Birol Başkan
Tahrir meydanında yaşanan sevinç gösterileri, Mısır’daki 3 Temmuz askeri darbesinden belleklerimizde kalan belki de en çarpıcı görüntü... Peki ama neden o çapta bir sevinç gösterisi oldu? Bazı Mısırlıların darbe sevdası ile açıklanabilir mi bu? Yoksa, İhvan’a karşı duyulan bazı duyguların dışa vurumu muydu? Ben ikincisinin önemli bir faktör olduğunu düşünenlerdenim. Sebebime gelince...
Cahiliye toplumu ve kurulamayan köprüler
26 Ekim 1954 günü Mısır’ın yeni lider Cemal Abdünassır’a bir suikast düzenlendi. Başarısız olan bu suikast girişiminden, Cemal Abdünnasır İhvan-ı Müslimin’i sorumlu tuttu. Suikastı kapsamlı bir devlet vahşeti takip etti: onlarca İhvan üyesi idam edildi, yüzlercesi hapse atıldı, binlercesi Mısır’ı terketti.
Hapse atılanlardan birisi de Seyyid Kutup idi. 1954 yılında girdiği hapisten 1964 çıktı Kutup. Sekiz ay sonra tekrar hapse atıldı ve yargılandığı mahkeme tarafından suçlu bulunarak 1966 yılında idam edildi.
Halbuki, Seyyid Kutup için her şey çok farklı olabilirdi. Nispeten zengin bir aileden geliyordu. İyi bir eğitim aldı. Bir süre öğretmenlik yaptı. Sonra yazarlık ve edebiyat eleştirmenliğine başladı. İyi bir eleştirmendi. Hatta Mısır’ın Nobel Ödüllü roman yazarı Necip Mahfuz’u ilk keşfeden iki kişiden birisi idi Kutup. 1948 yılında Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim sistemini çalışmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderildi. 2 yıl ABD’de yaşadı. İslam’da Sosyal Adalet isimli kitabını bu dönemde yazdı. Mısır’a döndüğünde, Amerika’da Gördüklerim isimli Batı Medeniyetini yerden yere vuran eleştirel bir makale kaleme aldı. Döndüğünde bakanlıktaki görevinden istifa etti ve İhvanı Müslimin’e katıldı. Kısa sürede hareket içinde yükseldi.
Hayatının belki de en verimli olabileceği dönemde hapse girdi Kutup... Gerçi hapiste iken de boş durmadı. Mesela meşhur Kur’an tefsirini, Fi Zilali Kur’an’ı hapiste yazdı. Hapiste zor koşullarda yaşadı. İşkence gördü. O psikoloji ile ‘Yoldaki Işıklar’ı kaleme aldı. Kendine ve arkadaşlarına bu hayatı reva gören adamı kahramanlaştıran Mısır toplumuna kızgındı. O kızgınlık ve hayal kırıklığı ile Mısır toplumunu cahiliye toplumu olarak niteledi. 1965 yılında yayınladığı bu kitap üzerine ikinci kez hapse atıldı ve idam edildi.
Seyyid Kutup Mısır toplumunu cahiliye ile suçlamakla neyin kapısını açtığının muhtemelen farkında değildi. Kutup’un etkisi genellikle Batı’ya karşı cihad ilan edip, şiddete başvuran El Kaide gibi gruplara hasredilir. Veya aynı cihadı kendi içinde yaşadıkları topluma karşı da ilan eden çok marjinal gruplara... Bence Seyyid Kutup çok daha geniş bir İslamcı kadroyu etkilemiştir. Bu kadroların birçoğu net bir şekilde şiddeti reddetseler de, içinde yaşadıkları topluma cahiliye toplumu gibi bakmaya da devam ettiler. Mısır toplumu onlar için tekrar İslam’a davet edilmesi gereken bir toplumdu ve öyle kaldı.
Bu bakışta Mısır toplumuna nefret ve kin ile bakış yoktur belki de... Mısır toplumu daha çok eğitilmesi gereken bir çocuk, gerçeği bilmeyen bir ergen, doğru yolda olmayan bir yetişkindir.
Mısır’ın seküler kesimleri ise, bu çocuğu, veya ergeni veya yetişkini bozmaya çalışan, yoldan çıkarmaya çalışan şer güçler olarak görülmeye devam etti. Toplumu koruma ve şekillendirme adına bu şer güçlerle de mücadele edilmeli, zararları en aza indirgemeli veya etkisiz hale getirilmelilerdi. Bunun için gerekirse şiddet bile mazur görülebilirdi.
Mübarek rejimi döneminde devletin görece İslamileşmesi, -öyle ki Esam el Aryan gibi İhvan ileri gelenlerinden birisi bile Mısır için İslami bir devlet demiştir-, İslamcı kadrolara Mısır’ın seküler güçlerine karşı devlet gücünü kullanma imkanı da sundu. Bazen bu imkanlar İslamı farklı yorumlamaya tabi tutan ilahiyatçılara karşı bile kullanıldı. En trajik olaylardan biri olarak Nasir Hamid Ebu Zeyd olayını hatırlamak gerek. İslamı farklı yorumlayan bu düşünürün ilk önce profesörlüğü engellendi. Daha sonra İslamcılar, Ebu Zeyd’in dinden dönmüş olduğunu dolayısıyla müslüman bir kadınla evli kalamayacağı iddiası ile mahkemeye başvurdu. Mahkeme İslamcıları haklı buldu ve Ebu Zeyd’in evliliğini iptal etti. Eziyet bu kadarla da kalmadı. İslamcı bir grup Ebu Zeyd’in dinden döndüğü için öldürülmesi gerektiğini ilan etti. Artık hayatı tehlikeye giren Ebu Zeyd, eşi ile birlikte Avrupa’ya sürgüne gitti ve Hollanda’ya yerleşti. Mısır’a sadece aile ziyaretleri için geçici süreliğine gelen Ebu Zeyd bir Mısır ziyaretinde iken 2010 yılında vefat etti.
