15 Haziran 2016 16:38
Türkiye basın tarihinin önde gelen gazeteci ve yayımcılarından Hakkı Devrim, 87 yaşında hayata veda etti. 60 yıllık meslek hayatında Meydan Larousse ansiklopedisinin yayın yönetmeni olarak öne çıkan, 2011’e kadar 15 yıl boyunca Doğan Grubu bünyesinde yayın yapan Radikal’de ‘Cihannüma’ köşesinde yazan gazeteci Devrim, T24’e üç yıl önce verdiği söyleşide “Bugün basın açıkgöz esnafların elinde” ifadesini kullanmıştı. Gazeteciliğe ilişkin hayalinin bir vakıf kurulması olduğunu söyleyen Hakkı Devrim, ‘ota sahip çıkmak gibi gazeteciliğe de sahip çıkmak’ diyerek “TEMA gibi bir gazetecilik vakfı kurulsa ve sonra çıkarılacak gazete kendi kendini döndürse” önerisinde bulunmuştu.
“Benim için gazetecilik bu aşamada, verilecek oyun gramajının artmasına çalışmak demektir” diyen Hakkı Devrim, sözlerine “Ancak bu gazetelerle olmaz. Çünkü patronların Ankara'dan çıkarları var. Koltukta oturana bağlılar; oturan Tayyip Erdoğan da, Adnan Menderes de, Turgut Özal da olsa bu böyle. Bu düzenden de Hitlerler çıkar” diyerek devam etmişti.
Devrim, gazetelerin yayın yönetmenleri için de "İyi maaşlar alıyorlar, hay hay alsınlar, seyahatler ediyorlar, bunları yazıyorlar, Ankara'ya gittiklerinde itibar görüyorlar, bir kısmı âkiller listelerine giriyorlar" ifadesinin ardından "Mesleğe sahip çıkmıyorlar" demişti.
Doğan Medya Grubu’ndan ayrılma sebebine ilişkin de bilgiler paylaşan Hakkı Devrim’in Mayıs, 2013’te T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği ve "Ana dilde eğitim ülkeyi bölerse böler, ülke dilden daha önemli değil" başlığıyla yayımlanan söyleşisi, sunuş bölümüyle birlikte şöyleydi:
“Acaba, Hakkı Devrim'in 'Dil Yâresi'ne tutuldum mu?”
1990'ların ikinci yarısı ve 2000'lerde gazeteci milleti arasında, biraz da kaygıyla ifadesini bulan popüler bir soruydu bu. Zira 1996'da yayına başlayan Radikal ile kamuoyunun karşısına bir sürpriz gibi çıkan bu yeni, ama aslında kıdemli, epey kıdemli yazar, geniş çerçeveli gözlüğünü parmaklarıyla yüzüne oturttuğu anı sabitleyen ünlü fotoğrafının altında uzanan köşesinde çok geçmeden “Dil Zaptiyesi” diye anılacak, bağımlılık yaratan üslubuyla gazeteci milleti arasında adeta yeniden doğacaktı.
Evet, o yıllarda o fotoğraf da demekti Hakkı Devrim. O kadar ki, Radikal, bir ara fotoğrafı değiştirecek oldu, ancak okur isyan edince, eski kadraja dönüldü.
Fakat Ağustos, 2011’de Devrim’in “Cihannüma” adlı köşesinin kapatılması o kadar gürültü koparmadı.
1929 yılında doğan bir gazeteciden söz ediyoruz.
Nazım Hikmet’in deyişiyle,
Hakkı Devrim dünyaya geldiğinden beri güneşin etrafında 84 kere döndü dünya.
Behçet Necatigil ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerin de aralarında bulunduğu hocalardan aldığı Kabataş Erkek Lisesi’ndeki eğitimini İstanbul Hukuk Fakültesi’nde devam ettiren Hakkı Devrim, öğrenciyken İstanbul Radyosu’nda reji asistanlığı yapmaya başladı. Devrim, mezuniyetinin ardından da 60 yılı aşacak gazetecilik hayatına Son Saat’te başladı.
Bir dönem Tercüman, Havadis, Yeni Sabah, Ege Ekspres, Tasvir ve Yeni Sabah gibi artık hayatta olmayan yayınlarda çalışan Devrim, muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine, Sabiha Deren mahlasıyla “Fısıltı” adlı köşede dedikodu yazarlığından kendi tabiriyle “köşe kadılığı”na basının pek çok durağı ve kademesinde kalem koşturdu.
1980’de tavuk çiftliği işine girerek gazeteciliğe ara veren Devrim, sürdüremediği bu girişimin ardından gazeteciliğe Aydın Doğan’ın Ercüment Karacan’dan satın aldığı Milliyet ile döndü.
