24 Ağustos 2015 13:09
Roboski katliamının ardından yazdığı 'Özür açıklanmaz dilenir' başlıklı yazısı nedeniyle 16 yıl görev yaptığı Yeni Şafak Gazetesi'ndeki köşesi kapatılan ve gazetedeki işine son verilen gazeteci Ali Akel, 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşanan gelişmeleri ve son eren çatışmasızlık sürecini değerlendirdi. “Kürt meselesi dini yaklaşımlar üzerinden çözülebilecek bir mesele değil” diyen Akel, “her asker cenazesi AKP tabutuna bir çivi daha çakıyor” ifadelerini kullandı.
Taner Yıldız’ın “Benim amacım Allah nasip ederse şehit olmaktır sözlerine” tepki gösteren Akel, “Gerçekten şehit olmak istiyorsa eline silah alıp orduya katılmasına gerek yok, gitsin madenlerde çalışsın. Şehitlik er ya da geç onu bulacaktır” şeklinde konuştu.
Akel, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir” sözlerini “Beştepe seçim startını ve seçime nereden başlayacağının işaretlerini vermiş oldu” sözleriyle yorumladı.
Ali Akel’in Evrensel gazetesinden Serpil İlgün’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Seçim hükümeti tartışmalarıyla başlayalım. Bazı yorumculara göre, CHP ve MHP’ye “seçim hükümetini gelin birlikte kuralım” diye seslenen Davutoğlu bu çağrısında samimi değil ve bu aslında bir taktik. Çağrıyı siz nasıl değerlendirdiniz?
Başbakanın çağrısını iki yönlü değerlendiriyorum; birincisi, son bir kez şansını deneyip süreci Cumhurbaşkanlığının inisiyatifiyle değil, Meclis içerisinde kuracağı seçim hükümetiyle götürmek istemesi; ikincisi de seçim kampanyasına malzeme biriktirme yönlü bir son çıkış. Öte yandan Davutoğlu’nun, CHP ve MHP’ye yaptığı çağrıyı hayretler içinde dinledim.
Sizi şaşırtan ne oldu?
Şu; Başbakan, CHP ve MHP liderlerine, buluşma yeri olarak ilk Meclisi işaret etti. İlk Meclis, kurucu Meclistir biliyorsunuz. Ancak Başbakan, HDP’yi dışladığı o teklifi ile 23 Nisan 1920’de oluşturulan ilk Meclisin bile gerisinde bir tavır sergiledi. Kurucu Mecliste Kürdü vardır, Çerkezi vardır, Lazı vardır... Daha sonraki yıllarda bu her ne kadar değiştiyse de, 1920’de bile aklıselim bir yaklaşım var.
Önümüzdeki günlerde ne olur bilemiyoruz ancak şu an için AKP ile HDP baş başa kalmış görünüyor. HDP’nin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ek olarak AKP, HDP’yi seçim hükümetinden ekarte edebilir mi?
HDP’nin ortaya koyduğu duruşu daha sağlıklı buluyorum. Bakan seçimi konusunda bir hukuki tartışma yaşanır gibi görünüyor ama “biz sorumluluktan kaçmayız” demeleri olumlu. “Yer almayız” derseniz, siyaseti tamamen çıkmaz bir yola sokmuş oluyorsunuz ki, AKP’nin de istediği bu. Ancak, HDP seçeneğini seçim hükümetinin dışında tutmak gibi bir alternatifleri yok. En azından Anayasal olarak bu mümkün görünmüyor.
Erdoğan’ın tam da çatışmaların yoğunlaştığı günlerde “sistem değişmiştir” diyerek başkanlık tartışmasını yeniden gündeme getirmesini siz nasıl okudunuz?
Bence Beştepe seçim startını ve seçime nereden başlayacağının işaretlerini vermiş oldu.
Bundan Erdoğan’ın yine sahaya ineceğini ve 7 Haziran’dakine benzer bir strateji izleyeceğini çıkarabilir miyiz?
