Tuğçe Tatari
Cuma günü Unkapanı İMÇ’nin (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) hemen arkasındaki sokaklarda yaşananlardan, Küçükpazar Mahallesi'nin dönüştüğü “sömürü kampı”ndan söz etmiştim. Suriye’den, Rojava’dan kaçarak gelen çoğu Kürt savaş mağdurlarının, yaşam koşullarını, hayatta kalmak ve asgari seviyede olsa dahi yaşam koşullarını iyileştirebilmek için önlerine sunulan seçenekleri anlatmıştım.
Benim tanıklık edereken ve yazarken, sizin de okurken canınız yandı, biliyorum. Ülkenin dört bir yanından, yardım etmek isteyen insanlardan gelen mailler, telefonlar, devreye girmek isteyen dernekler ve kimi kuruluşlar umut vericiydi.
Haber için dokunduğum bu insanların yanlarından ayrılırken bir şekilde yardım geleceği konusunda emindim. Öyle de oldu. Bu sefer yanımda gönüllülerle oradaydım.
İnsan Hakları Derneği'nin cevval kadınları, KESK ve Eğitim-Sen üyeleri konuya el atmak, mağdurlara sahip çıkmak istemişti.
'Xezal Urfa'ya gitmiş!'
Küçükpazar’a girer girmez Xezal’ın odasının olduğu binaya yöneldim. İki gün öncesine nazaran, lağım kokusu daha fazlaydı, kapının önü çöplerle doluydu. O esnada biri banyoyu kullandığından merdivenlerden sular akıyordu.
Xezal’ın kapısını çaldım. Ses yok. Bir daha çaldım yine ses yok. Açmaya yeltendim, kilitli. Odadan hiç çıkmayan kızı Süheyla geldi aklıma, adını seslendim ama cevap alamadım. Karşı odaya yöneldim. Mahmut’a soracaktım. Geçen geldiğimde onunla da röportaj yapmıştım. Mahmut’un odası da kilitli. O esnada yukarından bazı adamlar indi. Tercüman arkadaş aracılığıyla, “Xezal nerede?” diye sordum. “Burada Xezal diye biri yok” yanıtını aldım. Dışarıya çıkmak, orada konuşmak istediler, indik.
"Yok, öyle biri yok!"
Başka cevap vermiyorlardı. Xezal’ın fotoğrafını gösterdim “Haa, o bu sabah Urfa’ya gitti” dediler. “Nasıl gider bir ekmek alacak parası dahi olmayan kadın!” diye tepki gösterdim. Yok… Karşı taraftan tatmin edici bir yanıt yok.
Israrla üsteleyince “Belki parkta kalıyorlardır artık” dendi. Eminönü'ndeki parka gittim. Orada da yoklar. Ne Xezal, ne çocukları yoklar.
Üstüne üstlük geçen gün röportaj yaptığım kimseler de yerinde yok. Onların yerine başka insanlar gelmiş. Çocuk yaşta doğurmuş, tekrar hamile kalmış kadını soruyorum, Şeyma’yı. O da yok. Yer yarılmış içine girmiş!
Parktan tekrar mahalleye döndüğümde birkaç gün önce girdiğim odalara tekrar tek tek girmek istedim. Geçen yazıda bahsettiğim insanlık dışı bodrum katı da tamamen boşaltılmıştı. Aynı kalan tek şey lağım kokusu. Ama içeride kimsecikler yok! Kapıda duran adama “Nerede bu insanlar?” diye sorduğumda aldığım yanıt gene “Urfa’ya gittiler” oldu.
Kiminle konuştuysam hepsi kayıp!
Yaklaşık dört saatimi Küçükpazar ve kesişen sokaklarında birkaç gün önce konuştuğum insanları aramakla geçirdim. Esnafla, otellerdeki insanlarla, ellerinde sığınmacıların listeleri olan birtakım adamlarla konuştum. Ve inanın çok tuhaf, anlam veremediğim tavırlarla karşılaştım.
Kimin neden yalan söylediği, kimin aslında kim olduğu ve zaman geçtikçe benim için varlığı daha da belirginleşen şebekenin ayaklarını çözmek neredeyse imkansız.
Çok sıkıştıkları noktada “Öyle biri hiç olmadı” deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Gözümle gördüğüm, odasında oturup konuştuğum insanların aslında hiç olmadıklarına inandırmak istiyorlar beni. Elimizde fotoğraflar olmasa kimseyi de ikna edebilecek gibi değilim.
Peki, bu binanın sahibi nerede, sorumlusu kim? O biliyordur nereye gittiler, nasıl gittiler? Bari o anlatsın, diye sorduğumda önce kavgacı bir tavırla “Biziz, ne oldu!” diye çıkışanlar, “Ne soracaksan bize sor!” diyenler sonra araya girip “Abla, buranın sahibi ‘büyük adam’. O gelmez buralara. Bir çocuk var. Onu görevlendirmiş. O günlük kirayı toplar, ona götürür, çocuk da şimdi burada değil” diyen ve benzeri yanıt verenlerle bir arpa boyu yol kat edemedim.
Tek bildiğim; büyük bir bataklık, büyük bir şebeke ile karşı karşıya olduğumuz.
Mağdurları sömüren, sırtlarından geçinen, savaşın ticaretini yapanların ağına dokunduğumuz.
Ve mağdurlar kadar mağdur numarası yapan dolandırıcıların da semtte kol gezdiği. Belli tipleri her gittiğinizde elinizle koymuş gibi bulup, yardım etmek istediğiniz insanları bir daha bulamadığınız bir mahalle burası! Geçen sefer yolda bize 1500 liraya oda kiralamak isteyen adam mesela, bu sefer de yolumuza çıktı. “O yazıyı sen mi yazdın? Seni dava edeceğim, ekmeğimizle oynuyorsun” dedi. Demek yazı mahallede duyulmuştu. Peki ama yazının konusu olan mağdurlar neredeydi şimdi?
Bu şebekeye el atılmalı
Açıkçası tekrar gittiğimde orada bana anlatılan her şey o kadar yalandı ki, mahalleyi terk ederken kendimi çaresiz hissettim. Yüzüme kapanan otel kapıları, beş dakika ara ile değişen açıklamalar… Kendini farklı tanıtan insanlar.
Maalesef bir gazetecinin tek başına net bir şekilde hissedilen bu bataklık yapılaşmasını çözmesi ve çökertmesi mümkün değil. Burada iş vali, emniyet müdürü, belediye başkanı gibi yetki sahiplerine düşüyor. Acilen bu konuya el atılması ve bataklığın kurutulması gerekiyor.
Bu insanlara para karşılığı sınırı geçirten, sonra tekrar para karşılığı İstanbul’a getiren ve devamında bazı semtlere yerleştiren kişiler bulunmalı, yerleştirildikleri odaların parasını ödemek için bu insanları nelere yönlendirildikleri açığa çıkartılmalı. Savaş mağdurları üzerinden işlenen insanlık suçlarına mani olmalı ve bu insanlar koruma altına alınmalı. Gazetecilerle görüştükten hemen sonra aniden ortadan kaybolan ailelerin nerede olduğu da bulunmalı ve bu bilgi kamuoyu ile paylaşılmalı.
Sadece mağdurları istismar edenler değil mağdur numarası ile vatandaşı istismar edenler de tespit edilmeli. Ve bu acilen yapılmalı!
Öyle uzaklarda değil yanıbaşımızda bir insanlık suçu işleniyor. Savaş mağduru Kürtleri İstanbul'un orta yerindeki sefalet yuvalarında adeta banknot gibi istifleyen bir utanç hikayesi cereyan ediyor...