Kültür-Sanat

İmge ve Pornografi

... Beyaz yakalalıların sayısının artışıyla neo-liberalizmin var gücüyle yükseldiği 90’larda...

06 Nisan 2011 03:00



Barış Acar
http://prounodasi.wordpress.com/ 

“Çıplak bir bedene bakar gibi bakmaya zorlar günümüzün kitle iletişim araçları tarafından kendini dayatan imgeler. Güçlerini bir şeyi dışa vuruyormuş izlenimi bırakmaktan alan ve gözün saflığını değil, bakışın ezberini çağıran bu imgeler, kendilerine yöneltilen bakışı kayıtsız şartsız tatmin etmek üzere örgütlenmişlerdir. Dayanılmaz bir artı ürün olarak tüketilen ve bakışları doyuran imgenin kendi daha baştan pornografiktir.”


İmgenin Yararsızca Kusursuzlaştırılması 

Beyaz yakalalıların sayısının artışıyla neo-liberalizmin var gücüyle yükseldiği 90’larda dünya saydamlaşmıyordu; pornografikleşiyordu. O günlerde çok kişinin umrunda değildi. 2000’li yıllarda bu olgu en rafine ifadesini Zeynep Sayın’ın kitabında bulmuştu. “İmgenin ve Pornografisi”nde Sayın, “pornografi”nin anlam ve kapsamını geniş bir çerçevede ele alırken sanatın bugünü üzerine de sorular üretiyordu. 

Reklam dünyası haline gelmiş toplumsal ve bireysel yaşantı alanları, özü gereği sürekli kendini ifşaya zorlanıyordu. Kendi kendisiyle oynuyor, kendisini kışkırtıyor ve sonuçta hiçbir şeyi işaret etmeyecek derecede yinelenmenin sarmalına girerek kendini yeniden üretiyordu. Eleştiri kurumu gazeteciliğin ve yükselen yeni medyanın içinde bir yerlerde erimeye başlamıştı. 

Jean Baudrillard’ın 1996 yılında yayımladığı “Sanatın Komplosu” makalesi bu durumu yansıtan en güçlü metinlerden biriydi. “Modern dünyamızın özü reklamcılıktır. Bu haliyle, sanki bizim dünyanın başka bir dünyada reklamı yapılsın diye keşfedilmiş olduğu söylenebilir,” diyordu. Yayımlanır yayımlanmaz etrafında büyük bir tartışma yaratan metin*, o günün dünyasında, sinemadan başlayarak sanatın her alanında “imgenin yararsızca kusursuzlaştırılması”nın sonuçlarını ele alıyordu. Bunu “hipergerçeklik” olarak tanımlamadan önceki metninde ise üzerinde durduğu olgu “yanılsamanın kayboluşu”ydu. 

Zihnin araya girip resmi tamamlamasına izin veren boşluğu doldurdukça, “gerçekliğin basmakalıplığı”nı kusursuzlaştırdıkça ondan biraz daha uzaklaşıyorduk. Yeryüzünü dünya yapan boşluk “yanılsama”nın kendisiydi. Bir yanın eksik olması, tamamlanmaya gereksinim duyması… Tamamlanıyor gibi oldukça, yani insanın eylemi araya girdikçe gerçeklik yaşanır bir dünya üretmekle kalmıyor, “yeni”ye de olanak tanıyordu. Matrix’in kusursuzlaştırılmış dünyasında ise, işte bu sebepten, insana gerek de yoktu. İnsan bir fazlalık, bir yan ürün, bir hatalı üretim olarak tanımlanıyordu. Simulakr, gerçekten yola çıkarak ondan daha sahici, çünkü kusursuz bir gerçek üretmişti ve şimdi geriye dönüp bütün hatalarını silmeye çalışıyordu. 


