Gündem

HDP’li Altan Tan: PKK’nin esas doğum yeri Diyarbakır Askerî Cezaevi'dir

Tan, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi'nde işkenceyle öldürülen babası Bedii Tan’ı anlattı

29 Şubat 2016 14:47

HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde işkenceyle öldürülen babası Bedii Tan’ı anlattığı TBMM Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Alt Komisyonu son toplantısında, “Birçok analist der ki: ‘PKK’nin esas doğum yeri Diyarbakır Askerî Cezaevi'dir’. Bu doğru bir tespittir” diye konuştu.

Babasının Musa Anter’li ‘Şark Postası’ Gazetesi yolculuğundan, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası yönetimindeki görevine kadar o dönemi anlatan Tan, 12 Eylül darbesinden sonra Felat Cemiloğlu’ndan üç gün sonra gözaltına alınan babası Bedii Tan’ı anlattı. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi ile ilgili “Oradaki işte genel işkence, yani özel, şahsa yönelik bir işkence yok, herkese fiks menü” diyen Tan, babası  Bedii Tan’ı ölüme götüren işkenceyi de, “Bir gece sabaha kadar suyun içerisinde yatırıyorlar, oradan ciddi bir enfeksiyon kapıyor, hastalanıyor, bağırsaklar, işte mide vesaire, her taraf, bütün organlar…” diye anlattı.

“O günün şartlarında büyük bir teselliydi yani cenazeyi alabilmek” diyen Tan, 49 yaşında olan babasının yakışıklı bir adam olmasına rağmen, tanınmayacak halde olduğunu ifade etti ve “Tabii, müthiş zayıflamıştı. Babam 49 yaşındaydı, sarışın, uzun boylu, yakışıklı bir insan. Bir gün babamı yatakta gördüğümü hatırlamıyorum, nezleden bile. Ben 24 yaşındaydım, aklım başımda, üniversiteyi bitirmişim. Tanınamayacak bir hâldeydi. Yani benim şu anki kiloma yakın, boyuma, kiloma yakın. Bir deri, bir kemik kalmış diyebileceğimiz bir şekilde; aortlar çökmüş, şeyler gitmiş. Hatta bir ara şöyle bir psikolojiye kapıldım ben: “Bu benim babam mı acaba? O mu değil mi?”

Tan’ın TBMM tutanaklarına yansıyan ve Diyarbakır 5 No’lu Cezaevine ilişkin babası Bedii Tan’la ilgili anlattıkları şöyle:

"Babam Bedii Tan 1933, Midyat doğumlu. 1953’te Diyarbakır’a geliyor ve o tarihte Şark Postası isminde bir gazete çıkarılmaya başlanıyor Diyarbakır’da. Sürgünden gelen Cemil Paşaların o dönemdeki genç oğlu Nejat Cemiloğlu -sonrasında on yıl, 1963 ve 1973 yılları arasında Diyarbakır Belediye Başkanlığı yaptı ve hâlen de hayatta, Allah hayırlı uzun ömürler versin, 93 yaşında- Canip Yıldırım -o da geçenlerde vefat etti- Diyarbakırlı çok önemli bir aydın, bir ağabeyimiz; hem babamın ağabeyiydi hem de benim ağabeyimdi yani ikimiz de arkadaşlık yaptık Canip amcayla…