Aynı stratejiyi izler mi, izlemez mi bilemiyorum ama bu stratejinin AKP’yi getirdiği yer belli. Hatırlayalım, daha önceki seçim dönemlerinde özellikle Kürt meselesine yönelik yaptığı her olumlu açıklama AKP’ye kazandırmıştı. Ondan uzaklaştıkça da kaybetti. Kaybetmenin doruk noktası 7 Haziran oldu. Burada bunların anlamadığı ya da görmek istemediği başka bir şey var; Kürt meselesi dini yaklaşımlar üzerinden çözülebilecek bir mesele değil. Din kardeşliği tabii ki güçlü bir bağ ama Kürt meselesi, insanların Müslüman olmasından ya da olmamasından kaynaklanan bir sorun değil ki. Kendi kültürel, siyasi ve ekonomik varlıklarını bu ülke içinde var edememeleriyle ilgili bir sorun. Bu politikayla gelinen tablo şu; geçmişte üç Kürt’ten ikisi oyunu AKP’ye verirken, 7 Haziran’da üç Kürt’ten ikisi oyunu HDP’ye verir duruma geldi. Bu, bugünkü haliyle 2.5’a çıkmıştır, yarın üçe çıkabilir. Hele hele, “Son terörist buradan defolup gidene kadar bu savaş devam edecektir”, “Bu, hak ile batılın savaşıdır, kıyamete kadar devam edecektir” söylemi, AKP’yi bölgeden iyice kopardı. Yarın buna başka yerler de eklenecektir. Tepkiler de onu gösteriyor. Şunu görmek gerekiyor; her asker cenazesi AKP tabutuna bir çivi daha çakıyor.
Durum böyleyken, Erdoğan erken seçimi neden dayattı?
Evet, herkes bunun akılcı yanıtını merak ediyor! Buna son günlerde bir de, “seçimde yine sonuç değişmezse ne olacak” sorusu da eklendi. Sonucun ne olacağının cevabı aşağı yukarı belli. AKP oylarında çok büyük değişiklik beklenmiyor. Muhtemelen yine birinci parti çıkacaktır ama ben bu gidişle 7 Haziran’da aldığı oyun altına düşeceğini, onu bile yakalayamayacağını düşünüyorum. Kasım’da sonuç yine değişmezse, ya uzlaşacaklar ya da çatışma derinleşecek ve Türkiye çok daha kötü bir duruma sürüklenecek demektir.
Belirttiğiniz gibi asker cenazelerinde AKP’ye, Cumhurbaşkanı’na yönelik protestolar artıyor ve bunlar arasında milliyetçi kesimler de var. Tepkilere bakınca, milliyetçi oylar da garanti görünmüyor, ne dersiniz?
Evet. Çünkü insanlara şunu anlatamazsınız; üç sene boyunca terör örgütü dediğiniz PKK ile bir şekilde oturmuşsunuz, lideriyle konuşmuşsunuz, müzakere olmasa dahi bir süreci yönetmişsiniz. Ama bugün kalkıp tekrar düşman ilan ediyorsunuz. Dünkü vesayet kurumlarına direksiyonu tekrar teslim etmek istiyorsunuz ve bunu kalkıp halka tekrar şehit söylemi üzerinden anlatmaya kalkışıyorsunuz. Artık o şehit edebiyatını kimseye yutturamıyorsunuz.
Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun, “Türkiye başkanını seçseydi bugünkü kaosu yaşamazdı” açıklaması, Yalçın Akdoğan’ın “Seni başkan yaptırmayacağız sözünden sonra işler koptu” demesi, yine hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın bu minvaldeki sözleri… İşte her şeyin gidip dayandığı nokta o. Burada şöyle bir şey de çıkarıyorum; özellikle Kürt meselesi bağlamında hem hükümet içinde, hem de Saray çevrelerinde hegemonyasını oluşturmuş olan bir grup var. Kendisini Kürt meselesi üzerinden var ediyor ve kendisine “rant sağlıyor”. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır, çözmek inanın zor. Burada yapılacak olan şey AKP’nin o çevrelerden, o gruplardan temizlenmesi.
Sözünü ettiğiniz kadar radikal bir “temizlik” olmasa da, 12 Eylül’deki AKP kongresinde Erdoğan’ın hissedilir müdahalelerde bulunacağına ilişkin yorumlar var. Erdoğan’ın kongrede Davutoğlu’nu değiştirmek istediği, ya da genel başkanın ve başbakanın ayrı isimler olacağı söyleniyor. Sizin gözleminiz ne?