21 sene Doğan Yayın Grubu çatısı altında çalışan Devrim, Milliyet, Posta ve son olarak Radikal’deki “köşe kadılığı” ile birlikte Doğan Grubu Yayın Konseyi, Aydın Doğan Vakfı Mütevelli Heyeti ve Doğan Kitapçılık’ın Yayın Kurulu üyeliklerinde bulundu.
Ancak “Hakkı Devrim kim” sorusuna yanıt çoğu zaman Yeni Sabah gazetesinin sahibi Safa Kılıçlıoğlu’nun yatırımıyla çıkan “Meydan Larousse ansiklopedisinin yayın yönetmeni” oldu.
“Gazeteci olarak anılmayı tercih ederdim” diyen Devrim, yazılı basının yanı sıra televizyonu da ihmal etmedi ve CNN Türk’te “Hakkıyla sohbet”, “Günbegün” ve NTV’de Mirgün Cabas ile “Günlerin Getirdiği” programını sundu. Devrim’i tanımayan pek çok kişi, onu Okan Bayülgen’in sunduğu Medya Kralı programındaki daimi konuk olarak tanıdı.
Biz de dünden bugüne gazeteciliği konuşmak üzere Doğan grubundaki görevleri teker teker sonlandırılan Hakkı Devrim’in kapısını çaldık.
Hakkında “55 sene her akşam eve sevinerek döndüm” dediği eşi Gülseren Devrim, namıdiğer Lülüş’ü Nisan 2008’de kaybettikten sonra hayatın nasıl geçtiğini de konuştuğumuz Hakkı Devrim’inT24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:
- “Cihannüma” köşenizin kapatılmasından başlayarak soralım; Radikal, sizinle yollarını neden ve nasıl ayırdı?
Önce şunu sana en dürüst şekilde anlatmak istiyorum. Ben, yaklaşık 10 sene kadar Babıâli'den uzaklaşmıştım; 51 yaşındaydım. Her muhabirin gazeteye girecek haberinden kendini sorumlu hisseden bir istihbarat şefiydim. Onları okumaktan, muhabirlere nefes tüketmekten yorgundum. Üstüne ansiklopedi geldi ve bu (arkasında duran Meydan Larousse ciltlerini göstererek) beni öldürdü. Öyle bir sorumluluktu ki bu, bir daha bu işe bulaşmayacağıma yemin ettim.
Adnan Benk ve Nezihe Araz ile birlikte çalışırken birçok sebepten yorulduk. Bazı maddelerin yazımı için profesörlerle çalışıyorduk. Üniversitelilerle çalışacaklara haber veriyorum, dikkat etsinler. Son dakikada bir mazeret çıkarabiliyorlar. Saygıdeğer fakat fevkalade güç bir zümre.
Çalışırken, gazete ile ansiklopedi arasındaki farkı hissetmeye başladık. Ben sütunumda bir hata yaparsam, onu yarın düzeltme şansım var. Ansiklopedi ise yüz sene için sabit kalıyor. Beş yanlış için baskı yenilenmiyor. Basılacak kâğıt da kalıcı olsun diye Avrupa'dan geliyor. Tuvalet yapacağız çünkü biz, elbise yapmayacağız ki basmadan yapalım.
(Yeni Sabah gazetesinin sahibi) Safa Kılıçlığlu, servetini buna bağlamıştı, bir gün "Senin keyfin kaçık. Neden?" dedi. "Patron biz bir şeyi yanlış yazdık, ama basıldı. Ama kâğıdın kaça mal olduğunu biliyorum, imha edin emrini ben veremem" dedim. Rakamları sordu, hesabını yaptı, "Tamam ben imha ettiririm, sen işine devam et" dedi. Bir işi titizlikle yapmak budur.
Fakat gazeteciliğe dönüşümden sonra baktım ki Safa Bey titizliğinde bir imalatçı yok Babıâli'de. Ben de o zaman ahdettim, babamla hayalimiz olan tavuk çiftliğini kurdum Çatalca'da.
- Meydan Larousse’un maddi getirisi ne kadardı?
Hayret edilecek şekilde, benim yüzde 20 hissem vardı, seneler sürdü çiftlik işi, Meydan Larousse'dan her yıl, rakamları tam hatırlamıyorum, galiba 2 milyon lira gibi bir para geliyordu. Ben 2 bin lirayı bir arada görmüş adam değildim.
