Hürriyet yazarı ve Prof. Dr. İlber Ortaylı, vakıf üniversitelerinin kâr amaçlı çalışmasının yasaklandığını hatırlatarak, "Kuruluşlarının YÖK’ün tasdikinden geçmesi gerekir ve denetime tabidirler. Ayrıca bir garantör üniversitesi ile ilişki içinde olmaları gerekir ki üniversite kapatılırsa talebeler oraya nakledilebilsin. Öğretim üyeleri için böyle bir koruma söz konusu değil. Kapanma ve kapatma olayları görülmektedir ve bu kurum mekanizmasının işleyişi ortadadır" dedi.
İlber Ortaylı'nın "Geleceği kuracak nesiller üniversitelerde nasıl yetişiyor?" başlığıyla yayımlanan (2 Nisan 2017) yazısı şöyle:
Üniversite reformunun 35’inci yılındayız ama eğitimimizin altyapısı halen kötü. Türk toplumu üniversiteye çocuk göndererek parlak istikbalin mümkün olmadığını anlıyor. Hatta yurtdışı üniversitelere çocuğunu gönderenler bile daha dikkatli olmaya başladı. Derhal akılcı tedbirler almamız gerekiyor.
Türkiye 1980 darbesinde üniversiteleri düzenleme safhasına girdi. Bu düzenlemenin olumsuz ve şüpheci bir yaklaşımla başladığını belirtmek gerekir. Darbeyi yapan komutanlar heyeti yurt düzeyindeki anarşinin itici gücü olarak kesinlikle üniversiteleri görüyordu. Oysa şurası bir gerçek: 1973’ten sonra üniversitelerin yönetimi ve öğretim üyeleri talebeyle birlikte siyaset yapmak eğilimini kesinlikle terk etmişler ve hatta eski solcu profesörler, devrim yapmak isteyen öğrencilerin provokatör olduğunu söyler olmuşlardı.
Herkesin müştereken çekindiği diğer gruplar da sağcı, ülkücü gençlik ve ‘Akıncılar’ denen Müslüman öğrenciler birliğiydi. Birincisi dernekler statüsüyle faaliyet gösteriyordu; arada ilgi olsa da ‘Hiçbir partiyle bağı yoktur’ söylemi içindeydi. İkincisi ise resmen kurulmuş bir dernek değildi.
Kimse YÖK'e Doğramacı kadar hâkim olmadı
Üniversite yönetimi ve profesörleri suçlamak kolay teşhisti. “Asıl sorun düşük üniversite sayısındadır” dendi. Zaten bir müddettir Ankara Üniversitesi, Elazığ’da bile kuruluşa geçmişti. Bu faaliyet hızlandı, kapatılan eğitim üniversitelerinin yerine ‘Eğitim Fakülteleri’ kuruldu.
YÖK birleştirici bir organdı. Başkanı da Prof. İhsan Doğramacı’ydı. Şurası bir gerçek: Ondan sonra hiç kimse YÖK’e ve üniversitelere onun kadar hâkim olamadı. Ama reform hızlıydı ve ne sağdan ne soldan kimse bundan memnundu. Aksaklıklar da birbiri ardına geliyordu.
Üniversitenin anarşiden uzak çalışıp, bilim yapabilmesi için vakıf üniversitelerine sarılmak da Doğramacı’nın fikridir. 20 Ekim 1984’te Bilkent Üniversitesi’ni kurdu. Beklentilerin aksine içinde tıp fakültesi yoktu. Mühendisliğe, biyolojiye, genetik araştırmalara, bilgisayar eğitimi ve iktisat bölümüne ağırlık verdi. Kurduğu kütüphane halen örnek bir üniversite kütüphanesidir. 1993’te Koç Üniversitesi, 1994’te Sabancı ve Bilgi Üniversitesi onu izledi. Bilkent’in standartları dünya üniversitelerine de uygundur. Koç ve Sabancı da onu izliyorlar. Ankara’da kurulan Başkent Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi ün yapanlardandır. Yeditepe Üniversitesi Tıp Bölümü aynı durumdadır. Bununla beraber, hepsi üzerinde ayrıntılı rapor vermek mümkün değildir.
Taşradaki öğrenciler imkânsızlıklar içinde
Bugün sayıları 200’e yaklaşan üniversiteler içinde vakıf üniversiteleri öğrencilerin sadece yüzde 10’unu barındırıyor. Kalan yüzde 90 ise mesela İstanbul’da sayıca daha az olan devlet üniversitelerindedir. Uluslararası başarı listesinde yine eski devlet üniversiteleri başta yer alıyor ama bunlar zaten seçkin üniversite olarak kurulanlardır. Maalesef üniversitelerimiz seçkinci eğitime önem vermiyor. Zeki ve yetenekli öğrenci öbürlerinin arasında kaybolup gidiyor. Ne çalışma, ne barınma, ne kütüphane ne de spor imkânları bu gibi öğrenciler için yeterli. Oysa zekâ ve kabiliyet bir tabiat vergisidir. Toplum bu hazinesine dikkat etmek durumundadır.
Türk toplumu yavaş yavaş üniversiteye çocuk göndererek ona parlak istikbal hazırlamanın mümkün olmadığını anlıyor. Hatta yurtdışı üniversitelere çocuğunu gönderenler bile bu yatırımdan gereken sonucu sağlayamadıklarını görünce daha dikkatli olmaya başladı. Üniversite eğitimimizin altyapısı noksandır. Üniversiteler için zengin kütüphane halen bir hayal, birçoğunda yeterli sanat ve spor yapma tesisleri yetersiz. Asıl feci durum taşra üniversitelerindeki öğrencilerin hali... Onlar devlet ve üniversite yurtlarından mahrum, insafsız ev sahiplerinin eline bırakılıyorlar. 1982 reformunun 35’inci yılında bu bilançonun dehşeti hissedilmeli. Şüphesiz ki az oranda başarılar da var ama bunlar başarısızlıkların gölgesinde kayboluyor.
Mezun olanların gördükleri eğitimle nerelerde üretime katkılarının olacağı, istikballerini nasıl sağlayacakları ise en az düşünülen ve kontrol edilen unsurlar arasında. “Bu iş rekabetle halledilir” demeyin, rekabet sıhhatli ve güçlü koşucular arasında olur. İmkânsızlıklarla bilhassa sosyal bilimler dalında rastgele kurulan bölümlerle yapılan yarış rekabete pek benzemiyor.
Öğretim üyelerinin garantisi yok
Vakıf Üniversiteleri Kanunu bu üniversitelerin kâr amaçlı çalışmasını yasaklar. Kuruluşlarının YÖK’ün tasdikinden geçmesi gerekir ve denetime tabidirler. Ayrıca bir garantör üniversitesi ile ilişki içinde olmaları gerekir ki üniversite kapatılırsa talebeler oraya nakledilebilsin. Öğretim üyeleri için böyle bir koruma söz konusu değil. Kapanma ve kapatma olayları görülmektedir ve bu kurum mekanizmasının işleyişi ortadadır.