29 Temmuz 2019 10:09
İktidar olmayı geniş anlamda kullandığımızda 'güç' kavramının kendisi de geniş manada değerlendirilmeyi hak ediyor.
Küçük sahaların kendisinin bile 'iktidar' alanı yarattığını düşünürsek, yönetimi ele geçirmek ya da yönetimi elinde bulundurmak tek başına 'iktidar'ı açıklamaya yetmiyor.
Lakin cari olanın da bir anlamı var bu kavramda... AKP iktidarının bütün evrelerindeki pragmatizmi, değişimi, ricatı aslında hep iktidar pratiğine içkindi.
Devlet içi güç mücadelesindeki sikleti ağır olan AKP iktidarının, siyasal İslam açısından da bir sınav olduğu genel kabul olageldi.
İslam araştırmalarıyla bilinen Mustafa İslamoğlu, T24'e verdiği söyleşide "Türkiye'de Sünniliğin 'kutsallarının', Kur'anda yer alan eleştirelliği içermediğini söylemişti.
Bu söyleşide de, siyasal İslam'ı konuşmaya devam ediyoruz.
Muhafazakâr-dindar siyasi geleneğin örgütlenme deneyimlerinden biri olan Milli Türk Talebe Birliği'nin önemli isimlerinden Sedat Yenigün'ü 'faili meçhul' cinayette kaybeden, babası Sedat Yenigün'ün öldürülmesinden 36 yıl sonra 'barış imzacısı' bir akademisyen olarak Türkiye'den ayrılmak zorunda kalan, Stanford Üniversitesi'nde 'İslam Araştırmaları' konusunda post doktora yapan Halil İbrahim Yenigün'le siyasal İslamı, tarihsel izlerini , Kemalizm ile ve 'bugün' le sınavını konuştuk.
"İslam adına siyaset yapanlar Kemalizme çok veryansın etti; ama tahribatları Kemalizmi fersah fersah aştı" diyen Yenigün, 'Müslüman milliyetçiliği' kavramını kullanıyor. Bu milliyetçiliğin emperyal hedefler içerdiğini, 'Trumpçı beyaz üstüncülüğü' gibi 'Müslüman üstüncülüğü'nden de söz edilebileceğini söylüyor. Dindar-muhafazakâr kesim için ahlaki kırılmanın Gezi eylemlerinde yaşandığını vurguluyor ve "Müslümanlar temsil ettiklerini düşündükleri İslam’ı nakzetmek (bozmak) pahasına, Müslümanlar’ı savunmayı tercih ettiler" diyor.
İşte Yenigün'ün insanı, grupları, çevreleri tartışmaya ve düşünmeye iten yanıtları...
İslami kimliğe sahip babanız Sedat Yenigün 30 yaşında; 1980 yılında Fatih’te bir berber çıkışında öldürüldü. Babanızla ilgili bir yazı da şöyle deniyordu: "Milli Türk Talebe Birliği’nin milliyetçi kimlikten İslamcı kimliğe evrilmesinde rol oynamış…”
Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Mehmet Şevki Eygi de aynı yapıdaydı ve ‘Kanlı Pazar’daki payı hep konuşuldu, hatta eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı İsmail Hakkı Pekin, Eygi için “1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildi” demişti. MTTB arasında anladığım o dönem iki ayrı eğilim vardı. Sizce bu iki farklı eğilimin sonuçlarını mı yaşıyor bugün Türkiye?
Biliyorsunuz belirli bir döneme kadar Türkiye’de İslamcılığın yeniden doğuşu ve yükselişine ilişkin seküler veya Kemalist kesimlerin bolca kullandığı anlatılar güvenlikçi, hatta uluslararası komplocu noktalara odaklanarak çoğunlukla anti-sosyolojik bir yere varmıştı. Kemalizmle hesaplaşma arzusundaki yeni nesil seküler sosyolog ve siyaset bilimciler ise buna karşılık o eski anlatıları da bozma gayretleriyle işin sosyolojisine çok daha fazla eğildiler. İslamcılığın yükselişini açıklarlarken taşra, göç, dışlanmışlık, merkez-çevre, entegrasyon, ulus-devletin küresel politik ekonomisinin getirdiği yabancılaşmalar gibi yapısaldan psikolojik faktörlere çok çeşitli sosyal güçleri öne çıkardılar. Ben bu gayretlerdeki Kemalizmle hesaplaşma saikinin “telafi fazlası” sorunu doğurduğunu görüyorum. Şunu demek istiyorum: Bizim karşılaştığımız vakıa ne bizatihi uluslararası Yeşil Kuşak-Rabıta komplosu, ne salt çevreden merkeze yürüyen dışlanmış, “mağdur kesim”in “adalet” talebi, ne de fikirlerin manevi gücü üzerinden açıklanabilir. Belki bu ihtimalleri hep birden gözeten ama eleştirel bir gözle mezceden bir model gerekiyor bize.
