T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın "Hainleri sevmem ama ihaneti severim" başlığıyla yayımlanan (25 Aralık 2010) yazısı şöyle:
Hainleri sevmem ama ihaneti severim
Enerji, maddeye nasıl dönüşür? Boşluğun bağrında, yeni bir dünyanın kurulması ne kadar zaman alır, dersiniz? Soruların cevabı, hangi evrende olduğunuza bağlı... Edebiyatın evrenindeyseniz ve bir kitabı, dışında durmayıp tam anlamıyla içine girerek, satırlarının arasında gezinerek, virgülleriyle soluklanıp noktalarında dinlenirken yazarın ne söylediği kadar nasıl söylediğiyle de ilgilenerek okuyorsanız şayet, kelimeler, sadece yeni bir dünya kurmakla kalmaz sizin için, o dünyanın nasıl kurulduğunu da anlatırlar aslında, zekânın yazıya dönüşüm sürecine ilişkin en mahrem sırları fısıldarlar. Yazarı zayıf ya da kudretli kılan bu sırlardır. İlişkinin adını tam böyle koymasanız bile, kitabını okuduğunuz bir yazarı sizin için “tanıdık” mertebesinde bırakırken, bir diğerini “sevgiliniz” yapan özel bağlar, bu sırlarla örülür. Yazarın kafasında döllenen fikirler ceninden cümleye dönüşürken, yeni bir dünya kurulurken yani, yazarla müstakbel ilişkiniz de, bir yandan, düğüm düğüm dokunmaktadır.
Üç cümleyle ışınlanabilir insan
Benim John le Carré’yle ilişkim, ipek bir halı gibi, bol düğümlü, sımsıkı ve yumuşak oldu hep. Le Carré’nin evreninde gezinmeyi severim; her kitabında, bir yandan romanın entrikalarla dolu iç dünyasında kaybolurken, bir yandan da, o dünyayı kurup, o entrikaları kurgulamaktaki incelikli hünerinin izini sürerim kendimce; onun kendini sabır ve tevazuyla sonuna kadar saklayan yazar zekâsını severim; sahtekârlar, katiller, şekilden şekle giren casuslar çoktur o dünyada ve ben bu insanların, her türlü kisvenin altında insan kalabilmelerini, onların maceranın birer manivelasına indirgenmemiş hayatiyetlerini, sahici konuşmalarını, müphem sevişmelerini, korkuyla gurur, kibirle gerçek, ahlâkla devlet arasında sıkışmış, mütereddit hallerini severim. O halleri yaratan Le Carré’nin hoyratlıktan eser taşımayan hızını, asla özensizleşmeyen ivmesini de severim üstelik... Kendi küçük korunaklı evrenimden uzaklaşıp, entrikanın, çözülmeyi bekleyen devâsâ sırlarla gölgelenmiş âlemine karışabilmem için, onun sadece birkaç cümlesinin yetmesini severim.
“Bir Karayib sabahının yedibuçuğunda, Antigua Adası’nda, Perry adıyla da bilinen ve birçok dalda yetenekli amatör bir sporcu olan, yakın zamana dek Oxford’daki seçkin bir kolejde İngiliz Edebiyatı öğreten Peregrine Makepiece diye bir adam, vücudu yapılı, sırtı dimdik, başı kel, gözleri kahverengi, vakur bir edası olan, ellili yaşların ortasında görünen, Dima adlı bir Rusla üç set tenis oynadı. Bu maçın nasıl ayarlandığı, olup bitenin tesadüflerle açıklanmasına meslekleri gereği karşı çıkan Britanyalı ajanlar için derhal yoğun bir araştırma konusuna dönüştü. Ama maçın oynanmasına neden olan olaylarda, Perry’nin suçlanmasına yol açacak hiçbir şey yoktu. Nasıl? Siz hâlâ aynı koltukta mısınız? Yoksa, boşluğun bağrında yepyeni bir dünya kurma işine girişen Le Carré, benim gibi sizi de sadece üç cümlecikle o dünyanın merkezine ışınladı mı çoktan?
Doğu-Batı ekseninde bir nazire
Le Carré, ekimde yayımlanan Our Kind of Traitor (Meşrebimize Göre Bir Hain) adlı son romanında kurduğu yeni dünyaya yukarıdaki cümlelerle buyur ediyor okuru. Orta halli bir ailenin parlak çocuğu olarak, zekâsı, disiplini ve bursları sayesinde üst sınıflardaki akranları gibi iyi yetişen ve daha otuz yaşında, Oxford’un yükselen yıldızlarından biri olan Perry, akademinin oksijensiz hayatından, ders yılı sonunda alacakları not dışında bir şey düşünmeyen, edebiyatla ve kitaplardaki hayatla ilgisiz edebiyat öğrencilerinden bıkmış bir halde, yeni bir hayat düşlerken, kendisine “güzellik ve kıvrak bir dil bağışlanmış, pırıltılı bir genç hukukçu” olan sevgilisi Gail ile Karayibler’de bir güneş, deniz ve tenis tatiline çıkar. Perry ve Gail orada, Sovyet döneminde bir Gulag mahkûmuyken bugün dünyanın bir numaralı karapara aklayıcısına dönüşmüş olan ve Rus Mafyası’ndaki rakipleri tarafından öldürülmekle tehdit edilen Dima adlı adam ve ailesiyle tanışırlar. Roman, genç İngiliz çiftin kendilerini bir anda, Britanya Dış İstihbarat Teşkilatı MI-6 ile işbirliği halinde, Dima’nın Rusya’dan kaçıp Britanya’ya sığınmasını sağlama çabasının ortasında bulmasıyla ilerler.
