Son dönemde AKP'de çok konuşulan ve kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna verilmesi sonrası partisinden istifa eden Kütahya Milletvekili İdris Bal, 2004 yılında MGK'da alınan 'Gülen cemaatine eylem planı' kararlarına ilişkin, "demokratikleşmeyi, statüko ile mücadeleyi, dik durmayı kendisine bir misyon ettiğini iddia eden bir partinin ve bu partinin üyelerinin böyle bir belgenin altında imzalarının olmaması gerekir. Demek ki ya iddialarında samimi değiller, ya da dik duruşlarıyla ilgili kendilerini olduklarından daha fazla göstermeye çalışan samimiyetsiz bir dile sahipler" dedi.
İdris Bal, Gezi Parkı olaylarında AKP'ye dair yaptığı eleştiriler sonrası, "medyaya talimat verilmiş" ifadesiyle kendisine parti tarafından sansür uygulamasının yapıldığını belirtmişti. Taraf gazetesinden Hayko Bağdat'a konuşan İdris Bal, partisi taraffından medyaya çıkarılmaması yönünde engellemeyi, 28 şubat döneminde başörtü yasağı ile gündeme gelen ikna odalarına benzeterek, "bana medyaya çıkmam konusunda partimden değişik zamanlarda açıkçası ikna odası gibi baskılar oldu" ifadesini kullanan Bal, "haftada iki-üç davet alırken bu durum bıçak gibi kesildi. Mesela aynı gün davet edildiğim NTV, Habertürk kanalları gün içinde davetlerini iptal ettiler. Keza Beyaz TV de iptal etti" dedi.
İdrsi Bal'ın Taraf gazetesinden Hayko Bağdat'a verdiği röportajın ilgili kısımları şöyle:
İhraç talebiyle disipline verildiniz ve istifa ettiniz? Ne yaşadınız, ne oldu da bu hale geldiniz?
Tabii ki her yapının, kurumun belirli kuralları vardır. İç disiplin mekanizması vardır. Dolayısıyla bu kurala uymayanların belirli bir şekilde uyarılması gerekirse, en ağır şekilde o kurumdan uzaklaştırma dahil olmak üzere cezalandırılması normaldir. Ama diğer taraftan benim şahsi konumuma bakarsanız ben Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi profesörüyüm. Aynı zamanda yüksek lisansımı, doktoramı İngiltere’de yaptım. Harvard’da ve birçok başka Amerikan üniversitesinde çalışmalar yaptım. Ben demokrasinin teorisini ve uygulamasını ve ne yaptığımı çok iyi bilen biriyim. İddia ediyorum, benim hakaret kabul edilebilecek, küfür kabul edilebilecek hiçbir beyanatım olmadı. Birinci sınıf insan hakları, düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti bağlamında benim demokrasinin geleneklerine ve ilkelerine, ahlakın ilkelerine uymayan hiçbir beyanım olmadı.
Medyaya çok çıktığınız için mi sorun oldu?
Ben bu suçlamadan ülkem adına, demokrasimiz adına üzüntü duyuyorum. Şahsım adına hiç üzüntü duymuyorum. Çünkü mesele eğer görüşlerimi televizyonda, gazetede insanlarla paylaşmak meselesi ise ben bunu 13 yıldır yapıyorum. Eskiden çok daha rahat ve daha özgür yapıyordum. Anlamadıkları, bir partide farklı düşüncelerde, değişik birikimlere sahip ne kadar fazla insan varsa o parti o kadar kıymetlidir.
Disipline verilince mi aklınıza geldi parti içindeki ‘antidemokratik’ durum?
Bazen dediğiniz gibi insafsızlık yapan arkadaşlar oluyor. “Durdun durdun da dershaneler mevzu bahis olunca mı tepki göstermek aklına geldi” diyorlar. Ben bu iddialara karşılık önce şunu diyorum, biraz insaflı olun. Google’a girip bakın, bu arkadaş neler yapmış, neler söylemiş diye. Biraz bakanlar, çözüm süreciyle alakalı “aman dikkatli olalım, belirli sıkıntılar olabilir” diye en üst perdeden uyarılarda bulunduğumu ve bu yüzden sıkıntılar içerisine girdiğimi görecekler. Mesela, Gezi ve Mısır konusunda uyarılarımı hep dile getirdim.
Uyarıda bulunduğunuz bu konularda Başbakan’ın gittikçe sertleşen tavrını neye bağlıyorsunuz?
Bu durumu anlamak için düne bakmak lazım Hayko Bey. Bu iktidar “etnik milliyetçi değiliz, dinsel milliyetçi değiliz, bölgesel milliyetçi değiliz” söylemini çok kullandı. Dış siyasette arabuluculuk içindeydik. Bir tarafta Suriye bir tarafta İsrail vardı. Biz iki ülkeyle de iyi ilişkiler içerisindeydik ve onların barışması için sorunları çözmesi için arabulucu olduk. Lübnan’da Şiilerle Sünniler, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında arabulucu olduk. Ermenistan’la açılım gayretleri içerisine girdik. Obama ilk ziyaretini bize yaptı. Birleşmiş Milletler güvenlik konseyine biz aday olduğumuz zaman 150’den fazla sayıda ülke bizi teveccühle, sevgiyle, destekle karşıladı. İşte dünya böyle bir Türkiye’yi sevdi, benimsedi hatta model olarak gördü. Fakat bir şeyler oldu daha sonra, biz hem iç siyasette hem dış siyasette bir tabiri caizse vizyon daralması içerisine girdik. Vizyon büzülmesi içerisine girdik. Söylemde bir değişiklik olmaya başladı.