Mesela Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’de o dönem ayrı eğilimler vardı ama bu biraz da planlanmış bir şeylerin ters gitmesiyle oldu. Ben de şahsen geçmişte belki de biraz savunmacı eğilimle ve bu akımın sahiciliğini vurgulama kaygısıyla dış destek ve fonlamalar kısmını fazlasıyla ihmal ettiğimi fark ettim. Söz gelimi –ben de dahil- dedik ki taşradan gelip dindar olarak şehre farklı bir entegrasyon modeliyle, dindar kalarak dahil olmak isteyen mazbut Sünni unsurların dikey hareketliliği sistemce kesildi. Buna cevaben, özellikle ilk nesil imam-hatipli gençler, adalet taleplerini din üzerinden ifade etme ihtiyaçlarını, uluslararası İslamcı literatürün tercümesiyle birlikte, bu literatürün kavram dünyasıyla dillendirdiler. Bu açıklama modeli gerçekten de şu koca soruyu atlıyor: Bu tercümeler tamamen doğal ve organik yollarla mı yapıldı? Bu yayınların arkasındaki maddi güç nereden geldi? Hadi imam-hatipler hikâyesi sistemin bir tavizi oldu da, “siyasal İslam” dedikleri hareketteki neredeyse bütün gençler neden MTTB ve Mücadele Birliği’nden geldi geçti? Bu yapılara onları toplayan ne idi ve bu yapıları aslında kimler çekip çeviriyordu? Ben son yıllarda mesela bütün bu sorulara yeniden cevap ararken çok saygıdeğer bilinen Salih Özcan figürüne dikkat kesildim. Onu bütün Nurcu çevreler sayıyor, Bediüzzaman’ın büyükelçisi olarak anıyor. Fethullah Gülen’le ortak gazete çıkarmışlar ve Özcan Gülen’e sadakatini açıkça ifade ediyor. Diğer taraftan bir bakıyorsunuz Seyyid Kutub, Mevdudi ve diğer radikal İslâmcı isimlerin tercümesinde onun; Hilal Yayınları’nın başrolü var. İslamcılığı iyi bilenler bütün bu farklı damarları kolay kolay aynı yerde toplamazlar. Aynı ismi Seyyid Kutub’un idam edildiği gün Demirel ve Kral Faysal’la baş başa, onları buluşturmuş olarak Türkiye’de buluyorsunuz. Diğer bir zaman ise Faysal ve meşhur Kudüs Müftüsü, Hitler’le de iş tutmuş olan Hüseyni’nin yanı başında Rabıta’nın kuruluşunda Suudi Arabistan veya başka bir görüyorsunuz. Ama bu ismi ben özellikle İslamcılığı akademik olarak dışarıdan çalışanlara sorduğumda çok azı biliyor. Herkesin dikkatinden kaçmayı başarmış. “MTTB daha seküler unsurların elindeydi” denilen yıllarda da gayet MTTB yönetiminde.
Bütün bunları şuna bağlamak istiyorum: Babamın 1960’larda ilk gençlik çağlarında mazbut bir Müslüman-Türk-Sünni aileden gelen bir Fatihli olarak sağ ve milliyetçi-muhafazakâr bir entelektüel ortama dahil olmasından 10 yıl sonra, onca emek verdikten sonra arkadaşlarıyla MTTB’yi teslim almak için yarıştıkları 1977 seçimine kadar çok önemli fikri dönüşümler yaşanıyor onun dahil olduğu belli bir gençlik grubunda. Ama ben bunu biraz da o tercümelerin öngörülmeyen sonuçları şeklinde değerlendiriyorum. Tercümelerin, özellikle Kutub’un 'İslâm’da Sosyal Adaleti' nin mahrum kesimleri komünizmin cazibesine karşı İslâm’a yönlendirmesi anti-komünist bir gündeme bir hayli denk düşüyor elbette ama onu okuyan babam gibiler onunla yetinmedi; diğerlerini de okudukça başkalaştı. O yıllar geleneksel Osmanlı medrese ekolünden gelenlerin bu yeni dinî söyleme itirazlarını, sataşmalarını hatırlayalım. Eygi sonradan bu reformist söylemin, özellikle Cemaleddin Afganî düşmanlığının en önde gelenlerinden biri oldu.
Özellikle Mücadele Birliği’ndeki devlet sızıntısı üzerine o yapıdan çıkma birçok kişi çok şey yazdı çizdi. Ama nedense MTTB gibi çok daha kritik bir yerde olup bitenler sanki devletin müdahalesiz seyirciliğinde yaşanmış gibi bir tasvir var. Ben babamın yakın arkadaşlarından Ali Bulaç’ın bana babamla ilgili anlattığı bazı hatıralarından sonra kani oldum ki MTTB’deki bu manipulasyon hem dışarıdan Rabıta’nın bizzat fonlaması üzerinden, hem de içeride Rabıta’nın Soğuk Savaş ortamında, ABD güdümündeki anti-komünizm mücadelesi çerçevesindeki paralel bazı işleri gençlik üzerinden yürütmesi amacıyla çok daha güdümlü idi.
