13 Ağustos 2011 03:00
T24 - Taraf Gazetes Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Ex Libris / Dünya bunları okuyor" adlı köşesinde "Hayatın komedisine dönüşür her şey" başlığıyla yayımlanan (13 Ağustos 2011) yazısı şöyle:
Hayatın komedisine dönüşür her şey
Tozuz biz. Zerrelerden ibaretiz. Öyle geldik, öyle gideceğiz. Dağılıp savrulduğumuzda nihayet, bizden geriye sadece bir hikâye kalacak. Evet bir hikâye ama tek hikâye değil. Herkesin başka başka anlatacağı, herkesin parça parça unutacağı, binbir ayrı hali olan, başından sonuna, binbir ayrı yoldan varılan bir hikâye. O yolların hepsinden teker teker yürüme fikrini seviyorum ben. İhtimalleri seviyorum. Her ihtimal bir nimet. Herbirimizin her an harf harf, boşluk boşluk yazdığımız hayat hikâyelerimizin, bizden sonra belki allı pullu, belki yalın yavan ama illâ ki bölük pörçük, belki fazlalı ama illâ ki eksikli hallerine dönüşeceğini bilmeyi seviyorum. Hikâyemizi “tekleştirme” çabamızın nafileliğini seviyorum yani.
Bakın işte, bir kadın, nicemiz gibi bir kadın, bu yağmurlu ağustos mahmurluğunda senden benden belki daha cin belki de değil bir kadın, tam da bunu yapıyor şimdi: Kendi hikâyesinin ebedî anlatıcısı olma hevesiyle sanırım, sanal âlemde kişisel bir sayfa açıyor kendine; ince elenip sık dokunmuş bir “ben” arşivi kuracak o sayfada;“Bakın ne şahane bir insanım, hem şeffaf hem gizemliyim, sahte tevazu gereksiz elbet ama kendimle tabii ki dalga geçerim” pozlarını bir bir yerleştirecek içine. Devâsâ bir boşluğa habire anlatacak kendini; örter gibi yaparken gösterecek, fısıldarken bağıracak: “Buyum.” Hiç itirazım yok. Facebook’ta ölmek her ne kadar “imkânsız” görünse de, ölüm, cümlemiz için aynı ölçüde “mutlak” zira; ve o kadın, o kadın gibi nice kadın, nice erkek, yani mesela ben, mesela sen, gün gelip zerrelerimize ayrıldığımızda, herbirimizin hikâyesi de, son kertede, gerçek ya da sanal her türlü vasiyetimizden ve vesayetimizden âzâde kalacak. Cismimiz terk-i diyar eyleyince, hikâyemiz de zerrelerine ayrılacak bir bakıma; başkalarının hafızasındaki haliyle toz duman olacak hatıralarımız. İçinden geçtiğimiz hayatlar, kulaklarda bıraktığımız sözler, herkesin görmesini istediğimiz cazip anlarımız, kimselerin fark etmediğini sandığımız itici yanlarımız, hepsi, moleküllerimiz gibi ayrışıp savrulacak, zerre zerre birbirine çarpacak, çarpa çarpa dağılacak, sonra yeniden birleşip bir tür bulut olacak belki. Bakanlar, kendi hayallerindeki şekli görecekler bulutumuzda. Ne gördüklerini biz hiç bilmeyeceğiz.
“Ama aşkın” der Virginia Woolf, Orlando’nun sonlarına doğru; ve iki tire arasına bir istihza yerleştirmek üzere durur hemen: “ Erkek romancıların tarifine göre, ki bu konuda onlardan daha yetkin kim olabilir” deyip tireyi kapadıktan sonraysa, bütün müstehziliğine inat, benim saflıkla sevdiğim şu satırları yazar: “(Aşkın) şefkat, bağlılık, cömertlik ve şiirle hiç bir ilgisi yoktur. Aşk, eteğini sıyırıp… ama aşkın ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Orlando bunu yaptı mı? Hakikat, hayır demeye zorluyor bizi, yapmadı. Bu durumda, yani insanın yazdığı hayat hikâyesinin baş kişisi, ne âşık olur ne cinayet işler, yalnızca düşünür ve hayal kurarsa, bir cesetten hiçbir farkı kalmadığı sonucuna varıp, onu terkederiz.”