30 bin tavuğum, 80-90 ineğimiz ve en güzeli 17 kovan arımız oldu. Müftü torunuyum, inananlara çok saygılıyım, ama dini bütün bir adam değilim. Yani Allah'ı taleplerde bulunarak çok rahatsız etmem. Fakat dinsiz, imansız bir adamı alın, karşısına arı kovanı koyun, biraz da anlatın arıların neyi, neden yaptığını, dine imana gelir.
Oradan döndüğüm zaman Kemal Kınacı hemen yanıma geldi.Aydın Doğan o dönem Milliyet'i almış. Yanında Aydın Doğan'ın yakın arkadaşı olan biriyle geldi Kenan, "Abi, seni istiyoruz, mutlaka gel" dedi. "Beni ne yapacaklar" diye sorunca, "Abi, senden ne yapılmaz, yazar yapılır, yönetici yapılır, dünya çapında röportör yapılır" dedi.
Epey sonra anladım ki, Sabah gazetesiyle ansiklopedi kavgasına gireceklermiş. Aydın Bey de iyi esnaf, kim, nerede, ne iş yapar’ı öğrenir, ona göre davranır. Ansiklopedi işinde de benim iyi olduğumu öğrenmişler. Böylece kaçtığım işin içine yuvarlanmış oldum. İki üç ansiklopedi daha yaptım.
- Aydın Doğan ile geçmiş patronlarınız arasındaki farklar nelerdi?
Ben Cihat Baban'ın talebesiyim. Cihat Bey, sabahleyin gazeteye gelirken istihbarat şefi gibi masaya oturacak kadar o gün ne olduğunu bilirdi. Cihat Bey, Safa Bey gibi işi titizlikle yapan adamlarla çalıştım.
Rahmetli Namık Sevik’in Ercüment Karacan'ın yüzüne "Bizi Kunta Kinte gibi sattın" dediği alışveriş neticesinde Milliyet'in sahibinin Aydın Doğan olması Babıâli için önemli bir meseleydi. Gazete sahiplerinin tipi değişiyordu. Eskiden bir şekilde başarılı olmuş, bir yerden para bulmuş gazeteciler, gazetelerin sahipleri olurdu.
- Medya patronlarının profilindeki bu değişimi Milliyet'te nasıl izlediniz? Eksileri neler oldu?
Milliyet'te beni güzel karşıladılar, patronları dâhil herkes memnun oldu eski emektar geri döndü diye. Ama laf çok uzamadan ansiklopediye geldi. Para kazanmam lazımdı, peki dedim.
Fakat şöyle hadiseler oluyordu. Bir pasaport işi için "Hallederiz" diyorlar, uçağın kalkışına bir saat kala havalimanındaki güvenlik görevlisi "Abi, sizin okeyiniz alınmamış" diyor. Buradan belli ki, burası dikkatli bir kurum değil. İyi niyetleri var, ama ben babaannemin iyi niyetinden bahsedebilirim, iş hayatında ön plandaki haslet iyi niyet değildir. Veya özel bir davet oluyor, gidiyorsunuz, kimse yok; davet iptal edilmiş, uyaran yok. Benim alıştığım üslup burada yoktu. Çalışanlar arası ilişki de, gazetecilik olarak da aynı değildi.
- Eleştirilerinize rağmen yaklaşık 21 seneyi Doğan Grubu'nda çalışarak geçirdiniz.
Geçirdim evet, çok itibar ettiler sağ olsunlar. Yayın Konseyi'ne aldılar, Aydın Doğan Vakfı'na aldılar. Ama benim dilim durmuyor ki! Patron, "raakip" deyip duruyor. "Bir dakika patron 'raakip' dediğiniz şey nereden geliyor biliyor musunuz? ‘Rakiben’den, yani binmekten geliyor. Siz, 'rakip' demek istiyorsunuz, yanlış diyorsunuz" dedim. Bir daha, bir daha derken "Hakkı Hoca bırak, rahatça söyleyeyim o lafı, öğrenemedim gitti" dedi. Ama bizim malzememiz Türkçe abla! Ben orada Türkçe’ye titizlenilsin istiyorum.
- Patronu düzeltmenizin karşılığı ne oldu?
Herkes beğenilmek ister, onun da hakkıdır. Biri eğer para da kazanıyorsa, insanlar ona daha fazla saygı gösteriyorlar. Ben, meslektaşlarım tarafından patrona, adı yerine “patron” diye hitap ettiğim için bile eleştirildim. Benim girdiğim gazetede duvara bir kâğıt asılıydı, Safa Bey'in mektubuydu: "Patrona ismiyle veya beyefendi diye hitap etmek yasaktır." Patron, patrondur.