Bu anlamda, evet, MTTB’de iki eğilim vardı ve bu iki eğilim 1977 seçimlerinde çatıştı. MTTB’nin ekabirlerince çok ciddi bir haksızlığa ve hatta ihanete uğradığını düşünen babam kendi gibi düşünenlerle birlikte orayı terk ederek başka özgür ve özgün mecralar inşa etmeye çalıştılar. Akıncılar ve İKO (İlim ve Kültür Ocağı) bunlardandı. O kadar ki o yıllarda babamın MTTB’nin önünden bile geçmek istemediği rivayet edilir. O arada İran devrimine giden yolda Şeriati gibi isimlerin çizgisinden etkilendiler; giderek milliyetçi, sağcı, Osmanlıcı, Sünnici, devletçi bağlarından neredeyse tamamen koptular. İşte Rabıta güdümünde “anti-komünist” mücadele için MTTB ve Mücadele Birliği gibi kontrollü mecralarda yetiştirilen bu gençlerin kontrolden çıkmasının adıdır Türkiye’deki radikal ve devrimci İslamcı damar. Geride kalan sağ, milliyetçi, muhafazakâr, devletçi unsurlara bu anlamda İslamcı demiyoruz zaten. Yahut diyen çok ama bu dar anlamıyla aslında denmemesi gerekiyor.
Babam 30 yıllık kısacık ömrünün sonuna geldiğinde, kendini milliyetçiliğe adadığı 17 yaşından 13 yıl sonrasında birçok eski fikriyle hesaplaşmış, muazzam biçimde değişmiş ve dönüşmüş olarak can verdi. Düşünün bir, ölümünden bir süre önce babaanneme ancak ölümünden sonra açılmak üzere emanet ettiği kasetin bir yüzüne ölüm temalı, özellikle Yunus Emre şiirleri okumuş, diğer yüzüne içyüzünü araştırmaya giriştiği 1978 Maraş pogromuyla ilgili bir şahidin ses kaydını kaydetmiş. Bu babamı çok net anlatan bir kasetti benim için. O zaman elbette kendini sıyırmaya çalıştığı o fikirlerden bağını her yönüyle koparmamıştı. İslamcılıkta içkin bazı sorunlar onda da yok değildi. Sözgelimi kadın sorunu gibi hususlarda yolun daha başında, Kürt sorununda orta yerde gibiydi. Ama ben onun kanlı bir biçimde önü kesilen yolunun istikametinin pekala doğruluk, adalet, hak arayışı olduğunu düşünüyorum. Elbette taraflı bakıyorum ama elimde bu yönde çok fazla yazılı delil var.
Babanız “Yeşil Sosyalist” olarak bilinen Ali Şeriati gibi düşünürlerin kitaplarını gençlerle buluşturan bir isimmiş. Sedat Yenigün’ün izlediği çizgide bir kesinti olduğunu düşünüyor musunuz?
Babam Seyyid Kutub, Muhammed Kutub gibi isimlerle MTTB’nin orta öğrenim gençliğini 1960 sonlarından itibaren buluşturarak eğitimcilik mesleğine bir nevi orada başladı. Kim bilir belki de Erdoğan’a da MTTB’de Kutub’u ilk okutan odur; sormak lazım. Tabii Ali Şeriati gibi isimler daha sonraki tercüme dalgasında yer alıyor ve az önce “kontrolden çıkma” dediğim durumu temsil ediyor kanaatimce. Bir kesintiden ziyade planlı bir durdurma olduğunu düşünüyorum. Metin Yüksel’in de, babamın da sistemin tetikçileri ülkücülerce katlinin derin unsurların bu gayesinden ayrı, bu kontrolden çıkmaya karşı bir tedbir olmaktan ayrı anlaşılamayacağını düşünüyorum. O kadar ki ben daha 2016’da çok ilginç bir kişisel hikâye çerçevesinde, Bülent Uluer’in aktarımıyla, Akıncıların Metin Yüksel grubunun sosyalist bazı gruplarla ülkücülere karşı bir işbirliği protokolü yaptığını öğrendim. Detaylarını bir türlü yazamadım ama yazacağım. Bir Kürt olan Metin Yüksel’in Kürt sorununun yanı sıra hem sosyal adalet, hem devlet(ler)e ve diğer halklara bakış konusunda, kendisi fikirden ziyade aktivizm içinde olsa da, Akıncıları kontrol altında tutmaya çalışan MSP dahil yaygın dindar siyasal çizgiden ne kadar farklı bir yerde durduğu çok açıktır. Bu konu üzerine kardeşi Edip Yüksel’in Erdoğan ile Metin’i karşılaştırdığı çok çarpıcı bir yazısı vardır. Tabii ki bekleneceği üzere Erdoğan’ın çizgisi kazandı. Bunda Metin’in ve babamın çizgisinin alıcısının, talibinin o fikrin tabiatı itibariyle çok olamayacağı gerçeğinin rolü olduğu kadar derin unsurlar tarafından çok kasıtlı ve planlı bir biçimde durdurulmasının da rol oynadığının altını çizmek gerekiyor. Ben babamı çok açıdan Malcolm X’e benzetirim. Hem genç yaşlarında tam da yeni arayışların ortasında oldukları bir sırada sistemlerinin derin güçleri tarafından tehlikeli bulunarak ortadan kaldırılmaları, hem bu suretle çok ciddi bir potansiyelin önünün kesilmiş olması bana bu iki ismin çok benzer olduğunu düşündürür.
