T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "İki vitesli hayat, aptallıklarımız ve mutluluk" başlığıyla Taraf'ta yayımlanan (17 Aralık 2011) yazısı şöyle:
Zirveler kalıyor bizimle. Zirveler ve sonlar. “Hatırlayan benlik” tecrübenin akışına, süresine aldırmıyor nedense. Sadece zirveleri alıkoyuyor o; geçilen yollara boş verip, varılan sonları saklıyor kendine. Çünkü hazzın da acının da nihai hükmünü, hep aynı yerde, tırmanıp eriştiğimiz ve belki bir an –sadece bir an– durduğumuz o en yüksek noktada veriyor hafızamız. O kısacık an donup kalıyor bizimle. Bir de tabii, her şeyin nasıl bittiği yerleşiyor aklımıza. İster bizi bayıltmadan ameliyat ettiklerini düşünelim, ister huzurlu bir tatili ya da zor bir ilişkiyi hatırlayalım, herhangi bir tecrübe, bize en fazla acı ya da en fazla haz verdiği noktalardan ve nihayetinden alıyor aklımızdaki mezuniyet notunu.
O noktalar arasında ne yaşadığımızın, ne kadar süreyle yaşadığımızın ve yaşadığımız şeyin bize verdiği hazzın ya da acının derece derece nasıl yükseldiğinin, yükselirken nerelerden geçtiğinin, yani “zirve” ya da “son” olmayan bütün o ara noktaların, inişlerin, çıkışların, durakların, platoların, yaşarken her şeyden daha önemli görünen bütün o mütereddit ve heveskâr, bedbaht ve çılgın, sancılı ve sakin anlarımızın, bütün direnen ve kabullenen, kasılan ve gevşeyen, kanayan ve gülen hallerimizin pek bir ehemmiyeti kalmıyor sonradan. “Hatırlayan benlik,” ziyadesiyle seçici bir benlik zira. “Hatırlayan benlik,” zirve ve sona odaklanırken, süreci ısrarla gözden kaçırmasıyla, “deneyimleyen benlik”ten apayrı bir yaratık.
“Bu çok tuhaf görünebilir ama” diyor Nobelli psikolog Daniel Kahneman, “ben hatırlayan benliğiyim kendimin ve deneyimleyen benlik, yani yaşama uğraşını benim için her an yerine getiren benlik, adeta bir yabancı kadar uzak bana.”
'Sistem Bir” ile “Sistem İki' arasında
Kahneman’ın –ve hepimizin– iki benliğine döneceğim, ama önce küçük bir sınavdan geçmeyi öneriyorum:
Genç bir kadın tahayyül edin. Gayet akıllı, bağımsız ve bekâr bir kadın. Adı Linda olsun. Şimdi Linda’nın öğrencilik yıllarındaki halini canlandırın aklınızda; ayrımcılığa ve sosyal adaletsizliğe tepki duyduğunu, bu haksızlıkların giderilmesi için aktif biçimde çalıştığını, eylemlere katıldığını düşünün. Bugün için aşağıdakilerden hangisi daha yüksek bir olasılık dersiniz?
Bir: Linda bir bankada veznedardır. İki: Linda bir bankada veznedardır ve feminist harekette aktiftir.
Doğru cevap, tabii ki birinci seçenek. Her olasılık sorusunda olduğu gibi, burada da, ilave niteliklerle daraltılan bir seçeneğin gerçekleşme şansı azalıyor zira. Herhangi bir “x” kişisinin veznedar olma olasılığı, o kişinin hem feminist hem veznedar olma olasılığından her zaman için daha yüksek.Ama Kahneman’dan öğreniyoruz ki, olasılık problemleri konusunda kapsamlı eğitim almış olan Stanford Üniversitesi İşletme Fakültesi Yüksek Lisans öğrencilerinin yüzde 85’i bile, Linda’nın “feminist bir veznedar” olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu söyleyerek, bu sınavda başarısız olmuş.
Niye? Çünkü çoğumuz böyle bir soruyla karşı karşıya kaldığımızda, bize ne sorulduğunu düşünmüyoruz bile. Olasılık hesabı yapmamızı gerektiren bir durumda, anlatının tutarlılığına, yani aslında görünüşe bakmakla yetiniyoruz. Linda’nın öğrencilik yıllarındaki aktivizmi, onu feminist yapmıştır diyoruz. Mantık yürütüyoruz ama sorunun özünü gözden kaçırdığımız için “irrasyonel” düşünüyoruz. Ya da Kahneman’ın deyişiyle “hızlı” düşünüyoruz, yani iki sistemimizden sadece birini işleterek düşünüyoruz.