Ve ben toplantılarda alıştığım patronu istiyorum. Karşımdaki tertemiz ruhlu bir Anadolu çocuğu. Ben buna saygı duyarım, ama gazeteye girince talebim artıyor.
O toplantılardan birinde ben, "Patron, bir haberde sizin adınız geçince benim ödüm kopuyor" dedim, "Biraz sonra siz telefonla bağlanıp laf yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Bütün başbakanlar önümüzdeki 10 senede değişecek, siz değişmeyeceksiniz."
- Kovulmanıza bu uyarılarınız mı neden oldu?
İki şey söylemek istiyorum. Bu işe 1951'de başladım, buraya kadar geldik. Birçok şeyler değişti, olumlu değişimler de var, olumsuzlar da. Aydın Doğan, patronlar içinde en az kabahati olanlardan biri, ama ömrümün son döneminde onunla karşılaştığım için, mesleğin ne hale geldiğini bu dönemde gördüğüm için bunları anlatıyorum.
Bugün gazeteler Türkiye'ye zarar vermekte. Hâlbuki Türkiye'de kamuoyunun kültürünü arttırma, zevklerini inceltme, zekâsını parlatma bakımından gazetelere fevkalade ihtiyaç var. Fakat bunu yapmıyorlar.
Türkiye'nin büyük işadamlarıyla siyasetçileri anlaşmış durumdalar. Artık gazetelerin başında kesinlikle gazeteciler yok. Büyük para sahipleri gazeteleri alıyor; gazetelerini satarak, reklam alarak ve hükümetin istediklerini yaparak daha çok para kazanıyor. Siyasi iktidarlar da emri altına aldığı gazetecileri kullanarak oy alıyor. Bu gazeteden para, iktidarlar da bu sayede oy alıyor. Bu ikili anlaşma Türkiye'yi boğacaktır.
- Gazete satışları ve reklam gelirleri iş adamlarının basını cazip görmesinde ne kadar yeterli?
Yeterli değil, ama Ankara'yla istediklerini yaparak hükümet üzerinden nüfuz sağlıyorlar. Bak, benim çiftlik yerim yapılacak üçüncü havayoluna yakın. Şimdi satmaya kalksam beş, altı milyon verecek adam bulamam, ama Ankara'ya yakın olsam iş değişir. Esnaflar hayatlarını para kazanmak için düzenler. Onlar işlerini yapıyor, buna da hak veriyorum. Burada memleketin entelektüel takımı gazeteleri onlara kaptırdığı için suçlu.
- Gazeteciliğin bugünkü yapısından sorumlu tuttuğunuz entelektüellerin suçu ne?
Suç seviyede. Ama sadece entelektüellerin değil, hepimizin payı var bunda. Bizim kendimizi sağlamlaştırmamızın yolu, okuyucuyu güçlendirmekten geçiyor. Buna ideal gibi bağlanan insanların sayısı daha fazla olmalıydı. Çin'deki bir medeniyetten çıkmışız, İran medeniyetinin içinden geçmişiz, Fars kültürünü yaşamışız. Oradan Anadolu'ya... 11. yüzyılda da İslam'a geçmişiz, yani Arap kültürüne girmişiz. Arapça o kadar gelişmiş bir dil ki. Gelip dayandığımız yer de Roma İmparatorluğu'nun yarısı... Bu maceraperest bir halk, ama kimse tarihin yardım ettiği bir halk diyemez. Çok bölük pörçük... Yanında olsaydım Mustafa Kemal'e bunları anlatabilmeyi çok isterdim.
- Peki, çektiğiniz medya fotoğrafında, gazeteci olarak genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturanlar nerede?
Patronuyla bu meseleleri konuşacak tek bir genel yayın yönetmeni olduğunu düşünmüyorum. Hepsini mahkûm ederek söylüyorum. İyi maaşlar alıyorlar, hay hay alsınlar, seyahatler ediyorlar, bunları yazıyorlar, Ankara'ya gittiklerinde itibar görüyorlar, bir kısmı âkiller listelerine giriyorlar.
- Dolayısıyla yayın yönetmenleri sizce gazeteciliği, para ve itibarın ardına koyan kişiler mi?
Mesleğe sahip çıkmıyorlar. Meslekten ne bekleneceğini, idealinin ve görevinin ne olduğunu düşünen, bunları uygulayan yazı işleri müdürleri görmüyorum.
- Enis Berberoğlu'ndan Derya Sazak'a bugünkü genel yayın yönetmenleri arasında pek çok tecrübeli gazeteci var. Tüm yayın yönetmenlerini bir kalemde silmek mümkün mü?