Başbakanın ve genel başkanın ayrı isimlerden olması siyaseten mümkün. Ama şunu zannetmiyorum; bu kadar kısa zamanda hem erken seçime gideceksiniz, hem de partiyi yeniden inşa edeceksiniz… Bu çok büyük risk olur. Ayrıca bugüne kadar Erdoğan’la, Davutoğlu’nun tersleştiği vs herhangi bir şey olmadı ki. Yıldırım Akbulut-Turgut Özal yönetim ilişkisinin daha ileri bir versiyonunu görüyoruz. AKP’ye yeni bir dizayn yapılmak istenirse bence bu seçim öncesi değil, büyük ihtimalle bir olağanüstü kongre kararıyla seçim sonrasındaki süreçte yapılabilir.
Hükümet cephesindeki içerde ve dışarıda sıkışma durumu AKP’li yazarlar tarafından, “Türkiye’ye karşı bir işgal hareketinin başlatılması”, buna karşılık da “yüzyıl sonra ilk kez bağımsızlık mücadelesi verildiği” şeklinde analiz ediliyor. Öncelikle Gezi ve 17-25 Aralık sürecinden de tanıdığımız bu, “herkes Erdoğan’a karşı birleşti” tavrı için ne söylersiniz?
Bu çok sakat bir anlayış, şu anda bir işgalci bir güçle mi karşı karşıyayız? İncirlik Üssü’nü Amerika’ya kim açtı yıllar sonra? Bu hükümet açtı. Bakın şöyle bir şey var, çok stratejik bir coğrafya Türkiye. Özellikle Kürt coğrafyası. Irak, Suriye, Türkiye Kürdistanı bölgeleri… Küresel güçlerin bu coğrafya üzerinde bir yaklaşımı yok mu? İyi niyetli ya da değil, yaklaşımları elbette var. Bunu dili, dini, etnik kimliği ne olursa olsun eşit yurttaşlık hissiyatını paylaşabilen bir toplum inşa ederek bertaraf edebilirsiniz, düşmanlaştırarak, ötekileştirerek değil.
Bunlar AKP’ye oy veren dindar, mütedeyyin kesimler açısından hâlâ “kullanışlı” argümanlar mı?
Kullanışlı çünkü din her zaman tutan bir şeydir. İslam birliği deyin, cihat deyin, Kudüs deyin, Filistin deyin, bunun alıcısı her zaman olmuştur. Yarın da olacak. Ama bu demokratikleşmiş, modern, insanların bir arada ve eşit yaşadığı bir topluma götürür mü? Hayır. Bunlar kesim için, belki bir süre daha işe yarayacaktır. Ama bu çok uzun süreli olmayacak.
Asker cenazeleri üzerinden yapılan “ne mutlu şehit ailesine” ya da Enerji Bakanı Yıldız’ın “Amacım şehit olmak” söylemleri aynı çevrelerde nasıl satın alınıyor peki?
Enerji Bakanı Soma’ya gitsin, madenlere insin. 301 insanı toprağın altına gömüp, ondan sonra “bu işin fıtratında var” deyip, ondan sonra “Ben iki gündür beyaz gömleğimi değiştiremedim” edebiyatı yapan bir insanın bugün kalkıp “Ben şehit olmak istiyorum” demesi, en hafif tabirle nezaketsizliktir. Ondan önce, kömür madenlerinde kullanılan, patlamayı önleyici sistemlerin uluslararası standartlara uygun hale getirilme yasasının süresini 2019 yılı sonuna ertelemenin hesabını versinler.
Sözünü ettiğiniz erteleme konuşulamadı bile, gündem olmadı…
Konuşulmuyor. Belki de arzu edilen bu. İlk önce bunun hesabını versin Enerji Bakanı. Gerçekten şehit olmak istiyorsa eline silah alıp orduya katılmasına gerek yok, gitsin madenlerde çalışsın. Şehitlik er ya da geç onu bulacaktır. Son dönemde ölen bütün asker olsun, PKK gerillaları olsun hepsi devlet eliyle işlenen cinayetlerdir. Neydi Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun dilindeki slogan? “İnsanı yaşat ki, devlet yasasın.” Bakın yine tersini yapıyorlar; “İnsanı öldür ki, devlet yaşasın.” Hangi siyasi eylemleri, fiiliyatları insanları yaşatmaya dönük oldu? Ermenek, Soma gibi ya da diğer iş cinayetlerinin yaşandığı yerlerde en ufak bir karşı koyuş olduğunda o insanlara her türlü eziyeti yapıyorsun. AKP’nin insanı yaşatmaya yönelik yeni Türkiye’si bu mudur?