Üçüncüsü de Musa Anter. Yani bu Şark Postası gazetesini çıkaran 3 kişi. Babam 1953’te 20 yaşında ve bunların yanına çalışmak üzere giriyor. Daha sonra gazeteciliği de öğreniyor ve kendisi de daha sonraki yıllarda bizzat yerel gazete çıkardı. Yani benim hayatta olduğum dönemden önce de, sonra da; ben 1958 doğumluyum, doğumumdan önce de, sonra da yerel gazeteler çıkardı, yazılar yazdı, işte, 65-66’ya kadar da bu işlerini sürdürdü. Fakat daha sonra bir müddet memuriyet, sonra ticaret hayatına geçti. 1980’e gelindiğinde -yani olayla ilintisini kurmak için söylüyorum- Diyarbakır’da oldukça etkili, varlıklı bir şirketin ortağıydı Felat Cemiloğlu’yla birlikte ve bu şirketin Şırnak kömür ocaklarında büyük işleri vardı. Yıllık 165 bin ton linyit kömürünün nakliyesini yapıyorlardı, hem Diyarbakır’a bu kömürü getiriyorlardı, bütün devlet daireleri ve özel kesime veriyorlardı hem de Kurtalan istasyonundan bu kömürün gideceği bütün yerlere nakliyat yapıyorlardı. Yani onlar tren istasyonuna kadar getiriyorlardı, oradan demir yolu vasıtasıyla bu kömür dağıtılıyordu. Bir de aynı şekilde, Felat Cemiloğlu Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının Başkanıydı, babam da yönetimdeydi, Vergi Takdir Komisyonu üyesiydi. Yani Diyarbakır’ın bütün o dönemdeki ticari bürokrasisinin içindeydiler.

 

 “PKK’lı bir grup şantiyeye geliyor ve 2 milyon lira istiyor”

 

Şantiyeye o dönemde PKK adına geldiklerini söyleyen bir grup geliyor ve 2 milyon lira para verilmesini istiyor. Verelim, vermeyelim; tartışılıyor bir müddet, bu gelip gitmeler daha da artıyor ve o tarihte şantiyenin sorumlusu Mardinli Aziz İpekçi isminde bir amcamız, bir ağabeyimiz; o da “Ben artık bu şartlarda burada görev yapamam. Bu para verilmezse bundan sonrası tehlikeli.” anlamında şeyler söyleyip Kurtalan’dan Diyarbakır’a gelince Felat Cemiloğlu bu paranın verilme kararını alıyor ve 2 milyon lira para veriliyor.

Tabii, darbe oluyor. Olay zaten resmî bir yere de intikal etmiyor. 1982 senesinin ortalarında veya ikinci çeyreğinde diyelim, nisan ve mayıs başı gibi bu Kurtalan’da parayı alan kişi yani PKK adına bu parayı alan kişi yakalanıyor ve bu itirafçı oluyor. Ondan sonra, o bölgede kimden ne kadar para alındıysa “Bunların hepsini gönüllü yardım şeklinde aldık.” diye ifade veriyor ve isimlerini veriyor. Ondan sonra, tabii, mayıs ayının ortalarında bir gün Felat Cemiloğlu gözaltına alınıyor. Ben de o tarihte üniversiteyi yeni bitirmişim yani bir iki aylık bir mezunum henüz daha, yeni. Diyarbakır’da da değilim, haberim de olmadı bu olaydan. Babam itiraz ediyor çünkü çok iyi bir dostlukları, ağabey kardeş ilişkileri vardı. Felat Cemiloğlu babamdan 5 yaş büyüktü. Yani o bahsettiğim, Nejat Cemiloğlu’nun kardeşi, Diyarbakır Ticaret Odasının da Başkanı. Diyor ki: “Felat Bey’in bunda bir suçu yok. Hadise böyle böyle cereyan etti ve bu kararı da biz birlikte aldık. Beni de götürün.” “Hayır, seninle ilgili bir durum yok. Şirketin büyük ortağı Felat Cemiloğlu’dur ve Yönetim Kurulu Başkanı, mesul müdür -ne ise o günkü kanun ve mevzuat içerisinde- budur, dolayısıyla sizinle ilgili bir şey yok.” diyorlar.

