive ediyor. Hizbullah'ın da kendi perspektifiyle ama benzer bir yoldan takip edebileceği bir yöntem ortaya çıkıyor.” Hizbullah için eylem, düşünceden her zaman çok daha öncelikli. İhvan, İran İslam Devrimi, diğer taraftan sağ-sol çatışması ve PKK’nin ortaya çıkmasından sonra Hizbullah uygun bir ortam buluyor. Güvenlikçi bakış açısının odağında PKK varken onlar örgütleniyor. Namazında niyazında olmaları nedeniyle de göz ardı edilmiş olabilirler.
- Kürtlerin yanı sıra dinle de bir derdi olan askerin yönetimde olduğu düşünülürse, İslamcıların rahatça örgütlenmesi ne kadar mümkün?
Yine gözaltına alınanlar oluyor ve kayda geçiyorlar ama yoğunluk PKK’nın üstünde.
- Siz Hizbullah’ın hikâyesini kaça ayırıyorsunuz?
Kendi Dilinden Hizbullah kitabında üç döneme ayrılıyor, bence de bu doğru. Ama kuruluş dönemi olaran 1979-1991 arasındaki birinci dönemin şiddetsiz olduğu fikrine katılmıyorum. Çünkü 80’lerin ortasından itibaren ölümle sonuçlanmayan kavgalar var.
- İlk döneminde kiminle kavga ediyor Hizbullah?
Örgütlenirken Menzil’le, sonra Vahdet’le kavga ediyorlar. Camilerde kim, ne zaman ders verecek gibi nedenlerle, ayrıca liselerde tartışmalar yaşanıyor.
İkinci süreç, Mayıs, 91’de PKK’yle ölümlü çatışmalar ile 2000’de Velioğlu’nun öleceği Beykoz operasyonu arasında geçiyor. Bu bölüm, kendi içinde de ikiye ayrılıyor; 1- PKK, Menzil ve diğer gruplarla çatışmalara girildiği dönem, 2- İç infaz süreci. Üçüncü dönem de legalleşme aşaması. Velioğlu öldürüldükten sonra Hizbullah, birkaç sene camilerdeki faaliyetlerini durdurdu ve yeraltına çekildi. Cezaevlerinde de, dışarda da “ne yapmalı” meselesi tartışıldı ve legalleşme benimsendi. 2002-2003 gibi bazı Hizbullah mensuplarının köyleri ziyaret ettiklerini, “Hizbullah bitmedi”, “Yeniden örgütleneceğiz” dediklerini, hatta bazı kişilerden özgeçmiş istediklerini duydum.
- İlk dönemde Menzil ve Vahdet ile karşı karşıya gelmek, tabanda “Velioğlu, İslami davanda İslamcılarla takışmak neden” sorularına neden olmadı mı?
Velioğlu’nu tanıyorlar mıydı ki? Yine de bunlar sorgulandığı için ’79-91 arası Hizbullah’tan bireysel kopuşların yanı sıra kitlesel kopuşlar da oluyor. Ama şeffaf bir yönetim olmadığı için “Ne yapıyorsunuz” sorusu yanıtsız kalırdı.
- Yine de İslamcılarla çatışma, kitlenin büyümesine engel olabilecek kadar temel bir çelişki olarak görülmedi, doğru mu?
Belki.
- Kitabınızda Beykoz operasyonunu televizyondan izleyen iki Hizbullah üyesinden biri “Bu kim” derken diğeri “Herhalde önemli bir komutan” yanıtı veriyor. Liderin kim olduğunu bilmedikleri, yayın yapmayan bir örgütte, yeri geldiğinde üç yıl evden çıkmadan beklediklerini de söylediğiniz kişilerin aidiyetleri tam olarak kime, neye? Hizbullah’ta demokrasi aramasak da, insanların sorgulamalarına cevap almadan sadakatlerini koruması ne kadar mümkün?
Camilerde dersler, toplantılar oluyor. Ayrıca her hafta raporlar yazılıyor. Lider görünür değil ama lider kültü ve güçlü bir grup aidiyeti var.
- Ne raporları?
’90’ların ortasından itibaren yumuşasa da, kuruluşundan neredeyse Beykoz operasyonlarına kadar Hizbullah, kendi üyelerinin her hafta bilgi verebilecekleri bir sistem oluşturmuş.
- Yazılan raporlarda, örgütün “uygunsuz” bulduğu bilgi çıktığında ne oluyor? Üyenin yargılanmasını kim, hangi kriterlere göre yapıyor?