Bu ve benzeri sorular AKP yanlısı medyada sorulmuyor, cenazelerdeki protestolar verilmiyor. Cumhurbaşkanı’na en ufak eleştiri, aynı gazetenin yazarları tarafından hemen ihanetle suçlanıyor vs. Uzunca bir dönem çalıştığınız iktidar yanlısı medyaya dışardan bakmak nasıl bir hissiyat? Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiçbir dönem bu kadar kötü olmamıştı. Hiçbir zaman bu kadar savrulmadı. Aklını, birey olarak varlığını Cumhurbaşkanı’nın varlığına bağlayan başka bir dönem olmadı. “Erdemliler hareketi” olarak tanımlanan bir hareket, -onun taşıyıcıları için söylüyorum-, yazarlarıyla, gazetecileriyle, aydınlarıyla, siyasetçileriyle bu kadar mı erdemden uzaklaşır? Bu kadar mı kalemini, beynini, ruhunu teslim eder? Bireyin hiç mi önemi ve özgürlüğü yok? Burada bir kaybolmuşluk var. Maalesef kendinizi bu sürecin dışında tutma çabası da çok sonuç vermeyebiliyor. Siz ne kadar kendinizi dışarıda tutmaya çalışırsanız çalışın, ya ötekileştirilip yok ediliyorsunuz, ya o havanın içinde dövülüyorsunuz. İki arada bir derede namuslu kalemler oluyor ama onlar da pek sesini duyuramıyor. Genel olarak Türk medyasının iktidar karşısındaki duruşunun, iradi değil, idari olduğu çok açık ortaya çıkıyor. Medya sahipleri, ellerindeki gazete ve televizyonları, güç devşirmenin, para kazanmanın aracı olarak görüyor. Patron siyaset ilişkisinin olduğu yerde, gazetecilik de çok olmuyor maalesef. Patron ve siyasetçinin çıkarları arasında ezilip duruyorsunuz.
Aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, kadınlar barış talebini yükseltiyor, Barış Bloku oluşturuluyor, çağrılar yayınlanıyor, eylemler yapılıyor. Fakat dindar, muhafazakar kesim sessiz. Neden?
Çünkü şu anki mevcut siyasi iktidarla gönüllü birliktelikleri söz konusu. Kürt meselesi toplumun geniş kesimleri tarafından daha yeni yeni anlaşılmaya başlandı. Türk solu bu anlamda epeyce bir mesafe kat etti. Türk sağındaki (ben buna sağ diyorum, muhafazakar, mütedeyyin demiyorum) yaklaşım biraz daha farklı. İslamcı, muhafazakar kesimler de seslerini mutlaka çıkarmak zorundalar. Bugün Kürt meselesinde eğer bir ilerleme sağlanamıyorsa, bunda onların da günahı var. En büyük günah buna sessiz kalmak. Ölen hepimizin çocukları. Dindar, muhafazakar kesimler de bundan rahatsızlar, bunu biliyorum. Bu yönde bazı girişimler oldu fakat sonuç alınmadı. Büyük bir korku var ama bu korku insanı bir yere götürmez. Siz de elinizi taşın altına koyun, bir bildiri yayınlayın en azından. Kimse yanaşmıyor.
Korkunun kaynağı ne?
Hükümetin korkusundan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendilerine yapacağı bir çıkıntıdan. Bir de zihin olarak, PKK ile savaşılırken Kürt meselesinin görülmemesi olayı, bunların sürekli birbirine karıştırılması. Hükümet çevreleri, Barış Bloku gibi sol çevrelerin çağrılarını zaten görmezden geliyor. Liberal kesimlerden, aydınlardan gelen çağrıları da ihanetle suçluyorlar. İslami çevreler kalksınlar sadece şunu desinler; “Bu çocuklar niye ölüyor”, “Niye ölsünler”, “Konuşmak varken silah neden?” Devlete ya da PKK’ye de değil, bunları ortaya söyleseler inanın yine mesafe kat edilir. Bu yapılmıyor. Bu korkuların bizi götüreceği yer hayırlı bir yer değil, bunun da farkında olmaları lazım.