 

“Felat Cemiloğlu’ndan üç gün sonra babamı gözaltına alıyorlar”

 

Felat Cemiloğlu’nu Diyarbakır’da gözaltına alıyorlar ve o gece Siirt’e götürüyorlar çünkü olayın cereyan ettiği yer Kurtalan, Siirt’e bağlı. Aradan üç gün geçtikten sonra babamı da yani Bedii Tan’ı da gelip gözaltına alıyorlar, Diyarbakır Çarşı Karakoluna götürüyorlar, oradan bir arabaya bindirip onu da Siirt’e götürüyorlar. Sonra bu Kurtalan’daki şantiyenin esas sorumlusu, şirkette çalışan Aziz İpekçi’yi de gözaltına alıyorlar. Yani şirketin ortakları ve sorumluları kim varsa bunları sırayla gözaltına alıyorlar. Siirt’te yirmi güne yakın kaldılar yani o dönem zarfında. Tabii, bundan sonra biraz işin hikâye kısmını da anlatmam gerekiyor yani özelde zaten bulunma sebebim o.

O dönemde ben de ailemizin Ankara’da Güvercinlik Hava Üssüne bir asfalt nakliye işi var o tarafta yani Karayollarının, Türkiye Petrollerinin falan böyle ortaklaşa biz nakliye işini yapıyoruz, ben de onun başındayım, Ankara’dayım; yeni okulu bitirmişim, yani inşaat mühendisliğini bir iki ay olmuş. Annem de diyor ki: “Çocuklar duymasın, fazla da rahatsız olmasınlar, zaten hiçbir şey yok, bunlar bir iki gün sonra gelecekler.” Fakat iş, beş on günü geçince, o gün tabii, cep telefonları yok, şu yok, bu yok, işte evi arıyoruz telefonla üç beş günde bir, “Babam nasıl?” işte “Baban iyi, dışarıda.” Fakat sonradan duyuldu tabii, hadiseler. Duyulunca tabii, bir diğer kardeşim de İstanbul’daydı, benden küçük olan, Allah rahmet etsin, vefat etti o da, Faruk Tan. Biz Diyarbakır’a gittik, diğer küçük kardeşlerimiz var, dedem hayatta o zaman, babamın babası da hayatta ve bizde kalıyor, Diyarbakır’da kalıyor. İşte, sağa sola gitmeye başladık. İlk yaptığımız iş, o dönemde hâkim albaylıktan emekli, bizim uzaktan da akrabamız olan, yani annemin akrabası olan Elâzığ Madenli Kamuran Meral’i avukat olarak tuttuk.

Evet, yani hâkim albay ve bir şeyler yapmaya çalıştık. Cezaevinin o dönemde müdürü Binbaşı Birol Şen. Tabii, bu, elinde hiçbir şey olmayan bir binbaşı. Müdür ama iç güvenlik amiri Esat Oktay Yıldıran. Esas, cezaevinin her şeyi Esas Oktay Yıldıran. Birol Şen’le de şöyle bir diyaloğumuz var o tarihte: Babamın bir arabası vardı, bunu satarken işteBirol Şen almış o tarihte ve paranın da tamamını daha ödememiş. Biz Birol Şen’e ulaşmaya çalıştık, bir şey yapamadık.

Öbür, işte, İstanbul’daki akrabalarımız ve arkadaşlarımız devreye girmeye başladılar ve o dönemde Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı olan Kemal Yamak, sonradan Turgut Özal döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri oldu. Bu, Özel Harp Dairesinden gelme. Bunun ilk Özel Harp Dairesinde komutanı olan, daha bunlar üsteğmenken yüzbaşı olan Muzaffer Albay isminde -şu an ismi aklımda değil- yani dünya atıcılık, bu silahla atıcılık noktasında dereceleri olan bir emekli albay, buna kadar dostlarımız ulaştılar, bunu Diyarbakır’a getirdiler. Muzaffer Albay, Kemal Yamak’la görüştü. “Nedir bu hadise? Ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz? Bunların işte siyasi kimliği, duruşları, pozisyonları her şeyi Diyarbakır’da belli.” diye. Oradan da bir netice alınamadı.

