Çevre

İstanbul'daki son gecekonduları koruyalım!

Prof. Murat Belge, İstanbul'da kentleşme tarihinin izlerinin yok edilidiğini vurgularken bazı gecekonduların korunmasını önerdi. Belge, "Yıllardır 'gecekondulaşma' diye bir şeyden

16 Aralık 2011 02:00


T24 - Prof. Murat Belge, İstanbul'da kentleşme tarihinin izlerinin yok edilidiğini vurgularken bazı gecekonduların korunmasını önerdi. Belge, "Yıllardır 'gecekondulaşma' diye bir şeyden yakındık durduk. Şimdi bu gecekondu artıklarına bakınca, onları çok sevimli, çok da insanî buluyorum... Bu bizim yakın geçmişimiz...Üstelik, yanlarında dikilmiş apartmanlarıyla oluşturdukları kontras da çok hoş. Ve çok gerçek. Bu işte, bizim kentleşmemizin gerçek tarihi" dedi.

İstanbul tarihi ve kültürü konusunda önemli kitaplara imza atan Belge, geçmişin izlerinin silinmesini eleştirirken "Tarihimiz hakkında yalan değil, doğru söylemeye alıştıralım kendimizi. Silmeyelim, saklayalım. Yıkmayalım, koruyalım. O zaman, bugünle başa çıkmayı da daha iyi öğreniriz" görüşünü dile getirdi. 

Belege'nin Taraf gazetesinde "Şehir ve koruma" başığıyla yayımlanan  (16 Aralık 2011) yazısı şöyle: 

Seksenlere kadar Haliç kıyıları perişandı, berbattı. Osmanlı zamanında yanlış bir karar vermiş, burayı sanayiye açmıştı. Yanlış ama o yıllarda aşağı yukarı herkesin paylaştığı bir yanlış. Su yolu, ham madde getirmek için, mamul madde götürmek için, en ucuz, en pratik yol. Pisliği de verirsin suya, su temizler! Bu mantıkla biz Haliç’i mahvederken Avrupalılar da Ren’i, Tuna’yı ve bütün nehirleri mahvediyordu.

Seksenli yıllarda ANAP iktidar, Dalan da Belediye Başkanı oldu. Dalan, Haliç’in güney kıyısına greyderleriyle bir ucundan girdi, öbür ucundan çıktı. Bir uçta Regie’nin sigara fabrikası duruyordu: Yabancı sermaye! Şimdi Kadir Has Üniversitesi, hâlâ duruyor. Öbür ucunda Feshane, Devlet Sektörü! O da hâlâ duruyor. Arası “özel teşebbüs”tü! Kaotik, derme çatma, çerden çöpten... Bu toplumdaki sermaye birikiminin fotoğrafı. Onun için greyderler fazla zahmet çekmedi. 

Gecekondu Evleri - Ulus, Ankara

Önceki planlarda öngörülmüş bir şeydi, buranın o “sanayi” denen mezbelelikten temizlenip yeşil alan yapılması (Tarlabaşı’nın geniş bir cadde haline getirilmesi gibi o da aslında D.Ö. olup –yani Dalan Öncesi– ancak onun zamanında gerçekleştirilmiş bir şeydi). Buna, genel planda, itirazım yok, ama bazı özel itirazlarım var. Gene “genel planda”, üstünde bir şeyler dikili bir yerden, orada yaşanmış hayatın izleri olan dikili şeyleri ortadan kaldırıp onun yerine çim dikmeyi, olabilecek en iyi hayal gücü ürünü olarak değerlendiremiyorum. Daha “özel planda” ise, Türkiye’deki “bellek kaybı”ndan şikâyetçiyim. Geçmişten kalma birtakım şeyleri, geçmişte onlar hiç olmamış gibi kazıyıp geçme alışkanlığından hoşlanmıyorum. Bu ülkede “sanayi” denen şey burada, böyle başladı; yıllarca da böyle devam etti. Şimdi bunun en ufak bir izi yok, Eyüp taraflarında tek başına dikilen bir bacadan başka. 

Çocukken düşüp kafamızı yarmışsak, kafamızda izi kalır. İyidir kalması. Arada bir elimizle yoklar, “şöyle şöyle yarmıştım” diye hatırlarız. Hatırlamak da iyidir, biliyor musunuz?

Ama biz “estetik yaptıran” bir toplum olmayı seçtik. Öyle olunca da, vaktiyle burnumuz nasıldı, çenemiz nasıldı, unutuyoruz. “Unutmak iyidir” ethos’uyla yaşıyoruz.

Bunca lakırdıyı niçin etmekteyim? Bizim Bilgi Üniversitesi’ne giderken, Taksim tarafında oturduğum için, tünellerden geçerek Santral’a varıyorum. İki tünel arası, bir taraf Piyale Paşa’ya doğru, öbür taraf Kuştepe’ye gelirken, yakınlarda yapılmış birtakım apartmanlar arasında, bir kısmı yarı yarıya yıkılmış, bir kısmı da yıkılmayı bekleyen gecekondular görüyorum. Gördükçe içim sızlıyor. Yıllardır, “gecekondulaşma” diye bir şeyden yakındık durduk. Şimdi bu gecekondu artıklarına bakınca, onları çok sevimli, çok da insanî buluyorum.

Onları aştıktan sonra kurduğumuz yeni betonarme blokları gördükçe, hele...

Haliç kıyısında, uygun bir köşeyi yıkmayıp öylece saklasak ve bir “açık hava müzesi” yapsak ne iyi olurdu, diye düşünürüm hep. O bir tane fabrika bacası değil (o zaten belli ki “düzgün” yapılmış diye kalmış), bütün o pejmürdeliğin göründüğü bir köşe! Modern müzecilik anlayışına uygun her türlü malzemeyle donanmış böyle bir köşe, insana bir şeyin tarihi hakkında, bir şeyin gerçekte nasıl yaşandığı hakkında bilgi veren ve o bilgiyi zihinde somutlaştıracak görüntüler sunan bir köşe!

Bu gecekondular da öyle. Muhtemelen İstanbul’un daha birçok yerinde böyle kalıntılar, döküntüler vardır. Bu bizim yakın geçmişimiz. Binlerce yurttaşımız bu evleri yaptı, orada yaşadı. Hâlâ da benzerlerinde yaşayan binlerce yurttaşımız var. Bilmem daha iyisi, uygunu bulunur mu, ama dediğim o yerdeki gecekondular çok sevimli. Üstelik, yanlarında dikilmiş apartmanlarla oluşturdukları kontrast da çok hoş. Ve çok gerçek. Bu işte, bizim kentleşmemizin gerçek tarihi.

Ama bu toplumun ortalama adamı, onlara bakınca, “Bunlar hâlâ duruyor mu?” diye üzüntülere gark oluyor.

Geçmiş, bizim geçmişimizdir. Her “yaşanmışlık” saklanmaya ve hatırlanmaya değer. Topağacı aşağısında, Muradiye Deresi Sokağı’nın oradaki minik mahalle gibi yerler utanacak değil, kıvanç duyulacak yerlerdir. Ve hiç bozmadan üstüne titrenecek yerlerdir.