Ben huysuz bir ihtiyarım. Adını verdiklerin iyi insanlar. Ama beğendiğim, mesleğe sahip çıkıyor diyeceğim bir yayın yönetmeni yok. İsmet Berkan'ı çok severim, bir gün aradı, "Ben (Radikal'in) yayın yönetmenliğini bırakıyorum" dedi. "Ne kadar sevindiğimi bilemezsin, o çirkin angaryadan kurtulduğun için çok mutluyum" dedim. Enis Berberoğlu da namuslu insandır, arasa beni, İsmet’in söylediklerini söylese, ona da aynısı söylerim.
- Radikal'in Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can'ın önüne iki nokta üst üste koysak ne dersiniz?
Bana kovulduğumu o tebliğ etti, maddi sebepleri öne sürerek... Kararı onun vermediğini biliyorum. O yüzden onu öptüm, "Hadi seninle kötü olmayalım" diyerek ayrıldım.
- Kararı kim verdi?
Bu tebliğden bir süre sonra Aydın Doğan'ın kızlarından birinin beni odasına çağırdığını söylediler. "Yazı işleri bana kovulduğumu söyledi. Gönlümü almak istiyorsa, kırılmadım. Onlara kırılma kabiliyetim yok" dedim, "İlla ki istiyorlar" dediler. Özür dileyecekse ayıp olmasın deyip yanına gittim. "Hakkı Bey yaptıklarınızı beğendiniz mi" dedi. Şık olmadı.
- Ne yapmıştınız?
Aydın Doğan hakkında belgesel yapmak istediklerini söyledi kızları. Parayla yapılan belgeseller sadece övgüdür, belgesel değil. Bu fikrin doğru olmadığını kendimi sevdirmeyen üslubumla söyledim. Daha sonra bir yazımda da, kendi kızımdan bahsettikten sonra "Kız sahibi olmak zor iş, Allah üç, dört kızı olanlara kolaylık versin” yazdım. Sanıyorum, neden bu.
- Medya patronluğunun miras gibi bırakılması sizce nelere mal oldu?
Marangozsan çocuğuna mesleği öğretirsin, ama romancıysan öğretemezsin. Genel yayın yönetmenliği için de aynı şey geçerli. Nerede Sedat Simavi'nin, Yunus Nadi Bey'in, Ali Naci Karacan'ların çocukları? Bu miras olarak bırakılacak iş değildir. Bugün bu yönde çok büyük hata işleyenler vardır.
Bir insan gazeteciliğe girer. Gazete işadamlığı vasıflarına sahipse, patron olur. Ama bu, iyi maaş ödenerek yaptırılabilir veya çocuklarına öğretilebilir bir iş değildir. Bu aktörlük kabiliyeti gibi, bir kişinin milyonlarca kişiyle temas kurması gibi bir şeydir. Ben kendi kendime diyorum ki, “Nasıl tiyatroya merak edenler olduysa öyle merak edersin gazeteciliği de.” Ben, çocukluğumda karton üstüne yaptım ilk gazetemi. Hazırlarken babam seçtiğim karikatürü beğenmedi. Başka resim koyup hazırladım. Babamın uyarısı da, hocamın onayı da, yaptığımın arkadaşlarımdaki etkisi de beni çok heyecanlandırdı. Bu böyle bir iş. Sonunda ondan devlet memuru gibi iş görmesi istenemez. İşte buna isyan etmek lazım.
- Medya patronluğundaki ilk iki senesinde Hasan Cemal dâhil pek çok Milliyet yazarı ile yollarını ayıran Erdoğan Demirören de kadrajınızın içinde mi?
Hasan Cemal’in başına gelenleri iyi izleyemedim. Demirören hakkında çok bir fikrim yok. Ama şunu biliyorum, Cihat Baban'lar artık yok. Bugün basın açıkgöz esnafların elinde. Onlar gazeteciliğin heyecanlandırdığı insanlar değiller.
- İmkânınız olsa, basında neyi değiştirirdiniz?
Türk dili akademisi kurulsun istiyordum. Bunu yazdım da. Bülent Eczacıbaşı aradı, "Biz varız" dedi. Sonra ön görüşmeler oldu, fakat arkası gelmedi.
- Basını düzeltecek olan sizce dil mi?
Hayır, ama bu nokta mühim. Hayvandan asıl farkımız dilimiz. Bu çok ehemmiyet verdiğim bir konudur.
- Türkçe’ye verdiğiniz önem, köşenizdeki “Dil yâresi” bölümüyle de malumumuz. Bir dil parantezi açsak ve sorsak; kaleminizi hakkında oynatmaktan esirgemediğiniz Kürtçe’nin ana dilde eğitim dili ve ikinci resmi dil olması taleplerine sizin bakışınız ne?