 

“Dedem ‘oğlumu öldürecekler diye ağlamaya başladı”

 

Ben o ara işlerden dolayı bir iki günlüğüne tekrar Ankara’ya geldim yani gelmek zorunda kaldım, kardeşim ile dedem ziyarete gittiler. Dedem de babamla tam zıt bir karakterde. Yani yemeyi, içmeyi, gezmeyi seven, fötr şapkalı, kravatlı, günde 2 sefer tıraş olan, böyle bir eski zaman mirasyedisi. Yani kolay kolay üzülmeyen, kolay kolay dert etmeyen, siyasi olaylarla da çok fazla ilgilenmeyen bir kişi dedem. Fakat dedem ve kardeşim o görüşmeden döndükten sonra dedeme böyle kriz hâlinde bir hâl oldu, “Oğlumu öldürecekler, oğlum öldü.” demeye başladı, ağlamaya başladı. “Yahu ne oldu, ne bitti dede? Sen neler gördün, neler geçirdin, neler yaşadın? Üstelik de biraz değil, çok rahat bir insansın falan…” “Hayır, oğlum ölecek, öldürecekler.” dedi. “Yahu, niye öldürsünler?” Tabii, ne şekilde görmüşse, o görüş şekli, giriş, çıkış, hadise, böyle bir psikoloji içerisine girdi ve bayrama birkaç gün kala ben de tekrar Diyarbakır’a döndüm, aile de toplandı. Bu anlattığım bütün olaylar, kırk beş elli gün içerisinde cereyan ediyor. Yani, ramazan ayının ortası, 14 Temmuz, 42-43 derece bir sıcaklık, Diyarbakır’da müthiş bir sıcaklık, bayramı bekliyoruz, birkaç gün kalmış. Bütün aile toparlandı, Nejat Cemiloğlu, İstanbul’dan geldi, o da kardeşiyle alakalı, onlar da diğer aileler de hepsi.

Bu arada bir yerlere ulaşamaz olduk artık. Yani ziyarete de bir tek sefer gidilebildi işte. Zaten bu kırk beş kırk yedi günü… Çünkü Felat Bey’in elli gün, babamın kırk yedi kırk sekiz gün, yani onun için kırk beş elli sürekli böyle gidip geliyorum. Tek bir sefer ziyarete gidilebildi çünkü bunun zaten yirmi günü aşağı yukarı Siirt’te geçti, orada zaten hiçbir şekilde ulaşmak mümkün değil. Döndükten sonra da on on beş gün -o cezaevinde kalan arkadaşlar daha iyi biliyorlar- görüşmenin yasak olduğu, yani ilk girdikten sonra bir dönem var. Bir tek sefer görüşülebildi. 14 Temmuzda işte bu hadise meydana geliyor. Yani bu Kemal Pirlerin açlık grevine başladıkları gün, yani ölüm orucuna daha doğrusu, öyle diyelim, açlık grevi değil de ölüm orucu.

Aynı gün, 14 Temmuz günü babam vefat ediyor. Bize o gün de bir şey söylemediler. Ertesi gün akşama doğru bir kıpırdanma hissetmeye başladık, sağda solda işte avukatlarda bir fiskos, gelme gitme. Sonrasında dediler ki, efendim, ağır hastalanmış ve Diyarbakır Askerî Hastanesine kaldırmışlar. O  an akrabalarla beraber çıktık, Diyarbakır Askerî Hastanesine gittik, hiçbir yetkiliden bir bilgi alamadık. Yani burada mı, değil mi, geldi mi, kaydı var mı, yok mu falan… Ama bir müddet sonra ben etrafımda bazı akrabaların, böyle, ağlamaya başladıklarını, uzaklaştıklarını, böyle, anlam verilemez hareketler yapmaya başladıklarını gördüm. “Ne oluyor, ne bitiyor?” falan filan, dediler ki: “Ölmüş.” “Peki, kimden öğrendiniz? Ne oldu? Nerede?” falan… Beni aldılar o şeyin içerisinde, işte, hengâme ve curcuna içerisinde bir arabaya bindirdiler ve oradan ayrıldık ama anladık ki ölmüş.