Örgütün kendi mahkemeleri olduğunu, üyelerini bu mahkemelerde yargılamış olduğunu duydum. Bu mahkemeler nasıl oluşuyordu, kim, kimi nasıl yargılıyordu, bugün bu mahkemeler var mı bilmiyorum. Ben de merak ediyorum.
Herkesin bir şekilde istihbarat ağına dahil olduğu; caminin veya sizin komşularınızın kim olduğuna, Kur’ân dersi verdiğiniz öğrencinizin durumuna dair bile rapor yazdığınız bir sistem bu. Zaten girişte verdiğiniz CV’de yedi ceddinize kadar kendinizi açıklıyorsunuz.
- CV vermek bir zorunluluk mu?
Evet, aile bireylerinin politik görüşlerini de içeren kapsamlı bir CV. Bir görüşmecim 6 adet vesikalık fotoğraf istediklerini de söyledi, ne kadar doğru bilmiyorum. Haftalık raporlar dışında, bir vukuat olmuşsa bölge sorumluları da rapor isteyebiliyor.
Bir kişi lidere soru sormak istiyorsa pelur kağıda mesajını yazıyor ve oldukça ufalttıktan sonra, üstüne o zaman kendilerini tanımladıkları biçimde cemaati temsilen “c” harfini yazıp bantlanıyor. Böylece açıldığında bir daha kapanmayacağını, tehlike anında yutmanın da kolaylaşacağını düşünüyorlar. Direkt en tepeye iletileceği varsayıldığı için bölge sorumlusuna dair şikâyetler de yazılıyor bu kağıtlara. Yanıt da aynı şekilde geliyor. Fakat görüşmelerde, sistemin o kadar mükemmel işlemediğini söyleyenler de oldu. Sanıyorum, güce aidiyet çok daha güçlü olduğu için Velioğlu’nun kim olduğunu bilmeye çok da gerek kalmıyor.
- Anlattıklarınızdan çıkan hücre yapısında, insanlar hacmini bilmedikleri hangi güce aidiyet duyuyorlar?
Birbirini hiç tanımayan hücreler değiller bunlar. Hizbullah’ın bölgede etkili olduğu, pek çok mensubu bulunduğu üyeler tarafından biliniyor. Gizem, daha çok askeri kanat aşamasında gerçekleşiyor. Yine de Beykoz arşivi bu açıdan önemli. Ne kadarı yok edildi bilmesek de şu an emniyetin elinde olan arşivde bir milyon sayfa bilgiden bahsediliyor. Hacim sorusu en tepede çözülüyor.
- Bu raporlara ve CV’lere hakim tek bir kişi mi var? Velioğlu’nun ortaklaştığı, 2. adamı veya yükünü bölüştüğü birileri var mı?
Bildiğim kadarıyla otoritesini paylaşmıyor, karar alıcı kendisi ama yükünü paylaştığı kişiler var.
- Kim bunlar?
Şûranın sayısı zaman zaman değişiyor. İlim Kitabevi’nin kurulduğu süreçten itibaren çevresinde oluşan bir kitle var. İntibam, süreçte bu kitlenin ona yardım ettiği yönünde.
- Şûranın bölüştüğü sorumluluklar arasında askeri kanat var mı, yoksa bu birlik direkt Velioğlu’na mı bağlı?
Bir askeri kanat sorumlusu var.
- Beykoz operasyonundan kurtulan Cemal Tutar mı?
O olması lazım.
- Askeri kanadın ne kadarı yargılandı; bugün aramızda dolaşan Hizbullah’ın askeri kanadından kimseler var mı?
300 kadarı şu an müebbet hapis cezası çekiyor. Hepsi yargılanmamıştır. Askeri kanattanlar mıdır bilemem ama yemek yediğiniz lokantanın ve kontör yüklediğiniz dükkanın sahibi, bindiğiniz taksinin şoförü onlar olabilir. Kendilerini toplumdan ayrıştırmış insanlar değiller.
- Siz, askeri kanattan Hizbullahçılara ulaşabildiniz mi; çalışmanız bu alanı da kapsıyor mu?
Hayır. Bir görüşmecime şunu sordum; “Neden sen Kur’ân derslerine ve cami faaliyetlerine yönlendirildin de, bir diğeri askeri kanada seçildi?” Askeri kanattan insanları dinlemediğim için eksik bir bilgi ama bu görüşmeci, “Benim ailemde dini bilinç daha yüksek olduğu için ben çok marjinalleşmedim” dedi.
- Askeri kanadı “marjinal” olarak görüyorlar mıydı?