Bir yandan, sadece uzak denizlerdeki küçük adalar üzerinden değil, uluslararası mali sermayenin en seçkin merkezlerindeki büyük bankalar üzerinden de faaliyet gösteren dev bir karapara aklama zincirinin halkaları tek tek çözülürken, bir yandan da, Britanya derin devletinin, Putin rejiminin organik bir parçası haline gelen Rus mafyası kadar kirli ve karanlık olduğunu anlamaya başlarız.
Kitabın konusunu daha fazla anlatmayacağım... Soğuk Savaş yıllarında yazdığı Doğu-Batı eksenli casusluk hikâyeleri için, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra yeni bir kulvar bulmakta hayli zorlanan ve sanırım, bu zorlanmanın bir sonucu olarak, Afrika’dan Asya’ya uzanan yeni coğrafyalarda yeni sahtekârlıkların peşine düşen Le Carré’nin, artık “evine” döndüğünü ve yine Doğu-Batı ekseninde; bir zamanlar Rus komünizmine düşman olan Batı’nın, kazandığı “soğuk zafer” ertesinde, bu kez Rus kapitalizmiyle çatışmaya başlamasındaki ironiyi bir tür Soğuk Savaş naziresine dönüştürerek yazdığını söylemekle yetineceğim.
Elli yıldır sahtekârlık yapıyor
Le Carré’nin asıl adı, Le Carré değil malum. 1931 doğumlu İngiliz yazar David John Moore Cornwell’in, “mutlakıyet ve asalet” ima eden “Le” kelimesinin peşine, “kare” yani bildiğiniz “dörtgen” anlamındaki “Carré” kelimesini ekleyerek ürettiği, okurları kadar kendisiyle de dalga geçen Fransızca bir müstear isimle yazmaya başlamasının nedenini bilmeyen pek yok bugün. Le Carré’nin yirmili yaşlarda başlayan “casusluk” kariyerinin ilk sekiz yılı, Britanya ordusunda, izleyen yılları da önce İç İstihbarat örgütü MI-5, ardından da MI-6’de geçmişti. Bu dönemde “diplomat” kisvesiyle çalışan Cornwell, “asıl işi”nde yaşadıklarından esinlenen kitaplar yazmaya başladığında, kendi adını kullanamayacaktı elbet. “Le Carré” böyle doğdu ve çok geçmeden, 1964’te yazarın Soğuktan Gelen Casus romanıyla Somerset Maugham Ödülü’nü alarak, “Benim için artık sadece kitaplar var” deyip Britanya istihbaratıyla bütün ilişkisini kesmesinden sonra da yaşadı.
Our Kind of Traitor, tam yarım asırdır yazan, yani kendi deyişiyle elli yıldır “sahtekârlık yapan” Le Carré’nin yirmi ikinci romanı. Bu romanla, hem onun Soğuk Savaş döneminde yazdığı, hepsi ayrı ayrı, birer şaheser sayılabilecek, Köstebek, İnsancıklar, Küçük Trampetçi Kız, Son Casus ve Rus Evi romanlarını bugün hâlâ başucunda tutan “gerilim” meraklılarını memnun edecek bir “dönüş” gerçekleştiriyor Le Carré, hem de bu beş kitaptaki samimiyeti özleyenleri ödüllendiriyor.
Onun kitaplarını, “casus romanları” başlığı altında peşinen sınıflayıp, edebiyattan kopararak, bir tür “alt” kategoride değerlendirmek yerine, benim gibi Le Carré’nin ne yazdığı kadar, nasıl yazdığını da seven; onun incecik zemberekleri büyük bir titizlikle tek tek yerine koyan bir saat tamircisi misali anlatının içine zarafetle yerleştirdiği gerilim unsurlarından değil sadece, birbirleriyle bir Ibsen piyesindeki gibi sahici bir sükûnetle konuşan karakterlerinden de heyecan duyan okurlar, Our Kind of Traitorromanında yine, edebiyatın asıl malzemesi olan şeyi buluyor zira; ancak çok usta bir yazarın, içindekini örselemeksizin sabır ve ihtimamla kabuklarını soyarak bütün aczi, güzelliği ve çirkinliğiyle çırılçıplak bırakabildiği insanı buluyor.
Toplam altı paragrafa sığdırdığı bir otobiyografisi var Le Carré’nin; bir yerinde, “İyi bir yazar kendisi dışında hiçbir şeyin uzmanı değildir” diye yazmış. Seksenine ramak kalan romancının asıl kudreti de burada sanırım. Entrikayı ve esrarı bilerek, anlattığı sahtekârları olmasa bile, onları anlatırkenki sahtekârlığını severek yazıyor Le Carré. On altıncı yüzyıl İngiliz şairi Samuel Daniel’dan ödünç alıp, romanının başına koyduğu o epigramdaki gibi, “ihaneti sevmelerine rağmen, hainden nefret eden o prensler” gibi yazıyor yani.