T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları Okuyor Adlı köşesinde "Her hayat gibi kutsal ve kâfir bir hayat" başlığıyla yayımlanan (10 Eylül 2011) yazısı şöyle:Her hayat gibi kutsal ve kâfir bir hayatBaşka ihsan istemeyiz tanrılardan, gölge etsinler yeter.
Gözlerimiz, görebilmek için tezatı arar zira. Saf ışık kör eder; koyu karanlık kör eder. Bize hem ışık hem karanlık lâzım. Simsiyahla bembeyazın arasında bir yer lâzım bize. Işıkla karanlığın ürpererek birbirine dokunduğu gölgeli köşelerde dinlenir en çok gözlerimiz; bakışlarımız, karanlığın ışığı cömertçe içine aldığı edepsiz kıvrımlarda kaybolur ekseriya; güçlü nefesiyle karanlığı üfleyip dağıtan ışığın, yüzeylerin üzerine yayılırkenki arsızlığı bir an için cezbetse bile bizi, dikkatimiz o parlak yüzeylerin karanlıkla cilveleşen hınzır kenarlarına kayacaktır çok geçmeden. Beyazdan uzaklaşıp siyaha yaklaşırken durduğumuz her kuytu, gözlerimiz için geçici bir kurtuluş olacaktır.
Biri kendi içinden diğerini doğurduğu sürece sorun yok, gün de rahmân bize, gece de. Başka ihsan istemeyiz tanrılardan. Bahşettikleri nûru, silmeyi pekâlâ biliyorlar nasıl olsa; bu yeter.
Yaşayabilmek için bir mânâ lâzım çünkü bize. Ve yaşayarak öğrendik ki, mânâyı doğuran tezattır.
Dâhiydi, devrimciydi, katildi, pezevenkti
Rutubet, yağ ve tiner kokuyor kiler. Onu görüyorum. Orada, günlerdir bomboş duran tuvalini yerleştirdiği tahta sehpanın ayaklarında biten incecik yer döşeğinde, elbiseleriyle uyuyor. Bir eli, yanına yatırdığı kavisli kılıcının kabzasında, parmaklarını korkuluğun içine öyle bir kıvırmış ki, dövüşe hazır.
Her gece hazır. Ama bu gece sadece düşlerinde dövüşecek ve sabahleyin, tuvalin bâkir beyazlığına ilk boyayı sürdüğünde, siyah olacak seçtiği renk.
Tam dört yüz kırk yıl önce eylülün yirmi dokuzuncu günü, yani Korkunç İvan’ın Novgorod halkını kılıçtan geçirmesinden bir yıl sonra, Papa Beşinci Pio’nun bizim adına “Haçlılar” deyivereceğimizi elbet bilmeden kurduğu Kutsal Liga’nın İnebahtı’da Osmanlı donanmasını perişan etmesinden ise sadece sekiz gün önce, Milano’da doğdu Michelangelo Merisi. Babası bir taşustasıydı, altı yıl sonra vebadan öldü.
Muzip bir çocuğun cüretiyle kendi filmlerine sızmayı pek seven Alfred Hitchcock’un büyük büyük babasının genleri bile karılmamıştı henüz. Siyahın içinden çekilen o adı üstünde “noir” filmlerin John Huston’ı yaratmasına daha üç buçuk asır vardı. Martin Scorsese, onu Martin Scorsese yapan bütün sırları kendisinden öğrendiğini itiraf edecekti ama en az dört asır sonra…
Babası ölünce ailesiyle birlikte küçük bir köye yerleşen Michelangelo, gün gelip çıplak gözle görülen anları bir bir dondurup kâğıda basacaklarını, sonra onları birbirine ekleyip hareketlendirerek film yapacaklarını, “sinema” denen mucizenin muhtelif mucit çocuklarının ayrı ayrı kendisini “müz” sayacaklarını nereden bilsin; yerleştikleri köyün adıyla ölümsüzleşeceğini bile bilmiyordu o.
Ama hepi topu otuz dokuz yılı bulmayan bol maceralı hayatında öyle sessiz bir devrim gerçekleştirip, gözlerimizin gizli oyunlarını öyle bir ifşa etti ki bize, kendisi “ölümsüzlükle” yetinse bile, resimleri daha büyük bir iktidara, “zamansızlığa” kavuştu.