Bugünden baktıklarında marjinal görüyorlar ama ayrılmalarına rağmen “Onlar çok büyük fedakarlıklar yaptı” diyorlar. “Sınıfsal olarak onlar daha alt katmandı”, “Eğitim açısından dezavantajlıydı”, “Bir kısmı eski uyuşturucu bağımlısıydı” diyen oldu ama bunlar ne düzeyde doğru bilmiyorum. Şiddet ve öldürme eylemlerine karışan eğitimli, tıp fakültesi okuyan Hizbullah mensupları olduğunu da duydum.
- PKK örneğinde hareket içindekiler silah tutanlara saygı beslerken, Hizbullah’ta bu kesimi küçük görme eğilimi mi vardı?
Bunu dile getirenler Hizbullah içinde mevki sahibi insanlar değil. Muhtemelen öyle olsalar PKK’ninki gibi kutsayan bir söylem kullanırlardı. Ayrıca görüştüğüm kişiler bu konuyu genel olarak konuşmamayı tercih etti.
- Kitabınızın ilk olma niteliği taşıdığı alan, Hizbullahçıların ağzından öğrendiğimiz sosyal hayatları.
Şimdiye kadar Ruşen Çakır’ın kitabının da aralarında bulunduğu çok az kitap hariç tutulursa, Hizbullah’a dair üretilen bilgi tek taraflı oldu. Sadece şiddet anlatısını merkeze aldılar, analizinde oryantalist kolaycılık yaptılar. Şunu göstermek istedim; bu insanlar sokakta birilerinin kafasının arkasına tek kurşun sıkıp, sonra da yok olmuyorlar. Sabah kalkıp dükkan açıyorlar, okula gidiyorlar. Kitap çıktıktan sonra Kürt hareketine yakın bir öğrencim gelip “Hocam, benim yengem de bunlardandır. Bizim ailede başka…” diye devam etti. Veya bugün yakın akrabasını Kobanê’de kaybeden bir tanıdığım, başka bir akrabasının Hizbullahi olduğunu söylüyor. Bu kişiler uzayda yaşamıyorlar, aramızdalar ve bir hayatları var.
- O zaman bize insanların kafasının arkasına kurşun sıkmayan Hizbullah’ın hikâyesini anlatır mısınız?
Bu kişiler, kavgalara karışma ihtimalleri akılda tutulmakla birlikte şiddete bulaşmayan geniş bir kitle. Çoğunluğu cami dersleri aracılığıyla Hizbullah’a dahil olmuş, tebliğ, eğitim ve sosyal hayat içinde bazı sorumluluklara sahiptiler. “Bu ülkenin en demokrat insanlarıdır” diyemem ama bir yönüyle kendi halinde dindar kişiler. Hizbullah elbette ki gündelik hayatlarını etkiliyor, hep dikkatliler, endişeliler ama kamuoyu algısı nedeniyle her Hizbullah mensubu eşittir infazcı, katil demek doğru değil. Gerginlikler artınca bu kitlede de marjinal, keskin söylemler gelişiyor ama genel olarak şiddet hayatlarının merkezinde değil.
“Cemaatin oğulları” dışında kalan Hizbullah kitlesi, askeri kanattan soyutlanmış, çok büyük bir kitle. Aralarında şimdi “Bilmiyorduk” diyenler olsa da geniş bir kitle, duyum düzeyinde de olsa şiddeti biliyorlar ve o dönem sorgulamadılar. Bu kitle, 2000’den sonra o şiddetin yoğunluğunu fark etti. O yüzden şimdi vicdan azabı çekenler ve “İki kuşbazın hesabını nasıl vereceğiz” diye soran var. Komşu evin bahçesine giden güvercinleri kovalayan ama orada hücre evi olduğu için öldürüldüğü düşünülen iki kuşbaz…
Bu geniş kitlenin dışında askeri kanattan olan, şiddete bulaşan ve kendilerine “Cemaatin oğulları” denilen kitle ise, bir şekilde kurban edilen “oğullar”; ailelerinden ayrılıyorlar, ayrı yerlerde, gerektiğinde yıllarca evden çıkmadan yaşıyorlar ve hayati ihtiyaçları tamamen Hizbullah tarafından karşılanıyor. Ama bu tür yapılarda ak ve kara diye bir ayrım yapmak da çoğu zaman yeterince betimleyici olmuyor.
YARIN: Hizbullahçıların gündelik hayatı, halayı ve Sermest’in hikâyesi
© Tüm hakları saklıdır.