İnsanların en mukaddes yerleri dilleridir. Ama insanlar, kadınlara verdikleri önemi dillerine vermiyorlar. Bir insanı dilini konuşmaktan men etmek kadar büyük bir cinayet olabilir mi? Sadece Kürtlerin değil, Rum, Yahudi arkadaşlarımın da dillerini yasaklamaya kalktılar. Papazları, 6-7 Eylül'de sünnet etmeye kalktılar. Bütün bu hengâme içinde benim bir dil davam var, ama ümidim yok. Söylediğin talepler hakkında benim hiçbir tereddüdüm yok. Bu asgari bir insan hakkıdır, yaşamak hakkı kadar tabii bir haktır. İnsanın kendi dilini konuşmak, öğrenmek için meşru, kurulu müesseselerden faydalanması gerekir.
- "Ana dilde eğitim ülkeyi böler" diyenlere siz ne dersiniz?
İsterse böler. Ben ne yapayım? Ülke benim için dilden daha önemli değil ki!
‘Hayalim, bir gazetecilik vakfı; ölene kadar bedava hizmete hazırım’
- Hayalleriniz arasında gazetecilik için neler var?
Bir gazetecilik vakfı. Nihat Gökyiğit'e, yaşasalardı Vehbi Koç ve Necat Eczacıbaşı’na giderdim. Ortaya bir para konsa, TEMA gibi bir gazetecilik vakfı kurulsa ve sonra çıkarılacak gazete kendi kendini döndürse... Bu gazete de elbette bir gazeteciye emanet edilse... Çok zor durumda kalırsa gazete, yine yardım edilebilir. Bu kötü bir şey değil. Bunu hayal ediyorum; ota sahip çıkmak gibi gazeteciliğe de sahip çıkmak. Böyle bir vakıf kurulursa ölene kadar bedava hizmet etmeye hazırım. Esnaf ile hükümetin bu kadar ittifak ettikleri sırada öyle ihtiyaç duyuyorum ki kelimelere.
- 60 yılı aşkın deneyimizden yola çıktığınızda Tayyip Erdoğan’a bakınca nasıl bir başbakan görüyorsunuz?
Bir yayın müdürü olarak baktığımda, bence Erdoğan büyük malzeme. Hakkında çok güzel yayınlar yapılır, tabii ki kırmadan, aşağılamadan. Erdoğan bir lokum. Bir karikatürist için çizmesi hiç hoş bir adam değil, ama yazılmak için şahane.
- Cihannüma köşeniz açık olsa, Erdoğan hakkında neler yazardınız?
Bunu hemen söylemem ama televizyon mülakatında karşıma gelse, "Tayyip Bey, siz talihli bir adam olduğunuzun farkında mısınız" derdim. "Talih olabilir, ama ben de çalışıyorum" derse, "Çalışıyorsunuz ama sizin kadar talihli başvekil görmedim" derdim.
- Sebep?
Rakiplerine baksana, biri Kemal Kılıçdaroğlu, biri Devlet Bahçeli. Bana da onları versen, ben de başvekil olurum. (Gülüyor) Ne kadar saçma bir şey söylersen söyle, onlar daha saçmasını söylüyorlar. Erdoğan’ın karşısında hiçbir şey yok.
- AKP'yi iktidara taşıyacak genel seçimin hemen öncesinde Radikal'deki köşenizde şu notu düştünüz: "Bir ankete göre, Erdoğan'ın başında olduğu parti kazanacakmış. Adolf Hitler de darbeyle değil, seçimle gelmişti." 2010’da ise Ergenekon davası süreci hakkında "Türkiye için bir ilk, önemli bir adım" diyerek AKP’nin askeri vesayete karşı tavrını takdir ettiniz. AKP’nin icraatına dönüp baktığınızda 2002’deki Hitler hatırlatmanızı aşırı buluyor musunuz?
Bak, orada benim yaptığım başka tür benzetmeydi. Durup dururken Adolf Hitler çıkmaz. Bir Hitler'in çıkması için Alman toprağı lazım. Tabanla fevkalade mutabakat halindeler. Gelecek seçimleri de kazanacaklar.
‘Erdoğan attan düştüğünde ‘İşte Türkiye'nin başbakanı’ dedim’
- Tabanla mutabakat tarifi için soykırım yapan Hitler yerine başka bir isim kullanmak daha doğru bir tercih olmaz mıydı?
Kastım, soykırım değil, tabandan alınan o kuvvetti. Mesela Süleyman Demirel iktidara geldiğinde de "Türkiye'nin başvekili işte o" dedim.
