Kültür-Sanat

İstanbul'un 8500 yıllık tarihi

Araştırmacı-tarihçi Necdet Sakaoğlu NTV Tarih'in Mayıs Sayısında İstanbul'un tarihini anlatan özel bir çalışmaya imza attı.

09 Mayıs 2011 03:00

T24 - Araştırmacı-tarihçi Necdet Sakaoğlu NTV Tarih'in Mayıs Sayısında İstanbul'un tarihini anlatan özel bir çalışmaya imza attı. Necdet Sakaoğlu'nun kaleminden İstanbul'un 8500 yıllık tarihi NTV Tarih'in Mayıs sayısında. 



En eski İstanbul’un MÖ 7. yüzyılda kurulduğu düşünülen Byzas şehir devleti olduğu sanılıyordu. Arkeolojik kazılar, ilk yerleşimin MÖ 6000’lere kadar indiğini gösterdi. Ancak şehrin ilk parlak dönemi, Konstantin’in kentine dönüştüğü zaman başladı. Eski Doğu Roma başkenti, şehrin 1453’te Türkler tarafından fethinin ardından artık Osmanlı Devleti'nin payitahtıdır ve resmi adı Mahrusâ-i Kostantiniyye olmuştur. Böylelikle geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorluğun başkenti olan İstanbul, bir kez daha Akdeniz havzasının merkezliğine aday olur. 


Denizle içiçe bir payitaht 

Akdeniz Havzası uygarlıklarının tarihsel- kültürel birikimleriyle öne çıkan iki merkezi Roma ve İstanbul’dur. Ancak İstanbul'u Roma’dan farklı kılan özellikleri söz konusudur: Eski çağlarından beri büyük devletler, karasal başkentlerden yönetilmişken İstanbul, denizle iç içe tek imparatorluk payitahtı olma ayrıcalığını yüzyıllar boyu korumuştur. Firavunlar, deniz yerine Nil'in kıyılarında oturmuşlardı. Roma imparatorluğu ise kıyıdan 25 km içeride, Tiber'in iki yakasındaki "Yeditepeli" Roma'dan yönetiliyordu. Oysa Doğu Roma- Bizans imparatorları, sonra Osmanlı padişahları Marmara'nın, Boğaziçi'nin, Haliç'in kuşattığı yarımadada kurulu bu eşsiz payitahtta hüküm sürmüşlerdir. Bunun bir ayrıcalık olduğunu vurgulamak için İstanbul’dan başka imparatorluklara başkentlik eden bir kıyı kenti bulunmadığını; çağımızda da İngiltere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın, İspanya'nın, ABD’nin, Çin'in, Japonya'nın, Rusya'nın, Mısır'ın, Türkiye'nin, daha pek çok devletin karasal başkentlerden yönetildiğini hatırlamak gerekiyor. 

İstanbul'un, bir yarımada üzerindeki aralıksız 1600 yıl süren payitahtlığını, tanrı vergisi doğal güzelliklerin, ılıman iklimin, konumuna uygun topografyanın donattığı da unutulmamalıdır. Bugün "Tarihi Yarımada" diye bilinen asıl İstanbul; Sarayburnu'ndan Edirnekapı'ya uzanan sırtında, 45 rakımdan 85'e kadar yükselerek bir zincir oluşturan ünlü "Yeditepe"yle Haliç’e ve Marmara’ya eğimli ve surlarla çevrili eteklerinden ibaretti. Sonraki yayılma alanları: Sarayburnu -Boğaz Kavağı (Salacak) girişinden, Rumeli-Anadolu Kavakları'na kadar bir su yolu olan 28 km'lik "Boğaziçi"; Sarayburnu-Galata liman ağzından, içeriye 8 km'lik doğal liman " Haliç"; Haliç’in karşı yakasında uzun zaman ayrı bir kale-kente taban oluşturan Galata burnu; Boğaziçi'nin Rumeli ve Anadolu kıyılarını süsleyen Beşiktaş, Ortaköy, Hisar sırtları; Çamlıca tepeleri, Otaktepesi, Yuşa Tepesi,...Haliç’e ve Boğaz'a inen vadiler ve dereler, Marmara'nın kıyıya yakın sularına serpilmiş "Adalar"... Küçükçekmece, Büyükçekmece, Terkos gölleri, tatlısu kaynakları... Doğanın İstanbul'a bahşettikleri saymakla bitmez. 