1934 Tel Aviv doğumlu Kahneman, 2002’de Nobel Ekonomi Ödülü’nü almasından sonra yayımladığı ilk kitap olan ve bir bakıma, bilişsel (cognitive) ve hazsal (hedonic) psikoloji alanında yıllardır süren çalışmalarının özetini sunan kitabına Thinking, Fast and Slow (Düşünmek, Hızlı ve Yavaş) adını vermiş.
Kahneman’a göre, insan beyni iki vitesli ya da iki sistemli bir araç gibi çalışıyor. Sistem 1 gayet hızlı işliyor ve içgüdülerden, izlenimlerden, çağrışımlardan, benzetmelerden, metaforlardan esinlenerek, hayatın karşımıza çıkardığı sorulara neredeyse “otomatik” cevaplar veriyor. İradi olarak yönlendirmediğimiz, doğrusu hiçbir zaman da düğmesine basıp kapatamadığımız bir şey bu Sistem 1; çoğu zaman doğru sonuçlara ulaştırıyor bizi ama bazen de, Linda probleminde olduğu gibi sınıfta bırakabiliyor. Ve hayatımız boyunca verdiğimiz cevapların, yaptığımız tercihlerin, aldığımız kararların büyük bölümünde Sistem 1’in imzası var.
Buna karşılık, Sistem 2 yani “yavaş” düşünen beynimiz genellikle tatlı bir uyku halinde; çalışması için önce dürrtüp uyandırmamız gerekiyor onu, yani irade gerekiyor, düğmesine bizzat basmamız gerekiyor. Kahneman’a göre, mesela bir başkasının sesindeki husumeti işiten yanımız Sistem 1 bizim, ama arabamızı dar bir yere park etmemiz gerektiğinde Sistem 2’ye başvuruyoruz.
Ekonomi dersi almadan Ekonomi Nobeli
Foreign Policy dergisinin bu yılki “en önemli küresel düşünürler” listesine giren, Bloomberg’in “küresel finansı en fazla etkileyen elli kişi” arasında saydığı ve neredeyse genel bir kabulle “yaşayan en önemli psikolog” olarak tanımlanan Kahneman, dokuz yıl önce Ekonomi Nobeli’ni kazanınca Ödül Komitesi için kaleme aldığı uzun otobiyografide, Litvanyalı bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Vichy Fransasında Nazilerden saklanarak geçen çocukluğunu anlatırken, “Psikologluk mesleğine girmem küçük yaşta ilginç dedikodulara maruz kalmamın bir sonucu mu, yoksa dedikoduya olan merakım, içimde tomurcuklanan psikologun bir habercisi miydi, bunu hiç bilemeyeceğim” diyor.
Kahneman’ın yeni kitabı, kuru bir akademik metin değil; aksine, gayet karmaşık olabilecek konuları tam da dedikodu meraklılarına göre anekdotlarla deşerek, insanı çevresini gözetlemeye, sık sık da aynaya bakmaya davet ederek ilerleyen, içinde herkesin kendini bulabileceği uzun bir hikâyeye benziyor.
Kitabın önemli bir özelliği de, büyük ölçüde iki kişilik bir çalışmayı taçlandırması. Kahneman’ın, 1996’da ölen meslektaşı, arkadaşı ve araştırma ortağı 1937 Hayfa doğumlu Amos Tversky’nin adını anmadığı sayfa pek yok; Linda probleminden, “hatırlayan” ve “deneyimleyen benlik” ayrımına kadar Kahneman’ın hemen bütün önemli tezlerinde Tversky’nin ya doğrudan katkısı ya da ruhu var. Ömrü vefa etseydi, Tversky’nin Kahneman’la birlikte Nobel’e ortak olacağı da genel bir kabul zaten.
Kahneman-Tversky işbirliğinin en büyük başarısı, insanın mantık yürütürken hiç de rasyonel davranmayabileceğini ortaya koymasıydı. Bu bulgularıyla iktisadın birçok temel kabulünü çökerten ikilinin ise, meraklısının gayet iyi bildiği üzere, iktisatla doğrudan bir ilgisi yok.