- Neden?
Köylüydü çünkü! Bülent Ecevit, Demirel’le bir mi? Erdoğan'ı da attan düşerken gördüğümde, "Bu adam Türkiye'nin başbakanı, tamam" dedim. Beygire binmek, ayran demek, bunlar halkta tanıdıklık yaratır.
- Jakobenlik mi yapıyorsunuz?
Bak, benim babam kulağımı tutmadı ömrü boyunca, sesini yükselttiğini duymadım. Ruhi Bey'in oğlu benim, dünya güzeli de bir kadınım vardı. Akıl almaz bir kadındı, kaybettik. Çocuklarımız da bizi izleyerek yetiştiler ve bugün eşlerine saygıda kusur etmiyorlar. Kötü muamele etseler, zaten müsaade etmem ama onlar da saygısızlık etmiyorlar eşlerine. İki torunum da evlendi, onlar da çocuklarını doğuruyorlar... Millet de böyledir. 80 yıldır bu halk içinde yaşıyorum. Biz milleti küçümsediğimiz için millet de geri kalıyor. Öğretmenlere, din adamlarına, siyasilere değil, bilhassa gazetecilere öyle bir vazife düşüyor ki. Okunan haberden, dinlenen televizyondan etkileniyor insanlar. Oralardan insana ne geçtiği mühim.
Her gün kaç gazete okuyorum; bırak hüsnü muameleyi, adamlar kadınları bıçaklıyorlar. Bu nasıl bir memlekettir! Kadını da, adamı da bu kötülükten kurtarmak lazım değil mi?
Benim için gazetecilik de bu aşamada, verilecek oyun daha değerli olmasına, gramajının artmasına çalışmak demektir. Ancak bu gazetelerle olmaz. Çünkü patronların Ankara'dan çıkarları var. Koltukta oturana bağlılar; oturan Tayyip Erdoğan da, Adnan Menderes de, Turgut Özal da olsa bu böyle. Bu düzenden de Hitler'ler çıkar. İngiltere’de kolaysa çıkarsınlar bir Adolf Hitler.
- Türkiye'deki basının Adolf Hitler'ler yarattığını mı savunuyorsunuz?
Başka hiçbir şey yaratamıyor. O kadar kötü ki basın... Ankara yokluyor, yokluyor, devam ediyor. Bacanaklarına gazete aldırıyor, gerisini yola getiriyor.
- Aksi yönden bir soru: Erdoğan’a bugün “Manşetlerle çarpışarak bugünlere geldik” dedirten yayınlar sizce ne kadar gazetecilikti?
Gazetecilik değildi. Bu düzen böyle, gazeteler Ankara’da kimin oturduğuna bakıyorlar. Safa Kılıçlıoğlu bir gün demişti ki, "Bir gün gazetenin başında olacaksın, huylarını da görüyorum. Ben sevimli buluyorum ama bir başvekil seni hiç sevimli bulmayacaktır. Ama benim de sana diyeceğim var, sana iki tane acemi maliye müfettişi gönderirler, kan kusarsın. Bana üç kişi gönderdiler, oda tahsis ettik, diyecekleri için gelmiyorlar, odalarına çağırıyorlar. Nasıl üzülüyordum, ben bu muameleye layık mıyım, hırsız mıyım diye. Gazete çıkarmaya karar verdiğin zaman bunların başına geleceğini unutma."
Bunu bana söyleyen çok cesur ve küstah bir adamdı. Ama sonunda Adnan Menderes'le ahbap oldu. Safa Bey'in hatırı için Adnan Bey emir verdi, Türkiye'ye hiç gelmemiş bir otomobil Türkiye'ye getirildi. Akis gazetesi de eleştirdi eleştirebildiği kadar.
Türkiye'deki düzen, İngiltere'deki, hatta Amerika'daki düzen değil. Hukuk okudum ben, yasalarla ne kadar kolay oynadıklarını görüyorum. Erdoğan'ın telefon etmesine lüzum dahi yok, herkes onun ağzına bakıyor.
‘Ahmet Altan aradı, Taraf’ta çeklerin karşılıksız çıktığını söyledi’
- Peki bugün size teklif gelse yeniden köşe yazarlığına başlar mısınız?
Gelmiyor ki... Gelirse de teklifin geldiği yere bakarım.
- Hangi gazetelerin teklifini kabul ederdiniz?
Bilemiyorum.
- Örneğin, Milliyet bir seçenek mi?
Sen söyledin orada olanları. Başka?
- Cumhuriyet?