Ne demek o?
Dediğim gibi AK Parti bir vizyon büzülmesi ve daralması içerisine girdi. Neydi bu vizyon? Milli Görüş kökeninden çıkan bir grup dedi ki biz bu vizyon ile iktidar olamayız. Halkı kucaklayamayız. Öyleyse gömlek değiştiriyoruz. Kucaklayıcı bir gömlek giyiyoruz. Nasıl kucaklamak? Demokrat solculardan başlayarak demokrat milliyetçilere kadar, Müslim - Gayrimüslim ayırımı yapmadan Alevi - Sünni ayırımı yapmadan liberal - dindar ayırımı yapmadan biz herkesi kucaklıyoruz dediler. Halk ne dedi? Ben bu kucağı gördüm, olumlu tepki veriyorum dedi. 2002, 2007, 2011 seçimlerinde bu desteği verdi. Fakat şöyle de bir gerçek vardı. Parti, iktidar olmakla beraber ciddi sıkıntılar içerisindeydi. Statüko denen yapı karşısında zorlanıyordu. Partisi kapanmanın eşiğinden döndü. Ama ne zaman ki bu korkularından kurtuldu, ne zaman ki 2010’da Anayasa değişikliği gerçekleşti, ne zaman ki Anayasa Mahkemesi ve ordu dahil olmak üzere başka yapıların muhteviyatı değişti AK Parti (demokratik ülkelerde olması gerektiği gibi) hem iktidar, hem muktedir oldu. Ve bazı sıkıntılar olmaya başladı. Bu kucak kapanmaya başladı. “Liberaller olmasa da olur” ya da “bu solcularla zaten fazla devam edilemeyebilir” ya da “şu dindar kesim olmasa da olur” noktasında bir aşırı özgüvenle hatalar yapılmaya başlandı. Bu acaba sadece aşırı özgüvenden mi kaynaklanıyordu; yoksa zaten hazmedilmemiş bir vizyon mu vardı? Yani geçmişte her ne kadar kucak açılsa da içselleştirilememiş, hazmedilememiş bir durum vardı. “Artık bu duruşa ihtiyaç yok yeteri kadar güçlüyüm” noktasına gelindi. Radikal bazı kişilerin ve düşünce kuruluşlarının hükümet üzerinde etkili olmasından dolayı vizyon daralmaya başlamıştır.
Hükümet’in 2004 tarihli MGK kararını imzalamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
2004 yılı Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Gülen cemaatini bitirmeye yönelik bir karar alındığını Taraf gazetesi okuyucuları ile paylaştı. Öncelikle demokratikleşmeyi, statüko ile mücadeleyi, dik durmayı kendisine bir misyon ettiğini iddia eden bir partinin ve bu partinin üyelerinin böyle bir belgenin altında imzalarının olmaması gerekir. Demek ki ya iddialarında samimi değiller, ya da dik duruşlarıyla ilgili kendilerini olduklarından daha fazla göstermeye çalışan samimiyetsiz bir dile sahipler. Eğer dik durmaları ile ilgili böylesine iddialı söylemleri olmasa idi konjonktürün gereği, baskıların gereği şeklinde mazeretleri olabilirdi. İkinci olarak alınan karar velev ki konjonktürün gereği alındı o zaman bu kararın uygulanmaması ya da uygulanmaya teşebbüs edilmemesi gerekirdi. Oysa Sayın Başbakan’ın ifadeleri ile eski milli eğitim bakanlarının isimleri zikredilerek dershanelerin kapatılması ile ilgili girişimlerde bulunulduğu ancak bu işin başarılmadığı ifade edilmektedir. Bu durum 2004’te alınan kararın uygulanmaya çalışılma girişimi değil midir? Üçüncü olarak günümüzde dershanelerin kaldırılmasına yönelik alınan kesin karar, kararlı duruş 2004’te alınan kararın gecikmeli de olsa uygulaması değil midir?
Medyaya talimat verilerek susturulduğunuzu iddia ettiniz. Talimatı kim verdi? Bu sistem nasıl işliyor?
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir iddiada bulunsaydı “muhalefet söylemi” der inanmazdım. Bakınız ben milletvekili olduğum için medyada görüşüne başvurulan bir kişi değilim. 12-13 senedir medyayla çok ciddi yakınlığım var. Bana medyaya çıkmam konusunda partimden değişik zamanlarda açıkçası ikna odası gibi baskılar oldu. Ben irademe ipotek koydurmadım. İlk Gezi olaylarından sonra sansür başladı. Haftada iki-üç davet alırken bu durum bıçak gibi kesildi. Mesela aynı gün davet edildiğim NTV, Habertürk kanalları gün içinde davetlerini iptal ettiler. Keza Beyaz TV de iptal etti. Benim medyada dostlarım olduğu için haberini aldım. “Vekilim, değerli hocam seninle alakalı talimat var bilesin. Bu talimat üst düzeyden” dediler bana. Gelinen noktada diyebilirim ki burada açıkçası siyaset mantığı “ben sizi vekil yaptım ve o zaman siz de itaat edeceksiniz, uyumlu davranacaksınız, nankörlük yapmayacaksınız, Meclis’e gelip oyunuzu kullanacaksınız, sonra seçim bölgenize gideceksiniz, halkın tepkisini alacaksınız sünger gibi emeceksiniz, biz de yönetimimizi yapacağız rahat bir şekilde. Düşünülecekse biz düşünürüz, konuşulacaksa biz konuşuruz” dur. Tabiri caizse bir askerî mantıkla insanların sıfırlanması gibi bir muamele ediyorlar.
Röportajın tamamı için tıklayın