Bir kesintiden söz edersek, İslam’ın 'adalet', 'hakça paylaşım' gibi kavramları siyasal olarak nasıl örgütlendi? Ya da örgütlenebildi mi? Özellikle Refah Partisi döneminden sonra?
Refah Partisi’nin adil düzen fikriyatı, varoş örgütlenmeleri, hakça bölüşüm vurguları aslında azımsanmayacak bir miras bırakmıştı denebilir. Ama Refah Partisi çok farklı ve tezatlı unsurları din paydası etrafında örgütlediği için bu sosyal mesajlar kendi başlarına tezahür edemiyordu. Sonuçta anti-kapitalist Müslümanlardan bugün bahsediyor olsak da dindar sendika tecrübesinin ne kadar eskiye gittiğini görmek zorundayız. Burada kritik olan ayrım tezatlı, aslında amaçları da içkin olarak birbiriyle çatışan o unsurların din örtüsü altındaki bir aradalığının o mesajı, hatta sendika gibi o kurumların asli gayelerini araçsallaştırması. AKP’nin kuruluşu ekonomik program bakımından işte tam da o muhafazakâr ve kapitalist unsurların din temelli bu ittifaktan kopuşu ve sarahatle dünyadaki hegemonik politik-ekonomik yapıya entegre olma arzularının beyanı. Bu model dahilinde hasar kontrolü babından Dünya Bankası’nın teşvik dahi ettiği bazı sosyal yardım politikaları bir illüzyon yaratmış olabilir ama RP ile AKP’nin parti programlarını karşılaştırmalı çalışanların hayretle ifade ettiği bir tezattır bu. Her türlü parti ve cemaat güdümünden bağımsız ve yalın haliyle bu mesaj aradan geçen bunca zamanda ufak tefek gençlik grupları hariç çok da örgütlenemedi ama yine de o gruplar var oldular, mevcutlar.
Siz de barış imzacısı akademisyen olarak ihraç edildiniz, şu anda Stanford Üniversitesi’nde İslam Araştırmaları Programı’nda post doktora yapıyorsunuz. Sizin öykünüzle babanızın öyküsü arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz ya da var mı bir bağ?
Örneklik olması bakımından tabii ki bağ kuruyorum. Benim reddettiğim bir miras değil. Ama az evvel ifade ettiğim gibi o gün durduğu yer itibariyle değil istikameti itibariyle, dıştaki tavırlarının arkasındaki derin hassasiyetleri itibariyle değerlendiriyorum babamın mirasını. Bu daha çok satır aralarında ve özel notlarında içkin olan bir hassasiyet. Dediğim gibi babam bir feminizm taraftarı olmadı hiçbir zaman; kendi adına olabilecek bir zaman diliminde de yaşamıyordu ama hem kendi kadın yeğenleri ve kuzenlerinin hem de annemle evlendikten sonra teyzemin anlattıkları, o denli adalet ve hak duyarlığına sahip bir insanın kendisini yaşamaya fırsat verilseydi nasıl geliştireceği üzerine yeterince fikir veriyor. Altı ağabeyin küçük kız kardeşi olarak yaşadığı onca şeyden sonra babamın ona daha önce hiç görmemiş olduğunu söylediği yaklaşımını bugün bile hayretle anlatan teyzemin şahitliği, basılı yazılarında itirazla okuduğum ataerkil ve geleneksel aile savunusuna ilişkin onca satırdan çok daha kıymetli benim için.
Benim ihracımla onun yaşadıkları arasında bir benzerlik görmem ise tabii ki haddim değil. Ben onun yaşadıkları, hatta bugün Kürdistan’da ve Türkiye’nin dört bir yanında devlet elinden neler çekmiş onca kişinin her an maruz kaldıkları yanında herhangi bir zorluk ve sıkıntı yaşadığımı iddia etmekten hicap duyarım. Yalnız babamdan 36 yıl sonra bu devlet beni de hedef aldıysa, onu öldüren güçlerin yeni nesilleri ben üniversitedeyken beni de tehdit etmişse, üstüne yıllar sonra öğretim üyesi olarak çalışırken bu sefer o tetikçi gruplara mensup kendi öğrencilerim aleyhime okul meydanında gösteri yapıp beni hedef almışsa, tabii ki nesiller boyu süren bir durumdan söz edebiliriz. Bundan da ancak şeref duyarım.