Ölümsüz ressamın zamansız resimlerine yeniden uzun uzun bakıp, onları mümkün kılan tuhaf hayattan hiç bilmediğim sahneler seyrediyorum şimdi. 1960 doğumlu Britanyalı sanat tarihçisi Andrew Graham-Dixon’ın kitabının sayfalarında yapıyorum bunu.
Caravaggio: A Life Sacred and Profane(Caravaggio: Kutsal ve Kâfir Bir Hayat), sanırım, her şeyden çok açıklı koyulu gölgelerde yaşamak üzerine düşündürüyor beni. Okudukça anlıyorum ki Caravaggio’nunkiler, bir dâhinin, bir devrimcinin, bir katilin ve bir pezevengin gölgeleriydi. O, hepsiydi.
Kitaptan üç elma düşüyor kucağımıza...
Graham-Dixon, uhrevî kurtuluşunu resmettiklerinde ararken, dünyevî tecrübeleriyle “kurtuluş” fikrinden kaçtığını anlatıyor Caravaggio’nun. Kitabın üç hediyesi var. Birincisi “seicento”yu, yani İtalya’nın Rönesans’ı bitirip, Reform karşıtı bir dönemden geçerek Barok Çağ’a kavuştuğu 1600’lü yıllarını getirip kucağınıza bırakıyor. Bu, mesela şu demek:
İngiliz yönetmen Derek Jarman’ın 1986’da yaptığı mâlûm filmde her şeyden çok eşcinsel ilişkileri ve resimlerinin o ilişkilerden beslenen homoerotizmiyle hatırladığımız Caravaggio, bir anda, hem kadınlarla hem oğlanlarla sevişen ve başka türlü yapması pek de muhtemel olmayan “normal” bir erkeğe dönüşüyor. Zira “seicento” İtalyanlarında “eşcinsellik” diye bir kavramın olmadığını öğreniyorsunuz. Graham-Dixon sağlam bir tarihî romancı gibi, atmosfer yaratarak, dört küsûr asır öncesinin kuralları kadar kokularını da anlatımına hâkim kılarak yazıyor. Bu anlatım sayesinde, Caravaggio’nun resimlerinin, bir boşlukta zuhur etmediklerini, aksine bir zamanın içinden, o zamanın kalıplarını kırarak çıktıkları için “zamansızlığa” eriştiklerini kavrıyorsunuz.
Kitabın ikinci hediyesi de bu zaten; Caravaggio’nun resmini bugün hâlâ bu kadar geçerli, bu kadar yeni kılan estetiği, tablo tablo inceliyor Graham-Dixon. Görüyorsunuz ki,
iki büyük adımı, çağdaşlarının hiçbirinde olmayan bir cesaretle atmış Caravaggio; hakikati ve karanlığı resme ait kılmış. 1597’de yirmi altı yaşındayken tamamladığı ve biraz şarabın kutsal tanrısının, biraz sokaktan topladığı modellerin, biraz da kendisinin portresi olan
Bacco’da yaptığı gibi, parmakları kirli, yaprakları yer yer kuru, elmaları az biraz çürük resmetmesi bundan. Gördüklerini, güzellemeksizin resmediyor. Hakikat, çirkinlikleriyle birlikte giriyor onun tuvaline.
Ve tabii, iki yıl sonra, 1599’da bitirdiği bir başka tabloda, İbranî güzeli dul Yudit’in Babil Kralı Nebikadnezar’ın komutanlarından Holofernes’i önce baştan çıkarıp, sonra başını kesmesini anlattığı
Judita si Holofern’de, daha sonra birbirinden mükemmel örneklerini vereceği ışık-gölge oyunlarına ilk kez ciddiyetle girişiyor.
Caravaggio’nun resimlerinde genellikle hep sol üstteki görünmeyen bir kaynaktan tuvale sızan ışık, karanlığın içinden bulup çıkarıyor sanki her bir karakteri ve siz, onun görünce irkilmenizi istediği bir ifadeyi, içinizi kamaştıracağını umduğu bir dekolteyi ya da gizeminde kaybolmanız icap eden bir bakışı, diğer bütün renklerden daha ziyade, her şeyi sarmalayan siyah sayesinde fark ediyorsunuz.