Kahneman, ekonomi konusunda bütün bildiklerini, önde gelen davranışsal finans teorisyeni, 1945 doğumlu Amerikalı iktisatçı Richard Thaler’le dostluğu sayesinde öğrendiğini söylüyor. Kimine göre, “insanın aptallıklarının” analizini büyük bir akıl ve içgörüyle, bugüne kadar kimsenin yapamadığı bir ustalıkla yapan Kahneman’ın, hayatında bir saat bile ekonomi dersi almamışken, Ekonomi Nobeli’ni kazanmasındaki ironi ise, benim “insan zekâsına” inancımı pekiştiriyor doğrusu.
Yanılmak için binbir sebebimiz var
Thinking, Fast and Slow’u okurken, günün her anında, hayatınızın her aşamasında “aptalca” davranmak için ne çok sebebiniz olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. “İrrasyonel” kelimesini sevmiyor Kahneman; yanılgılarımız Sistem 1’in birer marifeti ona göre ve biz, kendimizi “rasyonel” birer aktör gibi görmek istediğimizden kafamızda hep Sistem 2 ile özdeşleşsek de, aslında ekseriya Sistem 1’in hâkimiyetindeyiz.
“Ben” dediğimizde, düşünen, tartan, ince eleyip sık dokuyan bir yaratık geliyor aklımıza; kanmaya meyyal yanımız olan Sistem 1’i küçümsüyoruz. Oysa Kahneman’a göre, olayları basitleştirmeye bayılan, şeyleri göründüğü gibi sanan, iyi kararların gerektirdiği türden istatistiksel muhakemede ise hemen her zaman çuvallayan Sistem 1 elinde tutuyor dizginlerimizi: “Sistem 2, hayatımızın filminde yardımcı role sahip bir oyuncu sadece. Kendisini baş aktör sansa da, çoğu zaman filmde ne olup bittiğinin farkında bile değil.”
Kahneman’ın kitabını, Sistem 2 uyurken, Sistem 1’in başına gelenlerin eğlenceli bir listesi niyetine okumak da mümkün. Çoğunlukla yaptığımız gibi hızla düşünüp karar verirken, bizi yanıltmaya hazır o kadar çok “bilişsel önyargı” ve “müdahale efekti” var ki! Plan yaptığımız zamanlarda iyimser bir önyargının esiriyiz mesela; evdeki hesap asla çarşıya uymuyor, çünkü her işin gerçektekinden daha az maliyetli olacağını sanıyoruz.
1997’de İskoçya’da Edinburgh Parlamentosu’nun inşaatı planlanırken maliyetin 40 milyon sterlin olarak hesaplandığını yazıyor Kahneman, mimarî projede hiçbir değişiklik olmamasına karşın, 2004’te bina tamamlanınca gerçek maliyetin 431 milyon sterlin olduğu görülmüş. Bir başka örnek Amerika’dan; evlerinin mutfağını yenilemeyi planlayan ailelerin ortalama masraf öngörüsü 18 bin küsur dolar, sonuçta aynı ailelerin yaptığı ortalama masraf, 39 bin doları buluyor.
Bizi rasyonel birer iktisadî aktör gibi davranmaktan uzaklaştıran bir başka etken ise kaybetme korkumuz. “Garantili 46 dolarınız mı olsun istersiniz, ikide bir olasılıkla yüz dolarınız mı” sorusuna, paraya acil ihtiyacı olmayanların çoğunluğu bile “46 dolar” cevabını veriyor. Ya da mesela, önümüzdeki seçeneğin özü değil, nasıl “çerçevelendiği” belirliyor kararımızı. Hayatta kalma şansının yüzde 90 olduğunu duyan hastalar, ameliyat seçeneğini tercih etmeye, ölüm riskinin yüzde 10 olduğunu öğrenenlerden daha meyyal.
Ve tabii, o anda neyi düşünüyorsak onu önemli sanıyoruz. Kahneman, “odaklanma yanılsaması” dediği bu önyargının hükmünü tek cümlelik bir tekerlemede vermiş: “Hayatta hiçbir şey, sizin onu düşündüğünüz anda düşündüğünüz kadar önemli değildir.” Benzer şekilde, yangın gibi, deprem gibi nadir olayların gerçekleşme ihtimalini kararlarımızda tamamen ihmal ediyoruz ama o nadir olay kısa bir süre önce gerçekleşmişse eğer, bu kez de tekrarlanması ihtimalini çok abartıyoruz.
Ya da “hale efekti” gözümüzü kamaştırıyor; birçok işte çok iyi olan birinin, bir başka işte pekâlâ çok kötü olabileceğini düşünmüyoruz bile. Ve tabii, aynı olaya, aklımızdan o anda ne geçtiğine göre, tamamen farklı tepkiler verebiliyoruz. Kahneman’ın anlattığı deneyde, girdikleri telefon kulübesinde unutulmuş bir jeton bulanların, çıkışta elindeki eşyayı düşüren birine yardım etme olasılığı, bedava jeton bulmayanlarınkinden çok daha yüksek.