Milliyetçilik eleştirisi yapan babanız Sedat Yenigün ile ‘barış’ diyen Halil İbrahim Yenigün’ün yaşadıkları arasında sürekliliği sağlayan sizce ne?
Bu devletin kendi çizdiği sınırlar dışında düşünmek ve yaşamak isteyenlere tavrı hiç değişmedi. İtiraf edeyim, 80 öncesini çok özgün bir zaman dilimi olarak bize anlatan büyüklerimizin de tesiriyle ben de çok illüzyon yaşadım. Aslında entelektüel gelişimimle giderek farkında olduğumu düşünüyordum ama sanırım o eskilerin anlatıları çok daha derin yer etmiş. Tamamen masum yakın arkadaşlarımın şu an sırf siyasi hesaplaşmaların kurbanı seçildiği için hapishanede olacağını, 28 Şubat günlerinde öğrenci grubu olarak yanına gidip tartışmalar yaptığımız Füsun Üstel hocanın cezaevine gireceğini, bu işlere aklım ermeye başlamasından Gezi direnişine kadar tahayyül bile edemezdim. Son yıllar bizi ve sonraki nesilleri tam anlamıyla ayılttı diyebilirim. Ortada 1915’i -kendi hesabına- başarıyla icra etmiş bir devlet var. Sabahattin Ali’den, Ümit Kaftancıoğlu’na, babama, Uğur Mumcu’ya, Hrant Dink’e giden çok düz bir çizgi var. Bu vakaların her biriyle nasıl baş edeceğini sanki yüz-yüzelli yıllık bir defterden okuyan bir devlet aklı var ve orada yazanı harfiyen tatbik ediyor. Benim gibilere ise bu sopayı yalnızca ucundan gösterdiler. Zaten hayatının önemli bir kısmı yurt dışında geçmiş biri olarak sanmıyorum ki içeride yılmaz biçimde mücadele eden, zindana girip çıkmaktan usanmadan kendileri devleti usandırmış kişiler gibi başlarını ağrıtıyor olayım. Gezi, Barış Süreci, 7 Haziran sonrası kanlı çatışma ve katliamlar, Barış Bildirisi ve 15 Temmuz gibi dönüm noktalarında aldığım tavırlarla onların yaymaya çalıştığı anlatıları bozmaya, ezberlerin oluşmasını engellemeye kendi çapımda çalıştığım doğru ama Sokrates’in tabiriyle 'atsineği' olmak o kadar kolay değil.
Türkiye gündemini takip ediyor musunuz bilmiyorum ama, Mustafa İslamoğlu, kendisiyle yaptığım söyleşi de “Sünnilikte devlet çoktan kutsallığa bulanmış bir yarı-tanrıdır” demişti. Bunu da Emeviler dönemine dayandırmıştı. Siz İslamcıların devletle kurduğu ilişkiyi ya da iktidar ile kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki takip ediyorum ve o söyleşiyi de çok önemsedim. Ben şahsen şu son bir iki yılda bu konularda birçokları gibi tekrar tekrar muhasebeler yapıyor ve ana hatlardaki devamlılıkla birlikte kimi eski kanaatlerimi gözden geçiriyorum. Artık İslâmcıların devletle kurduğu ilişkiden çok daha geriye gitmek gerekiyor. Elbette farkındaydık ama tekrar altını çizmek gerekir ki bu patoloji bu iktidarla ilişkilenen İslamcılarla başlamadı. Yirminci yüzyıl tabii ki enini sonunu düşünmeden, kendilerince İslami ideallerle süblime ettikleri birtakım global iktidar oyunlarında ellerini güçlendirmek için İngiliz Mısır Yüksek Komiseri Cromer’den Hitler, Mussolini gibilere, Kral Abdulaziz gibilere varıncaya dek her türlü pragmatist ittifaka girmekten çekinmeyen Müslüman aktivist isimlerle dolu.
Ama hikâyeye, Muaviye zihniyetinin Ali ve Hüseyin’inkinin tam zıddı bir siyasal vizyona müesses İslam’ın neredeyse bütün tarihini mahkum etmesinden, kitlelerin ise suç ortaklığı ile o zihniyeti ve siyasayı başta tutan tutumlarından başlamak gerekir. Şunu görmek gerekir ki müesses Sünni İslam, dinin tebliğ edicisi peygamberinin öz torunu Hüseyin’in hunharca katli üzerine, Hüseyin’in kanı üzerine inşa edilmiş bir yapı. Fıkhından tefsirine, hadisinden tarihine, aslında İslam’a ilişkin herkesin o ana kadar dine ve siyasete ilişkin düşündüğü her şeyi allak bullak etmesi gereken travmatik bir faciayı son kertede örtbas etmeye ve bastırmaya dönük bir zihnî ameliye ve birikim. Alimleri de en ustaca ve usturuplu yollarla bunu başarabilmiş, farklı damarları da aynı ustalıkla yok edebilmiş. Düşünün ki bütün yapınız, kurumlaşmanız aslında o en kritik dönüm noktasında peygamberin torununun vahşice katledilmesi sayesinde var olabilmiş, tamamen ve ancak o cinayetin o bedeni yok edip, onun başını şehir şehir dolaştırmasıyla var edebildiği bir yapı. Ve durum bu kadar açıkken milyarlarca Müslüman “İslam’ın bin yılı aşkın dünya hakimiyetini, “Allah’ın vaad ettiği gerçekleşmiş bir üstünlüğü” yad ediyor. Bence apaçık absürdlük olan bu durumun ta kendisi Müslüman ile siyasetin ilişkisini tasvir ediyor, onun kodlarını elimize veriyor.