Bulutlara bakıyorum şimdi; bir kitabın sayfalarına… Zamana direnen aşkları ve zamana yayılmış cinayetleriyle, yazarına, tutkusunun nesnesinden soğuma şansını bir an bile vermeyen iç içe geçmiş hayat hikâyelerinin “kümülüs” haline bakıyorum:A Book of Secrets: Illegitimate Daughters, Absent Fathers (Bir Sırlar Kitabı: Gayrımeşru Kızlar, Namevcut Babalar). Hiçbir hayatın tek bir hikâyesi olmadığını ve her hayat hikâyesinin aslında başkalarının hayatlarını da anlattığını hatırlatan girdap misali bir kitap bu; anlatımının zarafetiyle cezbediyor sizi, sonra hiç beklemediğiniz bir kuvvetle düşüncelerinizi döngüsüne katıp, derine hep daha derine çekerek ilerliyor. Yazarı, 1935 Londra doğumlu Michael Holroyd –ya da aristokrat esamisini ve İngiliz edebiyatına katkılarından ötürü Kraliçe’nin kendisine verdiği şövalyelik unvanını gözönüne alırsak, Sir Michael De Courcy Fraser Holroyd— biyografi yazımının gerektirdiği ağır ve ince işçiliğin hakkını ayrı ayrı eş düzeyde veren bir usta. Onun, Bernard Shaw ve Lytton Strachey biyografileri birer “klasik” kabul ediliyor. Holroyd, A Book of Secrets’ı, “son kitabı” olarak yazmış. Kariyerinin noktasını, bence her biyografi kadar, her hayatın da nihai cümlesi olabilecek bir vedayla koyuyor:
“Şimdi bir filmde olduğu gibi, bu sayfalardaki, yani son kitabımın sayfalarındaki karakterleri geri getirebilirim. Artık âşinası olduğum Villa Cimbrone’ye varırken hayal edebilirim onları ve sesleriyle, anlatımımdaki boş alanları, tamamlayamadığım yerleri doldurduklarını işitebilirim. Nihayet birbirleriyle karşılaşıyorlar işte, şimdiye dek açıklanamaz olan şeyleri açıklıyorlar ve daha önce hiç bilmedikleri şeyleri de büyük bir hayretle ve kafalarını iki yana sallayarak öğreniyorlar: bir sessizlik, sonra kahkaha sesi. Böylece her şey anlaşılacak ve keder ve kederin intikamı olan şey de, en nihayetinde, hayatın komedisine dönüşecek.”
Sondan başladım; şimdi başa, Holroyd’un bir araştırmacı gibi bakarken gördüklerini, bir romancı gibi anlatarak yeniden yarattığı her biri ayrı tüten o baharatlı kadınlara dönebiliriz. Ama önce yeşili, mavisi bol bir rüya resmi düşürmek istiyorum aklınıza. Akdeniz’in gökyüzüne boyandığı bir kıyıya yukarıdan bakın istiyorum; Napoli’nin seksen kilometre kuzeyindeki Ortaçağ şehri Ravello’nun tepelerinden, İtalya’nın Amalfi sahiline indirin gözlerinizi. İçindeki hikâyeler, Londra’dan Cornwall’a, Paris’e, Monte Carlo’ya uzanan A Book of Secrets’ın “yuvası” burası zira; Holroyd’un kâh bir düş sarayı gibi masalsı, kâh başlıbaşına bir karakter gibi hakiki bir dille resmettiği, on ikinci asırdan kalma muhteşem bir taş ev –Villa Cimbrone– ışığı ve gölgesiyle baştan sona vuruyor kitabın sayfalarına.