Dolmabahçe mutabakatıyla “barış an meselesi” diye düşünürken, bugün ölümler, operasyonlar, sıkıyönetim ilanlarını konuşuyoruz. “Neden bu noktaya gelindi” sorusuna sizin yanıtınız ne?
Gelinen nokta, Türk siyasal sisteminin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelip tıkandığı nokta. Dolmabahçe mutabakatında silahların bırakılması söz konusuydu. Zaten 2013 Newroz’undan beri yürütülen şey de buydu. Bu yönde epeyce mesafe de alındı. Ben bu süreci hep tek taraflı bir yürütme olarak adlandırdım. Hala da durduğum yerdeyim çünkü devletin bu konuya yaklaşımlarında belirli mesafeler kat edildiyse de, bir ciddiyetsizlik söz konusuydu. Yani bir devlet aklı yaklaşımı değil, daha çok bir siyasi partinin “ben bunu siyasete nasıl tahvil ederim” yaklaşımı söz konusuydu. Bugün düşük yoğunluklu da olsa yeniden bir savaş başladı. Hükümet “ben başlatmadım, öbür taraf başlattı” diyor; PKK “ben başlatmadım, devlet başlattı” diyor ve bunu tespit edecek bir üçüncü bir gözlemci yok. Sürecin başından beri, belirli bir kesimle birlikte benim de üstünde ısrarla durduğum husus tam da buydu; İçerden, toplumun tamamını kuşatacak, onları temsil edecek bir izleme heyeti kurulabilseydi ve bunu takip edebilseydi, bugün yaşadığımız durumu yaşamayabilirdik. Kürt meselesinde ayak diremenin, Kürdü kurucu ortak irade almamanın sıkıntısını yaşıyor Türkiye. MHP zaten bunun karşısında duran bir yerde. Çok ilginçtir 7 Haziran öncesinde özellikle Devlet Bahçeli’nin böyle bir hükmü söz konusu değildi. Bunun da çok ciddi irdelenmesi lazım.
CHP’nin izlediği strateji için ne söylersiniz?
CHP’nin 7 Haziran sonrası tutumu tamamiyle değişti. Özellikle demokratikleşme noktasında biraz daha olumlu bir yola girdiyse de, hükümet kurma sürecinde doğrusu daha realist politika ortaya konabilirdi. Konmadı. Yani, günler süren koalisyon kurma toplantıları bir oyalama süreciyse ve siz bunu fark ettiyseniz, daha güçlü bir siyasi duruş sergilemeniz gerekirdi. Ama orada da bir tıkanma yaşandı
CHP, “masadan kaçtılar kozunu vermemek için AKP’ye sabır gösterdik” diyor…
Bu doğru da bir şey ama daha net ve kesin açıklamalar yapılabilinirdi, siyaset kurumu zorlanabilirdi. AKP ile her görüşme sonrası orta halli açıklama yapıldı, Daha net bir duruş sergilenebilirdi. Siyaset dediğiniz zorlama sanatı. Bunu yapabilirdiniz. Ben şuna inanmıyorum; AKP, CHP ile koalisyon kurmuş olsaydı buna kim itiraz ederdi?
Her iki partinin de tabanlarından itiraz geldiği söylendi.
Vekaletini aldığınız halka karşı sorumluluğunuzu yerine getirmeniz gerekirken, yok efendim “halk bunu istemiyor” demek çok ucuz bir politika. Siyaseten bu ilerisi için bir risk taşıyabilir ama herkesin dile getirdiği ortak nokta da şu; toplum bir nefes alacaktı. Sonuçta sokaktaki insan birbiriyle sorun yaşıyor mu? Yaşamıyor. Uzlaşma sağlanması insanları birbirine daha yaklaştırırdı. Uzaklaştıran zaten siyasetçilerin kendisi.
Seçim hükümetine katılıp katılmama ise farklı bir mevzu. CHP görev kendilerine verilmediği için tavır koyuyor olabilir, AKP’yi HDP’yle yan yana getirip, zor duruma düşürmek istiyor olabilir. Bugün geldiğimiz noktada, asıl bundan sonra nasıl bir seçim süreci yaşayacağımız büyük bir soru işareti.
© Tüm hakları saklıdır.