Sanat Tarihinin Kitsch Hali

Baudrillard’ın sanatların doğası üzerine yaptığı belki de en önemli ayrım “yaratıcı yanılsama” ile “hologramatik yanılsama” arasında yaptığıdır. Yaratıcı yanılsamanın olanak tanıdığı eksiklik (tamamlanmamışlık) duygusu bireye gücü getirir. Boşluğu doldurma cesaretini gösteren birey (elbette bunun için öncelikle birey olması şarttır, yoksa bu oyuna hiç mi hiç giremez) kendi kendini yaratma şansını da yakalamış olur. İnsanın müdahalesine kapalı olan ikinci tip yanılsama ise bireyliği gereksinmez. Zaten neyse odur. Her şey bize zaten söylenmiştir. Böylece hologramatik yanılsama “gerçekliği ikizi aracılığıyla ayağa düşürür.” 

Ayağa düşmüş gerçeklik söz konusu olduğunda sanat artık kendi kendisinin parodisidir. (Çağdaş sanatta “ironi” sorunu üzerinde ayrıca duracağım.) Baudrillard’ın diliyle söylersek “Sanat, artık bütün olarak bayağılığın üst-dilinden ibarettir.” 

Bayağılık (kitsch) sanat olmadığı halde sanat yapıtıymış gibi yapandır. İçinde sanat taklitleri vardır. Sanatın dünya kurma edimini görmüş ama sanat olamadığı için politik taktiklerden faylanarak kendine sanatvari bir statü seçmiştir. Bütün sanat tarihi boyunca bunlardan bol bol bulabilirsiniz. Hatta bütün sanat tarihi edimi, geniş anlamıyla, “sanat”ı taklitlerinden ayırma girişimi olarak da tanımlanabilir.

Baudrillard’ın izini sürdüğü soru, aslında doğrudan dile getirmediği şu kilit noktada düğümlenir: Peki, sanat tarihi “kitsch” olmaya başlarsa o zaman ne yapmak gerekecektir? Sanat tarihi bayağılaştığında ne olur? Baudrillard’ın daha geniş bir çerçeveye yayılan asıl sorusu, bütün bilgi teorilerinin özüne sirayet etmiş bir “hükümsüzleşme” durumunu merkeze alır. Epistemoloji çöktükten sonra sanat ile “kitsch”i birbirinden nasıl ayırt edebiliriz? Bugün sanat eleştirisinin sanat tarihinin kitsch hali olarak piyasada hareket etme biçimine bakarsak bu sorunun cevabını ancak Baudrillard’ın bulduğu yerde buluruz. Her geçen gün daha da kitschleşen bir kitsch kalacaktır sanattan geriye. 



Üniversiteye tıkılıp kalmış sanat tarihi ile gazeteciliğe tahvil edilmiş sanat eleştirisi, bugün Baudrillard’ın ayrımını yaptığı “yaratıcı yanılsama” ile “hologramatik yanılsama” gibidir. İkise de yanılsamadır. İlki yaratıcı özünden kopmuş ve kendine yeni bir epistemoloji aramaktadır. Diğeri ise kusursuz biçimde piyasanın aynası olduğu için ancak ve ancak “kitsch” üretebilir ve bunu layıkıyla yerine getirmektedir.

Tümüyle arzu denetimleri tarafından idare edilen, pornografikleşmiş bir dünyada sanatçı, “başka bir dünyadaki bir sanatçının reklamı” olmak niyetinde değilse “kapma aygıtı”nın hiç durmadan işleyen kıskaçları konusunda daha uyanık olmalıdır.

*Baudrillard’ın“Sanat Komplosu” ve “Estetik Yanılsama ve Yanılsama Kaybı” metinleri, etrafında yarattığı tartışmalarla beraber kitap olarak İletişim Yayınları tarafından 2010 yılı içinde yayımlandı. Metinlerin ilk kez 2000’li yılların hemen başında Sanat Dünyamız’da (sayı 76, 77) yayımlandığı ve tartışıldığına dikkatimi çektiği için sevgili Bora Gürdaş’a teşekkür ediyorum.