Bunun günümüz için yarattığı en büyük patoloji de şu –ki benim siyasetlerinde nispeten ahlâka yer açtığını söylediğim reformist İslâmcı düşünürler de bundan muzdariptir: İslam’a bağlılığın bu Müslüman kitleye insanlığa önderlik vaadini vaki kılacağı hülyası. “Mustazafların” yeryüzüne varis olması, hele ayette de geçiyorsa, çoğu Müslüman’ı elbette cezbediyor. Yalnız bu yukarıda daha önce bahsettiğim geçmiş zaferler ve üstünlük çağı kurgusu da onları işte o tarihi o vaadin gerçekleştirildiği bir zaman dilimi olarak çok sorunlu bir tasavvura itmiş durumda. Haliyle Müslümanlar asırlarca tadını çıkardıkları “efendilik” psikolojisinden sonra şu an bulundukları hezimet ve mağlubiyet durumunu kabullenemiyorlar. Yahudiler’e bilip bilmeden “seçilmiş millet” mantığı atfederler de aslında kendileri bu duruma daha çok düşmüş durumdalar. Bu, mazlumiyetten, adaletsizlik karşısında hak namına isyandan kaynaklı bir dürtü değil, “biz alemin efendisi olmalıydık, nasıl bu mağlubiyet durumundayız, dünyayı, özellikle ‘mazlum’ Afrika’yı nasıl biz değil de Avrupalı Hristiyan yönetiyor?” misali bir hınç, kendine yedirememe hali. Biz bunu en çok üstünlüğü ve imtiyazı kaybetmiş gruplarda görürüz. Trumpçı beyaz üstüncülüğü ve milliyetçiliğinde gördüğümüzde herkes beyazların bu hallerinin zavallılığını görür de aslında Müslüman aktivizmi adına dolaşımda olan söylemlerin önemli bir kısmının, belki de çoğunluğunun aynı söylemin Müslümancası olduğunu pek az kişi fark eder.
Bu bakımdan İslamcılık adına sarf edilen birçok sözün düpedüz “Müslüman üstüncülüğü,” “white supremacism”vari “Muslim supremacism” olduğunu görmek ve buna karşı insanlık namına tedbir almak gerekir. Ben yıllardır Müslüman milliyetçiliği ve Müslümancılık üzerine konuşuyor, yazıyorum. 'Müslüman üstüncülüğü'nün bu zihniyetin çok önemli bir unsuru olarak çok geniş Müslüman kitleleri esir almış olduğunu teslim etmek gerekiyor. Farklı Müslüman kitlelerle çok ortamda bir arada bulunduğum için diyebilirim ki ortalama “camideki adam”dan bu psikolojiyi aşabilmiş pek az kişi var. Bu da Müslümanlar’ın diğer din ve düşüncelerden insanlarla yatay ve sağlıklı bir ilişki kurmasını, özellikle onlara dürüst olmalarını elbette bir hayli engelliyor. Sorun sadece “cehennemlik öteki” ile tanım gereği sağlıklı ve eşit düzlemde ilişki kuramama sorunu değil; aynı zamanda ideal bir dünyada onun zımmî, sizin millet-i hâkime olduğunuz bir ilişkisel arka planda, buna mukabil sizin zelil onun hegemon olduğu bir mevcut durumda kurulmaya çalışılan bir ilişki. İslamofobinin bu kadar yaygın varlığı tabii ki bu iç sorunu çözmeyi geciktiriyor ve zorlaştırıyor. Ama bu sorunu çözmeden de Müslümanların dünyada kendilerini makul bir yerde konumlandırmaları çok mümkün değil. “Beyaz hastalığı” gibi bir şey maalesef bu bakımdan Müslümanlarda da bulunuyor.