Ernest Beckett ya da Londra’daki “Big Ben” saat kulesinin tasarımcısı olan ünlü zemberek, kilit ve çan âlimi amcasından miras diğer adıyla Lord Grimthorpe, zamandan ve paradan yana sıkıntısı olmayan bir İngiliz asilzâdesi... 1904’te Villa Cimbrone’yi görür görmez, artık başka bir şey görmüyor gözü, evlenmeyi düşündüğü kadını terkedip, bu evi satın almaya karar veriyor. Bizi ise, Holroyd’un “adını, kariyerini, ilgilerini ve metreslerini gayet düzenli biçimde değiştiren bir adam” diye tarif ettiği Lord Grimthorpe’dan ziyade, onun dokunduğu kadınlar ilgilendiriyor. Nişanlısını Villa Cimbrone’ye kaptıran Eve Fairfax, Lord Grimthorpe onu yaraladığı için değil sadece, Auguste Rodin – evet, ta kendisi—genç kadının duygularını on üç yıl boyunca yontup törpülediği için de kırık ve kahırlı bir hayat sürüyor zira. 1901’de Rodin’in heykelleriyle tanışınca, evdeki biblo koleksiyonunu hemen elden çıkaran Lordumuz, Eve’in bir büstünü yapmasını istiyor Fransız ustadan. Rodin’in istediği paranın yarısını vermeyi, buna karşılık fazladan süre tanımayı öneriyor. Eve ile Rodin arasında 1914’e kadar sürecek olan ilişki bu anlaşmayla başlıyor. Yıllar içinde defalarca ve her defasında saatlerce Rodin’e poz veriyor Eve. Sonuçta, bugün dünyanın çeşitli müzelerinde örnekleri olan yüzlerce kil ve bir düzineden fazla mermer büst çıkıyor ortaya. On üç yılda Eve, Londra’dan Rodin’e 116 tane mektup yazıyor, Rodin Paris’ten yirmi beş kez cevap veriyor. “Büstüne çalışıyorum, yani sen bilmesen bile seninleyim” diyor. Her mektubunda aynı aşkın itirafını yutkunuyor Eve. “Sen öyle bir kadınsın ki, hem biçim hem ifade olarak Michelangelo’nun yüzlerinden birine benziyorsun benim gözümde” diyor. Elleriyle gören bir adamdan daha büyük bir iltifat işitemeyeceğini Eve de seziyor sanırım. Holroyd, “bir aşk arkadaşlığı” diye tanımlıyor aralarındaki bağı ve hiçbir zaman dizginlerinden tam anlamıyla boşalamayan, cinsellik boyutu ya hepten eksik ya da hep biraz boyundurukta kalan bu ilişkinin gücünü öyle basit, öyle hakiki bir cümleyle teyit ediyor ki, zihnimde hâlâ “ama aşkın ne olduğunu hepimiz biliyoruz” diye mırıldanan Woolf’u susturup, sadece Holroyd’u dinliyorum: “Birbirlerine enerji veriyorlardı.”
A Book of Secrets, bir tür hikâye kitabı aslında. Yolları Villa Cimbrone’ye düşen ya da serüvenleri bir şekilde bu evin teğetinde ilerleyen farklı kadınların biyografileri, farklı bölümlerde anlatılıyor. Bunlardan bence en çarpıcısı, Holroyd’un da üzerine en fazla titrediğini hissettiğim Violet Keppel, hepten yabancımız değil. Woolf’un “Bir Biyografi” alt başlığıyla yazdığı Orlando romanının iki kahramanından birinin rol modeli Violet. Mâlum Woolf, o kitapta bir dönem sevgilisi de olan Vita Sackville-West’i, “Orlando” kimliğiyle önce bir kadın, sonra bir erkek olarak yeniden yaratırken, cinsiyetin ve cinselliğin katı kalıplarını kırmayı dener. Romanda Orlando’nun “Sen benimsin… çünkü sana tapıyorum” diyeceği Rus prensesi Saşa ise, Woolf’un, Violet Keppel’a biçtiği edebî kisvedir sadece.