 

“Bütün yaşadıklarımız 45-50 günlük hikaye”

 

Tabii, sonradan öğreniyoruz… Orada yapılan işkenceleri, ben uzun uzadıya anlatmayacağım zaten, burada canlı bir tanığı var, Sayın Orhan Miroğlu da bunun canlı tanığıdır, uzun yıllar. Bizim bütün bu yaşadıklarımız, kırk beş elli günlük bir hikâyedir. Bunu beş yıl, on yıl, on beş yıl çeken, yaşayan insanlar oldu. Oradaki işte genel işkence, yani özel, şahsa yönelik bir işkence yok, herkese fiks menü. Bu işkenceler sonucunda esas onu etkileyen, yani babamı, Bedii Tan’ı etkileyen, bir gece sabaha kadar suyun içerisinde yatırıyorlar, oradan ciddi bir enfeksiyon kapıyor, hastalanıyor, bağırsaklar, işte mide vesaire, her taraf, bütün organlar…

 

“Gestapo lakaplı Adnan Gündüz”

 

Gümüşhane merkez nüfusuna kayıtlı, 1961 doğumlu bir er, Adnan Gündüz, şu an hâlen yaşıyor bu Adnan Gündüz de ve Antalya’da ikamet ediyor. Gümüşhane merkez nüfusuna kayıtlı, “Gestapo” lakaplı Adnan Gündüz. Bu geliyor, tekmil istiyor, diyorlar ki: “Hastadır, kalkamaz, çok kötü durumda yani ölüm derecesinde.” “Kaldırın, getirin.” diyor. 2 kişi kollarına girip, kapının önüne getiriyor, getirmesiyle beraber o tekvandocuların, judocuların yaptığı bir hareketle göğsüne büyük bir tekme vuruyor ve beyin üzeri yere düşüyor tekrar. İşte ondan sonra da bir daha kalkamıyor zaten. Artık ölüm derecesine gelince hastaneye kaldırıyorlar, tabii, hastaneye ölü olarak mı gitti, yoksa gidip hastanede veya yolda mı vefat etti; onu bilmiyoruz.

 

Hasan Cemal’in ‘Kürtler’ kitabı

 

Tabii, işin enteresan tarafı ramazan günü ve bu Kelime-i Şehadet meselesinden önce, bu kayıtlarda var çok… Mesela Hasan Cemal’in “Kürtler” kitabının ilk 30, 32 sayfası Ferhat Cemiloğlu’nun ağzından babamın ve Ferhat Cemiloğlu’nun kendi yaşadıklarının… Orada zaten, Ramazan günü oruç tuttuğunu ve orucunun dışkı yedirilerek bozdurulduğunu söylüyor. Bu, kayıtlarda, ifadelerde var. Şimdi, zaten, hani birçok şey anlatayım derken bazı şeyleri ayıklıyorsunuz veya unutuyorsunuz.Ferhat Cemiloğlu Kürt meselesini tabiri caizse kuran bir ailenin çocuğu. Yani Bedirhaniler’le birlikte Cemilpaşalar…

Orada belki de en siyasi kişilik Musa Anter kişiliği itibarıyla. Babamın bir dayısı, o tarihte Diyarbakır’da baş komiser, bir dayısı da üsteğmen. Yani dayılarımın da Musa Anter’le hemşehrilik, dostluk ilişkileri var. Yani, bu her iki insanın da böyle bir kişiliği var. Yani bu sade Kelime-i Şehadet meselesi değil, ramazan günü o şartlarda oruç da tutmak istiyor babam. Yani Ferhat Cemiloğlu tutuyor muydu, tutmuyor muydu bilmiyorum ama tuttuğunu söylemiyor kendi beyanlarında ama babam oruç tutmak istiyor, tutuyor inancından dolayı, kendi çizgisinden dolayı, neyse. Dışkı yedirilerek orucu bozduruluyor yani bu da bir parantez. Burayı kapatalım ve devam edelim çünkü vaktimiz de bir on beş dakika falan kaldı.