Efsanelerin tatlılığı, son arkeolojik buluntularla İstanbul’un zaman şeridinin üçe hatta dörde katladığı bir yana; “Kentin bilinen tarihi için gong ne zaman çaldı?” sorusuna Bizantionlu tarihçi Dionisios yanıt veriyor: Bu yazara göre, kentin Bizas tarafından kuruluşu MÖ 658'dedir. Sarayburnu'nun doruğu olan 1. tepeye inşa edilen akropol ile çevresindeki agora, hipodrom, stadion gibi antik kentlere özgü yapılanmalarla gelişen Bizantion' un ilk temellerinin izleri henüz keşfedilmemiştir. Hıristiyanlığın güçlenmesi sonucu, Roma imparatorluğu'nun ağırlık noktasının da Doğu'ya kayması kaçınılmazdı. Hıristiyanlarla barışık olmasına karşılık Roma'daki pagan soylularla uzlaşamayan İmparator I. Konstantinus (324 - 337) 328 yılında, tarihi başkenti terkederek Bizantion'a taşındı. Roma'ya oranla ancak bir kasaba çapında olan kent, imparatorluğun fiilen başkenti oldu. Konstantinus, Bizantion'u resmen de payitaht ilan etmek amacıyla imar çalışmaları başlattı. Bu arada şehri de büyüttü. 

Şehir yüzlerce yıl pek çok defa kuşatılmış, hatta istila edilmişti. Buna rağmen Bizans idaresi 15. yüzyıla kadar ayakta kalmayı başarmıştı. Ne var ki genç Osmanlı padişahı II. Mehmed, şehri ele geçirerek genç imparatorluğun başkenti yapmaya kararlıydı. Uzun süren kuşatmanın sonunda şehir Türklerin eline geçti ve yaklaşık beş asır boyunca imparatorluğun başkenti olarak kaldı. 

15. yy ikinci yarısında Türkleşen İstanbul'da çeşmelerden, şadırvanlardan bol sular akıtılması gibi, yaşama pratikleri de değişme sürecine girdi. Kentteki canlılık, Doğu'dan da Batı'dan zenaatkârların, bilim adamlarının İstanbul'a yerleşmelerine olanak verdi. İtalyan tüccarlar, kendi memleketlerinin sanatkârlarına İstanbul'a gitmelerini önermekteydiler. Böylelikle şehir kısa sürede kalkındı ve zenginleşti. 

İstanbul'u kuranların, tarihsel kimliğini kazandıran anıtları yaptıranların; Ayasofya'nın banisi Büyük İustinianos'tan İstanbul'da gömülü padişahların sonuncusu V. Mehmed Reşad'a değin egemenlerden hiçbiri, kentin topografyasına ve doğal güzelliklerine saygılı davranmak konusunda kusur işlememişlerdir. Bu özen sayesindedir ki İstanbul, MÖ7. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan tarihi boyunca surları, hipodromu, kiliseleri, camileri, medreseleri, meydanları, anıt çeşmeleri, sarnıçları, dikilitaşları, sarayları, konakları, sahilsarayları, müzeleri, mektepleri, kapalıçarşıları, bedestenleri, hanları ile daima bayındır olagelmiş; doğal afetlerde, toplumsal eylemlerde yıkılıp yananların yerine daha mükemmelleri inşa edilmiştir. Bu kültürel birikime halk mantığının uygun gördüğü tanım "İstanbul'un taşı toprağı altın!" olmuştur.