Violet Keppel’ın annesi Alice Keppel, daha sonra Kral Yedinci Edward olarak tahta çıkan Galler Prensi’nin metresi ve aynı zamanda evli bir kadındır ama Violet’i ne Kral’dan ne kocasından, Eve Fairfax’in “vefasız” nişanlısı Lord Grimthorpe’tan doğurur. Fazla ayrıntıya girmeyeceğim ama, İngiliz aristokrasisinin yirminci asrın başındaki çiftleşme usullerinin, insanın kendini, her bir dalına bir başka ferdin adının yazıldığı, sağlam köklere ve tek bir gövdeye sahip o banal hayat ağacı karikatürlerinin olgun bir meyvesi olarak görmesini imkânsızlaştıracağı kesin! Holroyd, bu çokeşlilik hallerini, illâ ki bir “dekadans” olarak görmeksizin, hem asilzâdeliğe hem aile kurumuna içinden ama mesafeli bakarak, bir yandan da bu “serbest” dinamiğin daha ziyade kadınları örselediğinin farkına varıp vardırarak anlatıyor.
Violet Keppel ile Vita-Sackville West’in bugüne dek defalarca hikâye edilmiş ilişkilerini, hep yapıldığı üzere Vita’nın ve dolayısıyla Vita’nın âşıklarından Virginia Woolf’un değil, belki de ilk kez Violet’in penceresinden yazan Holroyd, bu tercihi sayesinde, iki kadının birbirine yönelen tutkusunu, bu tutkunun içindeki isyan unsurunu, meceracı ruhu, şehveti ve bütün bunların, toplumun aynasını orta yerinden nasıl da çatlatıverdiğini anlatırken, o tutku Vita’da tutukluk yaptığında, Violet’in ne kadar hırpalandığını da, bu deli ruhlu kadının derisinin içinden hissetmemizi sağlıyor.
Tabii, Violet’in annesi Alice’in, karı-koca kılığında Avrupa’nın otellerini gezen bu iki kadının ilişkisini bitirmek için harcadığı çaba; Violet’in o güne dek “lezbiyen” kelimesini bile duymamış olan saf kocası Denys Trefusis’in, Vita’nın karısına yazdığı mektupları okuduktan sonraki şaşkın hali; ve Vita’nın kocası Harold Nicholson’ın kendi homoseksüel aşkları da, bu “ilginç” tablonun yer yer mizahî konturlarını çiziyor.
Bugün lüks bir otel olarak hizmet veren Villa Cimbrone’nin geniş taraçasından sonsuzluğa bakarak, geçen asrın aşklarını düşünen Holroyd’un kaleminde, Violet “ilginç” bir karakter olmakla kalmıyor ama. Vita’ya bir mektubunda, “Tanrı bizi, insaflılık, dakiklik, sadakat ve halinden memnuniyet gibi bütün o pürüzsüz erdemlerden korusun” diye yakarıp, “Tarihte hangi büyük adam sabit, hangi büyük kraliçe sadıktı ki” sorusunun cevabını, “Dehanın özü her zaman yeniliktir, her zaman öyle olacak” diye veren bu kadını, sadece aşkıyla anılmaktan kurtarmak istiyor sanki Holroyd. Onun, dokuz roman yazmış bir edebiyatçı olduğunu hatırlatıyor bize. Ortak arkadaşları, birinin aşkı, diğerinin rakibesi Virginia Woolf’un uzun gölgesi üzerlerine düştüğünden belki, Vita’nın ve Violet’in, bir kısmını Villa Cimbrone’nin taş duvarları arasında yazdıkları kitaplar, Britanya’da bile pek fazla bilinmiyor bugün. Oysa özellikle Violet için, yazmanın “bir intikama” dönüştüğünü anlıyor Holroyd; “aşkıyla hayatın geri kalanı arasında birer müzakereydi” diyor kitapları için ve onun hayat hikâyesinde, kitaplarının da bir yer bulmasını diliyor. Ama zamanın her kederi, her intikamı ve her müzakereyi, er geç hayatın komedisine dönüştürdüğünü sezen bir yazar, hikâyemizin bir olsa da tek olmadığını biliyor elbet; istediğimiz kadar “Buyum” diye haykıralım boşluğa, bizden kalan bulutların şekline başkaları karar veriyor.
© Tüm hakları saklıdır.