Şimdi, daha sonra, tabii, 14 Temmuz’da vefat gerçekleşiyor, ölüm gerçekleşiyor. 15 Temmuz akşamı bizim haberimiz oldu, işte, askerî hastaneye gitmemizi falan anlattım ve bu sefer cenazeyi almak için o geceden itibaren temaslara başladık. 16’sı akşamına kadar cenazeyi alamadık. Çünkü o tarih itibarıyla bir uygulama yapılıyor.

 

“Babamı bir gün yatakta görmemiştim”

 

Maalesef, ailede birinci derecede iki doktor olmasına rağmen biz onları da sokamadık o şeye. Yani bu da tarihe bir not olsun. Ve 17 Temmuz günü cenazeyi defnettik yani kendi usullerimize göre, örfümüze göre, dost, akraba, sevenlerle. Bu o günün şartlarında büyük bir teselliydi yani cenazeyi alabilmek. Yani o da büyük bir şanstı, cenazeyi alabilmek, yıkamak, görmek. Tabii, müthiş zayıflamıştı. Babam 49 yaşındaydı, sarışın, uzun boylu, yakışıklı bir insan. Bir gün babamı yatakta gördüğümü hatırlamıyorum, nezleden bile. Ben 24 yaşındaydım, aklım başımda, üniversiteyi bitirmişim. Tanınamayacak bir hâldeydi. Yani benim şu anki kiloma yakın, boyuma, kiloma yakın. Bir deri, bir kemik kalmış diyebileceğimiz bir şekilde; aortlar çökmüş, şeyler gitmiş. Hatta bir ara şöyle bir psikolojiye kapıldım ben: “Bu benim babam mı acaba? O mu değil mi?” falan diye.

Tabii, bu mesele bittikten sonra biz bu işin peşine düşmeye başladık. İşte, “Nasıl oldu, ne oldu?”… Otopsi raporunu istedik. Hiçbir cevap, bir şey alamadık. Yaklaşık altı ay sonra -işte, bundan sonraki hikâye de çok önemli belki, yani buraya kadar olanı herkesin ortak hikâyesi de, bundan sonra bizim biraz ayrı bir hikâyemiz var- postadan bir otopsi raporu geldi. Tabii, o günkü şartlardaki otopsi raporları, biliyorsunuz, “Bir şey yok, hastalandı.” Ama burada enteresan cümleler, kelimeler vardı yani hukuken ve tıbben tam benim o tarihte anlayamadığım. Bunu doktorlara, avukatlara gösterdik. Dediler ki: “Bu raporun sizin anlayacağınız yani halk tabiriyle, basit ifadeyle, bunlar diyorlar ki: ‘Bu yüzde 50 işkenceden öldü.’” Böyle bir rapor geldi elimize ve o raporu tutan doktorlara da biz hâlen aile olarak, çocukları olarak müteşekkiriz. Çünkü o günün şartlarında böyle bir rapor hiç kimseye tutulmadı. Yani bize bir koz verecek, şikâyetimizi… Yani yüzde 100 demiyorum. İşte, “Darp izi var ama neden olduğu belli değil.” İşte, “Ekimoz var, bilmem ne var.” O bildiğiniz, benim bilmediğim tıbbi, hukuki terimler. Tam hadiseyi tanımlamıyor ama bir şeyler söylüyor. Biz bunun üzerine, işte, danıştık, görüştük, kalktık şikâyette bulunduk. İlk, bir dava. Ve babamı tutuklayan ve tutuklanmasını isteyen iddianamenin sahibi de Mardin merkezden Arap asıllı bir yüzbaşı, Oktay Yüksel. Bizim hemşehrimiz. Dedemle beraber kalktık gittik bunun makamına. Dedem dedi ki: “Oğlum aman size bir şey gelmesin. Oğlum gitti, bari siz gitmeyin. Ne varsa verin ben imzalayacağım.” Yani “Resmî evraklar benim imzamla olsun.” Dedem orada, -tabii bu Mardinli ve Arap bir ailenin çocuğu Oktay Yüksel- Arapça ağzına geleni söyledi savcıya. Tabii, anladı mı, anlamadı mı, Arapça biliyor muydu? Çünkü bizde bazı aileler, birçok aile Türkçe, Arapça da bilmiyor, babası, annesi Kürt ve Arap olsa bile hani, çıkmışsa, memur çocuğuysa falan… Anladı mı, anlamadı mı bilmiyorum ama dedem ağzına geleni söyledi bu savcıya. Ondan sonra bir soruşturma açıldı. Daha sonra bu soruşturmanın bütün evraklarını biz elde ettik yani onun için, biraz böyle yani görmüş veya işin başındaymış gibi cümleler kuruyorum. 150’ye yakın kişinin cezaevinde ifadesine başvuruldu. Bu ifadelerin tamamı bende duruyor hâlâ. Ama bu Oktay Yüksel’in ve diğerlerinin de baskısıyla, yani savcılık, bütün ifade verenler “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Hastalandı. Bir şey olmadı ve öldü.” diye ifade verdiler o günün şartlarında.