Orhan Erinç var orada, zariftir kendine göre, Anadolu çocuğudur. Kovulduktan sonra buraya gelen nadir insanlardan biridir. Ama Cumhuriyet de eski Cumhuriyet değil ki. Sayfalarını çeviriyorsunEmre Kongar, Bekir Coşkun çıkıyor. Onlar başka yerde, ben başka yerde.
- Zaman?
Almıyorum Zaman'ı ama almaya başlayacağım; vakıf değilim nasıl bir gazete olduğuna.
- Star?
Öyle bir varlık yok zihnimde. İsteseler onlar beni isterler, istemediklerine göre...
- Taraf?
Ahmet (Altan) aramıştı. “Abi, bizde yazarsan bize şeref verirsin” dedi. "Teşekkürler Ahmet'çim, yalnız şereften gayrı nasıl para verirsin?" diye sordum. "Burada para işleri karışık, biz çekleri yazıyoruz ama karşılıksız çıkıyor" dedi. Alışmışım fikrimi söylemeye, bazen kuduruyorum yazmak için. Ama parasız çalışacak, amatör olacak kadar da hevesli değilim.
- Yarım asırdan fazla gazetecilik yaptınız. Medya emeğinizin karşılığını verdi mi?
Hayır, hayatımdaki en önemli şeylerden çiftlik Meydan Larousse sayesinde oldu. Hocalarımdan Faruk Nafiz Çamlıbel, demişti: "Bak Hakkı, ben tanınmış bir şairim bu memlekette. - Hakikaten deYahya Kemal'den sonra gelen isimdi o dönemde - Sedat Simavi'nin Yedi Gün dergisindeki şiir meraklılarının yazdığı mektuplara verilen cevapları ben yazıyorum. Bana haftada kaç para veriyor biliyor musun? 10 lira! Babıâli para ödemez, bedava adam çalıştırmaya meraklıdır. Bu iş daha da kötü olacak. Tıp, hukuk, iktisat oku, düzgün meslek oku" dedi. Ama bugün esnaflıktan gelen patronların en üst kademelere iyi ücretler verdiğinden eminim.
- Bugünkü astronomik ücretler sizce yayın yönetmenlerinin gazeteciliği ötelemelerine neden oluyor mu?
Zor, onların durumu zor...
‘Bir evde yalnızlaşan babanın piyesini yazmak istiyorum’
- Bugün "Keşke şunu yazsaydım" dediğiniz yazılar var mı?
Bir piyes yazmak isterdim. Bir evde seneler geçtikçe yalnız kalan bir babayı yazmak istiyorum. Onu yalnız bırakanlara zerre kırgınlık duymadan, hatta o sebeple açılan mesafeyi doldurmak için daha çok seven bir adam.
- Gülseren Hanım’ın ardından hayat nasıl geçiyor?
O çok farklı bir insandı, akıl almaz güzellikteydi. Yaşlı adam âşık olmuş, anlatıyor sanma. Arkadaşları da öyle görürdü. Güzelliğinin yanında bir de arkadaş olarak çok kafa dengi çıktı. Okuduklarımız benzeşirdi; ben Ekrem Reşit Rey'in radyo tiyatrosunda çalışırdım, o tiyatroya bayılırdı. Bazen ayak sesini koridorda duyuyorum. İnsan, ayak sesini tanır, terliğinin vuruşunu bilir.
Türkiye'de Sartre'ı ilk defa tercüme eden odur. Fransızcası çok iyiydi, Rumcası da. Sanki Allah hem bana büyük bir lütufta bulundu, hem de bana haddimi bildirdi. İnsanın nerelere gidebileceğini gördüm adeta. Ben sanıyorum ki Lülüş'ü kaybettikten sonra toparlayamadım.
Bütün arkadaşlarıma diyorum ki, “Karınızın kıymetini bilin, gittiklerinde çökeceksiniz. Dua edin de önce siz ölün.” Çocuklarla ilişkisi bile erkeğin ilişkisinden çok farklı, daha kolay. Benim tabiatımdaki bir insanın böyle bir ilişkiyi kıskanmaması çok zor.
- Çocuklar ve torunlar eşinizin ardındaki boşluğu telafi edebiliyor mu?
Ayrı yerleri var... Ama çocuklarınız ile torunlarınızın yerleri de farklı. Torunlarınızı çok sevseniz de çocuklarınız size daha yakın oluyor. Torunlarınız ile aranıza başka bir nesil daha giriyor, mesafe büyüyor. Bir sonraki nesilde biraz daha...
- Geceler nasıl geçiyor?
Şimdi, temas halinde, şuurumuz açık konuşuyoruz. Ama uyurken böyle değil, geceler çok zor.
© Tüm hakları saklıdır.