Mutluluğun tek bir ölçüsü yok ki
İktisattaki fayda maksimizasyonu ve rasyonel beklentiler teorilerini, deneyleriyle büyük ölçüde geçersiz kılan Kahneman’ın kitabında beni en çok düşündüren bölüm, rasyonalitenin işlevinden yola çıkarak yazdıkları oldu. Kahneman’a göre, rasyonelliğin tek bir hedefi var: Mutluluk. Bu kadar basit ve net. O kadar basit ve net olmayan tablo ise, insanın mutluluk algısını belirleyen iki ayrı ölçünün birbirinden şaşırtıcı derecede farklı sonuçlar vermesiyle ortaya çıkıyor.
Mutluluğun muhteviyatı insandan insana pek değişmiyor aslında; iki keskin duygu olan hazla acının bileşkesinde düğümleniyor iş: Hayatın bize verdiği acının az, hazzın yüksek olduğu anlarda mutluyuz.Amaburadaki anahtar kelime “ölçü”; Kahneman, çeşitli şekillerde insanın hissettiği hazzın ve acının miktarını ânı ânına ölçüp, daha sonra bu ölçümleri toplu halde karşılaştırmayı denemiş. Sonuçta, insanın “hatırlayan benliği” ile “deneyimleyen benliği” arasında, mutluluk algısı açısından büyük bir fark olduğunu görmüş. Deneyimleyen benliğimiz, içinde bulunduğumuz âna hâkim olsa bile, uzun vadede tıpkı Sistem 2 gibi ikinci planda kalıyor. Hatırlayan benliğimiz ise, hayli karmaşık bir deneyimi, Sistem 1 misali basitleştirip özetleyerek, gayet toptancı ve aynı ölçüde de kalıcı sonuçlara varabiliyor.
Bu bulguyu destekleyen çok meşhur bir kolonoskopi deneyi var. Fiziksel ve duygusal olarak rahatsız edici olan kolonoskopik muayeneden geçirilen hastalardan bir bölümü, bu deney gereği, uygulamaya daha uzun süre tabi tutuluyorlar. Her iki grup hastanın da acı ölçümleri sürekli yapılıyor ve grafiği çıkarılıyor. Sonuçta, kolonoskopisi sekiz dakika süren A hastası, kolonoskopisi 24 dakika süren B hastasıyla kıyaslandığında, genel kabul B hastasının daha kötü bir deneyim yaşadığı ve daha mutsuz olacağı yönünde.
Acı ölçümlerinin grafiğine bakıldığında da, B hastasının daha fazla rahatsızlık tecrübe ettiği açıkça görülüyor zaten. Ama B hastası, deneyimini bir bütün olarak A hastasından “daha iyi” diye tarif ediyor. Bu tuhaf durumun nedeni, grafiği Kahneman gibi okuyunca açıklık kazanıyor. “B hastası daha uzun süre ve belki toplamda daha fazla acıya maruz kaldı ama muayenin son dakikaları nispeten rahattı ve acısının zirve yaptığı noktalar A hastasına kıyasla daha azdı. A hastası ise çok daha kısa bir muayeneyi, çok daha rahatsız bir noktada bıraktı.”
Biliyorum, okurken bile insana yüzünü buruşturan bir karşılaştırma bu. Ama grafiklere bakarken, bambaşka şeyler düşünürken yakalıyorsunuz kendinizi, uzun süre çok mutlu olduğunuz bir ilişkinin içinizi kanatan sonunu hatırlıyorsunuz mesela. Saatler süren doğum sancılarının sonunda incecik bir ağlamayla gelen yeni hayat müjdesini yeniden işitiyorsunuz ya da.
Sonuçta, “deneyimleyen benliğimiz,” hazzı ya da acıyı ne düzeyde ve ne kadar bir süre için yaşarsa yaşasın, kalıcı olan hükmü, tecrübemizin uzunluğunu tümden ihmal edip, sadece zirvelerine ve sonuna odaklanan “hatırlayan benliğimizin” verdiğini kavrıyorsunuz siz de. Mutluluk tarifiniz değişmiyor belki ama “mutlu” olmak için, benliklerinizi nasıl bir oyuna ikna etmeniz gerektiğini anlamaya başlıyorsunuz nihayet.