 

“Erkek kardeşimin tek bir gün ağladığını gören olmadı”

 

Kız kardeşim 14 yaşındaydı, erkek kardeşim 15 yaşındaydı. Hiç ağlamadı erkek kardeşim, kilitlendi. Bugün 48 yaşında, hâlâ bir tek gün ağladığını gören olmadı. Benim bir Türk filminde bile gözüm yaşlanır, ağlarım yani. Bu otuz dört yıldır…

Annem yirmi yedi sene bir düğüne, nişana gitmedi. Benim oğluma babamın adını verdik. Çok seviyordu, ilk erkek torun. Ya hiç olmazsa bu senin eşin sayılır, kocan sayılır, yerinde, hem torunun hem oğlun hem eşinin adı falan, onun sünnet düğününe de gelmedi. Yani “sünnet düğünü” dediğiniz bir salonda yemek yenildi ve bir sıra gecesi, biraz müzik çaldı bu; gelmedi. Yirmi yedi yıl boyunca… Ölen ölüyor zaten, bir gün gidiyor ama kalanların yani bizzat bu olayı yaşayan insanların hafızasındaki o travma ve etkiler ölene kadar devam ediyor.

Benim bir dayım da emniyet amiriydi yani o Diyarbakır’da görev yapan babamın dayısı. Bir de benim dayım yani annemin kardeşi emniyet amiriydi. Annem uzunca bir müddet kendi kardeşini görmek istemedi, dedi ki: “Demek ki bu da işkencecidir, bu da işkence yapıyor, millete aynı şeyleri yapıyor.” Görmek istemedi psikolojik bir tepki olarak. Ki dayım annemden çok küçüktü ve yarı evladı gibi büyütmüştü yani çocuğu gibi, 15 yaş falan var annemle dayım arasında; görmek istemedi uzunca bir müddet. Birkaç yıl sonra kendine gelebildi. İşte bunlar da yaşanan travmalar.

Benim çocuklarımdan, tabii, evet, yani biraz onlardan da bahsetmem lazım.