Kitabın üçüncü hediyesi de işte, artık meşrebinize göre, ya içinize döndürüp kendi karanlık yerlerinize gizlenmiş bakışları, ifadeleri, sırları bir bir deştiriyor size ya da kabuğunuzla hiç elleşmeden Caravaggio’ya veriyorsunuz kendinizi ve onun bir yandan estetiğini resimlerinde kurarken, gerçeğini de bizzat yaşadığı noir ruh haline, Hitchcock usulü bir korku, Huston usulü bir dedektif ya da Scorsese usulü bir mafya filmi seyredercesine dalıp gidiyorsunuz.
Her şeyden çok fahişelerini severdi
Kılıcıyla uyuması boşuna değil Caravaggio’nun. Hayatının son dört yılını her an yakalanma korkusuyla yaşıyor. Kadınları ve sokakları, en çok da sokakların kadınlarını seven bir adam o.
Gün geliyor sevişiyor onlarla, gün geliyor satıyor onları, gün geliyor âşık oluyor, gün geliyor aşkı onu katil yapıyor.
Kendi ruhu gibi, tuvalleri de sokakla canlanıyor aslında. Zenginlerin, soyluların, kardinallerin ısmarladığı, İncil ’den hikâyeler anlatan resimlerde model olarak dilencileri, serserileri, sokak çalgıcılarını ve fahişeleri kullanıyor. Bir keresinde Vatikan, San Pietro Kilisesi’ndeki Santa Anna Şapeli için bir sipariş veriyor ona.
Madonna dei Palafrenieritablosu böyle çıkıyor ortaya. Koca memeleriyle seksapeli gayet kuvvetli bir kadın olarak resmettiği Meryem Ana’yı, âşık olduğu bir fahişeye –Lena Antognetti’ye– bakarak yapıyor. Meryem’in annesini bir cadıya benzetiyor ve küçük İsa, canlı erkekliğiyle çırılçıplak, Meryem’in kollarından kurtulup tuvalden dışarı fırlamaya çalışıyor âdetâ. Yıl 1606. Ve söylemeye gerek var mı, bilmem, Vatikan son halini gördükten sonra, reddediyor tabloyu.
Bu reddedilişten kısa süre sonra, 28 Mayıs 1606’da Lena için değil, Lena gibi sevip kıskandığı, hem modeli hem fahişesi olan Fillide Melandroni için katil oluyor Caravaggio. Melandroni’yi satan ama onunla sevişmekten de vazgeçmeyen Ranuncio Tomassoni’yle raketsiz oynanan bir tenis maçında kavgaya tutuştuktan sonra, kılıcını kasığına saplayıp öldürüyor adamı.
Tomassoni’nin ailesinin girişimiyle, cinayet suçundan başı kesilerek ölüme mahkûm ediliyor Caravaggio. Roma’dan kaçıyor. Napoli’de, Malta’da, Sicilya’nın bütün şehirlerinde, Toskana’nın küçük kasabalarında yaşıyor. Hep affedilip Roma’ya dönebileceği günün hayalini kurarak, affını satın alabilmek için kardinallere tablo üstüne tablo hediye ederek, kılıcıyla uyuyup, gerektiğinde kılıcını yine kullanarak kaçıyor. Bu firar yıllarında, giderek daha fazla kendi tuvaline sızmaya başlıyor; bir bakıyorsunuz İncil ’den bir karenin içinden süzüyor sizi; bir bakıyorsunuz Davud’un elindeki kesik Golyat kafası oluvermiş. Golyat’ın ifadesinden anlıyorsunuz cezasını çektiğini.
Graham-Dixon, “Hep iki uç arasında yaşadı” diyor Caravaggio için, “Ya bir karnavaldı hayatı, ya da Paskalya’dan önceki o büyük perhiz. Arası yoktu.”
Yirmili yaşlarında bir gün kilisede kendisine “kutsal su” veren papaza, “Bu ne için” diye sorup, “Affı mümkün olan günahlarınızın silinmesi için” cevabını aldığında,
“Gerek yok, benim günahlarım ölümsüzdür” diyen Caravaggio, bir oğlan yüzünden kavgaya girişip hançerlenmesinden kısa bir süre sonra ve bir sıtma nöbetinde son nefesini vermesine birkaç ay kala tamamladığı
Davide con la testa di Golia’nın tuvaline kesik bir baş olarak girdiğinde, artık çok iyi biliyorsunuz ki o baş da aynı şeyi söylüyor size: Mânâyı doğuran tezattır.