T24- Murat Sabuncu, 38. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında Haliç Kongre Merkezi'nde Riccardo Muti şefliğinde gerçekleşen Viyana Senfoni Orkestrası konserinde neler hissetiğini Milliyet Cadde'de yazdı.
Murat Sabuncu'nun 'Her İnsanın Bitirilmemiş Bir Senfonisi Vardır' (25 Haziran 2010 tarihli) yazısı şöyle:
Aslında ben, müzik değil hikaye dinlemeye gittim. Başkalarının hayatıyla kendi hayatım arasında benzerlikler aramaya, notaların arasında gözüm kapalı bir yolculuğa...
Hani evde yaparsınız ya... Koyarsınız bir CD, o anki ruh halinize göre, derinlere dalarsınız, düşünür hayal kurarsınız. Ben bunu kocaman bir salonda yaptım. Viyana Filarmoni eşlik etti düşlerime. Gözümü açtığım kimi anlarda Riccardo Muti’yi gördüm. Bir de koskoca orkestra içindeki tek ‘kırmızı kemanı’. Acaba dedim, bu da bir göz yanılsaması mı? Yoksa ‘Le Violin Rouge’ filmi bana kendini mi hatırlatıyor? Tarot falıyla başlayan, ‘insan kanıyla boyanan kırmızı kemanı’ anlatan film hani.
Bıraktım sonra ipin ucunu.
Mozart’ın dört günde bitirdiği Linz Senfonisi’nde değil ama Schubert’te derinlere dalmıştım, Sekizinci Senfoni’de ya da daha çok bilinen haliyle ‘Bitmemiş Senfoni’de. Kemanların, viyolonsellerin, obuanın ve flütün eşliğinde kendi ‘bitiremediklerimi’ düşündüm.
Sonra 32 yaşında ölen Schubert’in aslında pek çok bitmeyen eseri olduğunu hatırladım. 15 yaşından itibaren yazmaya başladığı senfonik eserlerin kimilerini yırttığını birkaç tanesini de yarım bıraktığını... Ama diğerleri Sekizinci Senfoni kadar şanslı olamadı. Bazen bitmemişlerin, bitirilmişlerden daha kalıcı olabileceğinin bir kanıtı olarak bugünlere geldi.
Schubert’in senfonisi öyle bir yolculuğa çıktı ki. Önce ona şeref üyeliği veren Graz’daki müzik derneğinin başkanına yollandı. Başkan kendine ulaşan partisyonu derneğe vermeyip çekmecesinde unuttu. Schubert’in ölümünden 36 yıl sonra hatırlanarak gün ışığına çıkarıldı. Bir ara ‘bitmemiş senfoniyi bitirme yarışması’ bile açıldı. Ama senfoniyi ondan başka kim bitirebilirdi ki...
Ara verildi sonra. Kısa. Oturduğum ön sıralarda kimi salonun sıcak ve havasız olduğundan yakındı kimi yanlış yerlerde alkışlayanları eleştirdi. Belki haklıydılar ama onların keyfimi kaçırmasına izin vermedim. Yerimden kalktım ikinci bölümü ‘arkada’ daha yalnız kalabileceğim bir yerden izlemeye gittim.
Çaykovski’nin ‘Patetik’i başladı. Eseri bitirdikten dokuz gün sonra koleradan ölmüştü besteci. O yüzden ‘bitişi’ anlatıyordu her nota. Kimi anlarda, özellikle dördüncü bölümde, o kadar yavaşlıyordu ki salonun akustiğinin kötülüğü yüzünden kimi yerlerini iyi duyamadım. Senfonilerin sonu genelde ‘çabuk ve çoşkuludur’ ya, bu ‘ağır’ bitiyor. Ölüme gönderme yapıyor.
Salondan dışarı çıkıyorum. Ölüm içeride kalmış. Hayat cıvıl cıvıl, kapının önü. Kuvvetli bir yağmur yağıyor. Açık otoparka kalabalık yüzünden adeta adım adım gidiyorum. Hemen yanımda yürüyen kadın kolsuz elbise giymiş. Ve inanılmaz ıslanmış, küçücük gri çantasını başının üstüne tutmuş. Sırılsıklam ama yine de kendince korunuyor. Komik geliyor, gülüyorum. O kadar kötü bakıyor ki bana. Utanıp laf olsun diye “Ceketimi vereyim mi?” diyorum. “Omzuma koyun” diyor. Arkasından sessizce yürüyorum. “Saçları çok fena bence” diyor. Ne dediğini anlamıyorum. “Kimin?” “ Riccardo Muti’nin. 70 yaşında saçlarının simsiyah olması mümkün mü? Bir de keşke doğal bıraksaydı, öyle fönlü falan...”
Berlin Filarmoni’den Fransız Ulusal Orkestrası’na, La Scala’dan Salzburg’a... Efsane şefi performansıyla değil saçlarıyla konuşmak. 160 yıldır dünyanın en önemli orkestralarından Viyana Filarmoni’nin performansından çıkışta ‘müziği değil tarzı tartışmak’.
Biliyor musunuz o an o diyalog her şeyden daha gerçek geldi bana. Ben de müziği bırakıp “Kadın da bir taneydi orkestrada. 1997’ye kadar ayrımcılık yaptılar, kadınları bu orkestrada çaldırmalar” deyiverdim.
Bu kez tersten çaktı “Missa Solemnis’e giriş sözlerini, ‘kalpten kalbe’yi slogan yapan bir orkestradan bahsediyoruz. Müziğiyle değerlendirin bence. Ruhunuzla dinleyin!”
Sonra ceketimi bana iade etti. Arabasına bindi ve gitti. Bitmemiş senfonim ve ben arkasından bakakaldık.