Mesela büyük oğlumun adı Bedi, işte herkes küçükten itibaren, aa deden şöyleydi, böyleydi… Biz, çocuklara ortaokul sıralarına gelene kadar bir şey anlatmadık evde, bu mevzuları konuşmadık, hiçbir şekilde açmadık yani bir şey yaşamasın onlar da diye. Fakat 5’inci çocuğum -yani ellerinizden öper, 6 çocuğum var, 4 kız, 2 erkek- daha ilkokuldayken annesi dedi ki: Bu ağlıyor, şey yapıyor. “Ne oldu?” dedim. Meğerse bir arkadaşı bu hikâyeyi anlatmış ona. Tabii akrabalar, diğer amca, dayı, teyze, hala çocukları var bir sürü. Ve çocuk o yaşta, ilkokuldayken Hasan Cemal’in kitabını bulmuş nereden bulmuşsa, inanın onu da bilmiyorum, bir akrabadan mı aldı, bir kitapçıdan mı gitti, aldı, ne yaptı bilmiyorum. Çünkü oturup da uzun uzun “Ne yaptın? Ne ettin? Nereden öğrendin?” değil de daha teselli bazında konuştum ben. Ve çocuk birkaç ay kendine gelemedi. Tabii o yaşta bunu anlaması da mümkün değil yani ilkokulda daha o bu dediğim meseleyi öğrendiği tarihte.

Yani biz çocuklara mümkün olduğu kadar, belli bir yaşa gelmeyene kadar, bazı şeyleri daha iyi anlayabilecek duruma gelmeyene kadar bunları açmadık ama işte bu şeklide, böyle yol kazaları da oldu yani bizim inisiyatifimizin dışında, engelleyemediğimiz hadiseler de oldu.

Bu küresel sistemin de içinde olduğu o tarih itibarıyla bir büyük operasyonun parçasıydı 12 Eylül darbesi. Daha sonra çok yazıldı çizildi bu işler. Ve bu cezaevlerinde uygulanan işkence metotlarını da inan edin bizim polislerimiz ve askerlerimiz bilmiyorlardı. Çünkü dedim ya ben -laf arasında anlattım- bizim ailemiz şehirli bir aile, subaylar, askerler, polisler var içinde. Babamın dayısı çok meşhur bir komiserdi Diyarbakır’da 50’lili yıllarda. Bunların yaptığı falakaya yatırmaktı. Askerin de, jandarmanın da köye falan gittiği vakit yaptığı dipçikle kafasına vurmaktı. Kaba dayak. Bu ince işkence taktikleri, kontrgerilla metodu Latin Amerika’da da uygulandı, Arjantin’de, Şili’de, Bolivya’da, birçok yerde bunlar uygulandı. Çok büyük bir küresel operasyonun Türkiye’deki bir yansımasıydı ve bu arkadaşlar bu işleri dışarıdan öğrendiler yani çok daha derin bu uygulamaları; bu bir.

Tabii, Diyarbakır Cezaevi bütün bir halkın bir yerde devletle olan bağlarına ciddi darbeler vurdu. Hani bölge ilk olarak böyle travma yaşamadı Şeyh Sait hadisesini de mesela yaşadı, Dersim olayını yaşadı, Ağrı isyanını yaşadı. İşte sürgünler, katliamlar ölümler yaşanmıştı. Ama zaman geçtikçe insanlar sosyal hayata bir şekilde intibak ediyorlar, yaralar kısmen de olsa kabul bağlıyor ama 80 darbesiyle ne kadar bu işleri unutan veya unutmak isteyen, bilerek de… Hani bazen alkol kullanan insanlara sorarlar “Niye bu içkiyi içersin?”, işte kimi “dertten” kimi “neşeden” der. O “dertten” diyenler de dertlerini unutmak için der. Bazen insan bir şeyleri unutmak da ister. Ama unutulan, kalan, giden her şeyi tekrar unutulmayacak şekilde kaşıdı, kanattı, kangren hâline getirdi. Ve birçok analist der ki: “PKK’nin esas doğum yeri Diyarbakır Askerî Cezaevidir” Bu doğru bir tespittir."

İlgili Haberler