İlmi Etüdler Derneği (İLEM)’in İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı Raporunda “İslamcılık çalışmalarında sosyolojik ve tarihi dönüşüm seyrinin kişiler bazından çekilmesi gereklidir. Kişiler, yüceltmeler, politik öteleştirmelerden uzaklaşmak bunun ilk adımı olabilir. Dilin ve kavramların dönemi içindeki anlamına yapılan işaretlerden yola çıkılırsa, örneğin 1945 sonrası İslamcılığın politik gündemi içinde milliyetçiliği bir paravan olarak kullandığını söylemek mümkün” deniyor. ‘Ümmet’ ve ‘milliyetçilik’ kavramları üzerinden bakarsak Türkiye’deki siyasal İslam pratiklerinde hangisi mümkün oldu ya da geçerliydi?
İslamcılık, daha doğrusu kimi İslamcılar milliyetçiliği paravan olarak kullanmak istedi veya İslamcı fikirleri ancak tek meşru dil milliyetçilik üzerinden ifade edebilirlerdi ama giderek bu dil içselleştirildi. Zaten Türk-İslamcılar’a karşı Babanzade Ahmed Naim gibi İslamcı Kürtlerin itirazları ulus-devlet şartlarında uzun ömürlü olamadı. Rabıta projesinin öngörülmemiş sonucu olarak tavsif ettiğim devrimci İslamcı hareket ufak bir parantez, bir istisna olma durumunu çok aşamadı. Söylemlerinin kuvveti ve sofistikasyonu geniş dindar kitlede belki öykünme yarattı, sıkı biçimde takip edildi ama geniş dindar kitlelerin çoğunluğunun milliyetçilikten ümmetçiliğe bu fikirlere kapılarak geçtiğini iddia etmek zaten çok abartı olur. En İslâmcı görüneni dahi çoğu kritik noktada Türkiye merkezli ve önderliğinde bir model peşinde olduğunu ifşa ediyor. Bu da zaten mevhum Türk imtiyazlarından kolay kolay vazgeçmeye hazır olmadıklarını gösteriyor. Bazen Kürt, Arap veya Çerkes olanların da etnik kimliklerini anarak bu projenin ulusçu olmadığını iddia ettiklerini görseniz de sonuçta onlar da Türk’ün hegemonya projesine katılmış, onun üzerinden büyüyerek kendi iktidar istencini gerçekleştirmiş Kürt, Arap, Çerkes olmaktan ibaret değiller mi?
Akademisyen Mücahit Bilici “Eleştirel Dindarlık İhtiyacı ve Demokrasi Meselesi” isimli makalesinde ‘Müslümanlar din adına yapılan yanlışlara karşı din adına pozisyon almalı, ta ki yapılan yanlışlar dinle özdeşleştirilmesin” diyor. Türkiye özelinde sorarsam, dini söylemin güçlü olduğu bir iktidara Müslümanların eleştirelliğini nasıl buluyorsunuz? Böyle bir eleştirellik var mı? Varsa neden? Yoksa neden?
Bu aslında işin işten geçtiği bir durumu anlatıyor; “yanlışlara karşı din adına pozisyon almalı(ydı) ki...” demek daha doğru oluyor şu gün. O tren kaçalı maalesef çok zaman oldu. AKP’nin kendini tahkim ettiği zamandan önce biraz daha eleştirellik yine vardı ama Gezi kırılması sonrası Müslümanlar temsil ettiklerini düşündükleri İslam’ı nakzetmek pahasına, Müslümanlar’ı savunmayı tercih ettiler. “Bu neden oldu?” üzerine çok şey yazıldı çizildi. AKP ve Erdoğan lehine ve yanında aldıkları ahlâka mugayir her pozisyonda geniş kitlelerin zihninde İslam-ahlâk bağı üzerine koca bir parçayı daha koparıp götürdüler. Bugün sanmıyorum iktidarın yanında olsun karşısında olsun kişilerin zihninde iktidarın koruduğunu düşündükleri din ile ahlâk arasında bir bağ kalmış olsun. Zaten söylemlerine bakıyorsunuz Erdoğan savunuları herhangi bir ahlâkî idealle temellenmiyor, “Müslümanlar’ın çıkarlarını savunmak”tan ibaret, salt Schmittyen bir dost-düşman ayrımı temelli. Kitleyi de bir arada tutan herhangi bir ahlâkî ideal gözlemiyorum ben, söylem düzeyinde dahi. Temel olarak aynı kaynaktan maddi çıkarlar bakımından beslenmek itibariyle biz duygusunu idame eden bir kitleden bahsediyoruz. Ondan değil mi ki yıllarca taraftarlığını yaptıktan sonra eleştirel konuşmaya başlayan da aslında tekmeyi yediği ve kendini kapı dışarı bulduğu anda bunu yapmaya başlıyor?
Toplumsal bir tasarımı olduğunu varsayarsak “siyasal İslam” kavramsallaştırmasının sürekliliğinden ve vazgeçilmezliğinden söz edebiliriz. Siyasal İslam, bütün dünya genelindeki adaletsizliği, eşitsizliği evrensel olarak eleştirebilecek bir yerde duruyor mu?