Ebu Zeyd gibi bir çok entellektüel, yazar ve gazeteci 1990lar boyunca İslamcıların hedefi oldu. Necib Mahfuz gibi ünlü bir isim bile hedef olmaktan kurtulamadı. Paradoksal bir şekilde, bütün bunlara müsade eden Mübarek rejimi, İslamcılar karşısında seküler kesimler için koruyucu bir konuma yükseldi. Belirli aralıklarla İslamcılara yönelen devlet şiddetini de bu sefer seküler kesimler onayladı.
2011 yılının Ocak ayına kadar da bu durumu değiştirecek herhangi bir gelişme olmadı. O zamana kadar birbirinden nefret eden bu iki kesim Mübarek karşıtlığı ekseninde ortak hareket edebildi. Ama bu kısa sürdü. İhvan, seküler kesimlerin acı tecrübelerle beslenmiş derin kuşkularını yokedemedi ve toplumunun daha geniş kesimlerini harekete geçirip iktidarını sağlamlaştıramadı. 2013 yazına gelindiğinde ise, milyonlar Mursi ve İhvan karşıtlığı ile sokaklardaydı. General El Sisi 48 saatlik süreyi verdiğinde, İhvan orduya karşı duracak ve bütün dünyaya derdini anlatmasına yardımcı olacak seküler kesimlerden hiçbirini yanında bulamadı.
Türkiye’nin farkı
Türkiye’deki İslamcı kadroların içinde yaşadıkları topluma ve toplumun seküler kesimlerine bakışları çok da farklı değildi. Toplum tekrar fethedilmeli, muhafazakarlaştırılmalı ve İslam’a davet edilmeli, seküler kesimlerin toplum üzerindeki etkileri ise mutlaka azaltılmalı veya yokedilmeli idi.
Türkiye ve Mısır arasındaki temel fark, ilkinde devletin inatla ‘laik’ kalma çabası olageldi. Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla da camii ve Kur’an kurslarını apolitik hale getirilince, İslamcı kadroların devlet kanalı ile seküler kesimlere saldırabilmelerininde yolu büyük oranda kesilmiş oldu. Aslında tam tersi oldu, ki Türkiye’de İslamcı kadrolar hep mağdur konumunda oldu.
Tabi devletin laik karakteri kadar, Türkiye’deki İslamcı kadroların söylem ve yaklaşımları üzerindeki İslam tasavvufunun etkisi de hesaba katılmalı... Türkiye’de de entellektüel ve akademiklere de saldırılar oldu. Ama İslamcı kadrolar bu saldırıların hiçbirini üstlenmedi. Mısır’da çok yaygın olan kafir ilan etme (tekfir), Türkiye’de İslamcı kadrolar tarafından çok nadiren kullanıldı.
Bütün bunların neticesinde, Türkiye’de İslamcı kadrolar ile seküler kesimler arasındaki ilişkiler çok dostça olmasa da, Mısır’daki gibi bir düşmanlık ve nefret ilişkisine de dönüşmedi. AKP’nin iktidara yükselişi ve iktidarda kalışı bu nispeten daha barışcıl tarihi arkaplanda mümkün olabildi. İslamcı kadrolar ve toplumun seküler kesimleri arasında Mısır’dakine benzer bir nefret ve kuşku olması durumunda, Recep Tayyip Erdoğan’ın kaderi Muhammed Mursi’ninkine benzeyebilirdi. AKP’ye ve Erdoğan’a verilen geniş toplumsal destek, uluslararası toplumu da etkiledi. Normalde İslamcı partilere kuşku ile yaklaşan ABD ve Avrupa devletleri, Erdoğan’a sınırsız kredi açmaktan kaçınmadı.
Gelinen nokta
Bugün herşey ne kadar farklı.... Ne AKP artık eski AKP, ne de Erdoğan eski Erdoğan... Bugün karşımızda devlet gücünü arkasına almış bir AKP ve Erdoğan var. En sadık destekçilerini bile ‘kimsenin hayat tarzına karışmama’ noktasında güven vermeyen bir AKP ve Erdoğan... Söylenen her söz, atılan her adım ile gittikçe daha çok toplumsal kesim ile köprüleri atan ve atmaya meyilli bir AKP ve Erdoğan...
Demokrasi, vatanperverlik, insanlık, ve Müslümanlık... her değeri kendi anlayışına göre tanımlayan, ve o tanımla her grubu yargılayan bir AKP ve Erdoğan...
Kısaca, gittikçe daha çok İhvanlaşan bir AKP ve Erdoğan karşımızda...