“Siyasal İslam” kavramını daha çok muhalifleri kullanıyor sanırım. Taraftarlarının savunduğu ise kendi anlayışlarına göre İslam’ın yalın olarak kendisi. Onların özeleştirisi daha ziyade kendi İslam tasavvurlarına uymayan Müslümanlara yönelik ve onları bu tasavvur(lar)a devşirmek maksadıyla kullanılıyor. Burada amaç tabii Müslüman toplumları İslamlaştırmak. Siyasal olarak statüko eleştirisinden söz ediyorsanız; bu zaten hegemonik düzenin mağlubu (mağduru ve mazlumu demek değil) olarak adalet diliyle de süblime edilerek sıkça yapılıyor. Bu, çoğunlukla bir karşı-hegemonya projesi için yapılıyor. Yani emperyalizme karşı sahih bir anti-emperyalizm ve özgür, hakkaniyetli, eşit haklı, adil bir dünya için değil, adaletin tesisini, dünyanın yalnız Müslümanların kontrolü altında olmasına bağlandığı bir dünya düzeni hesabına yapıyor. Bu da düpedüz yeni bir emperyal proje.
İslam içinden eleştiri ise tabii ki Hakem olayı ve Kerbela’nın kanı üzerine inşa edilmiş müesses İslam’dan başlanarak yapılmalı. Hele ki postmodernlikten aparma kavramsal ve söylemsel araçlarla yapılan ucuz modernlik ve sekülerizm eleştirileri kadar yanıltıcı ve saptırıcı bir “İslâmcı gündem” belki de yoktur. Ben çok yerde vurguluyorum ki sorunların arasında kadim olmayan kolay kolay bulunmuyor. Müslümanlar’ın güzel bir dünyası vardı da Avrupa modernliğiyle geldi bozdu değil. Zaten özgürlüğü ve emeği çalınan kölelerle, başkasının eşi ve annesi iken kaçırılarak seks kölesi olarak sonsuz sayıda elde edilebilen cariyelerle, kanlı savaşlarla, yağmalarla, kitlesel cinayetlerle, katliamlarla o ilk gaspın ürünü fıkıh külliyatının imam şartlarının dahi hiçbirine uymayan despotların mutlak ve layüs’el tahakkümü altında idame edilen bir düzen vardı ve bu düzeni de asla Avrupa dayatmamıştı.
Son olarak da Türkiye’deki siyasal İslam’ın sınavını nasıl değerlendiriyorsunuz? Deizm, agnostisizm eğilimindeki güçlenmeyi neye bağlıyorsunuz?
Ortada süren bir sınav yok bence. Olsa olsa “Türkiye’nin 'siyasal İslam’la imtihanı” denebilir. Kemalizm’e çok veryansın ettiler ama ülkenin kaynaklarından, tarihinden, tabiatından, geleceğinden alıp götürdükleri Kemalizm’in bu alanlardaki tahribatını fersah fersah aştı. Bu imtihan bir an evvel daha büyük facialar olmadan geçse diye nice insan usulca bekliyor. Geçenlerde yakın bir akrabam “Bu Fethullah Gülen ile Tayyip Erdoğan'ın ikisi de en büyük kötülüğü bu halkın dinine yaptılar; bütün herkesi dinden uzaklaştırdılar, gelmiş geçmiş kimse bunlar kadar dinden soğutamadı” diyordu. Ben biraz daha olumlu bakıyorum. Bir illüzyon dağıldı. İnsanların daha doğru, dürüst, ahlâklı insanlar olması, bangır bangır bağıran vicdani dürtüler karşısında “ama İslam bunu söylüyor, aklına yatmasa da, nefsine ağır gelse de itaat etmek imandandır” savıyla ahlâklılık potansiyeli olan insanı ahlâksızlaştıran müesses İslam’ın yıkılmasıyla mümkün olacak belki. Bu İslam’dan kopuş başka bir İslam’a uzun vadede yönelimi getirir mi bilemiyorum, bunu zaman gösterir. Her şeye rağmen karşımdaki iyi eğitimli insanın 14 yaşındaki kıza tecavüzü “belki de nikahları vardır” diye aklamaya çalışmasındansa o kişinin agnostik olarak vicdanıyla ahlâk inşa etmeye çalışan birine dönüşmesi bütün insanlık ve alem için daha hayırlıdır diye tahmin ediyorum. Çoğu vahşi eylemi fıkıh kitaplarında gayet yer alan IŞİD-Kaide gibi yapıların aslında o kitaplardaki fantazileri gerçekleştirmekten ibaret yapılar olduklarını bilerek, bu din anlayışının yıkılmasının insanlığa hayırlı olabileceğini düşünüyorum. Nurettin Topçu’nun tabiriyle “önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri” elzem olan bir topluluğun bu dini “seçilmiş millet”in imtiyaz aracı olmaktan çıkarıp ahlâkı güzelleştirebilecek bir anlayışla formüle ettikleri bir zaman belki bir gün gelir diye ümitle de bağlamak istiyorum.
© Tüm hakları saklıdır.