Yaşam

'Hain Şerif'ten Kahraman Sherif'e'

Taraf gazetesi Yazı İşleri Müdürü Yıldıray Oğur, dünyada sosyal psikolojinin en büyük isimlerinden olan Muzaffer Şerif'in öyküsünü anlattı

08 Ağustos 2010 03:00

T24- Taraf gazetesi Yazı İşleri Müdürü Yıldıray Oğur, dünyada sosyal psikolojinin en büyük isimlerinden olan Muzaffer Şerif'in Muzafer Sherif adını almasını ve  1988'de Alaska’da kalp kirizinden ölünceye kadar  tek bir kelime yazmamasının öyküsünü anlattı.

Yıldıray Oğur'un Muzaffer Şerif üzerine yetkin çalışmalar yapan Sertan Batur ve Ersin Aslıtürk’ün 'Muzaffer Şerif’in Türkiye Yılları' adlı makalesinden esinlenerek kaleme aldığı 'Hain Şerif'ten Kahraman Sherif'e' başlıklı yazısı şöyle:


HAİN ŞERİF'TEN, KAHRAMAN SHERIF'E


Parrhesia. 10 komutanın aniden yakalandığı ateşli andıç hastalığına benzemez bu hastalık. Anında götürür. Çaresi yok. Belki hiçbir zaman bu ülkede veba, tifo, verem gibi bir salgına yol açmadı. Ama ülkenin en akıllı kafalarını tek tek aramızdan aldı.


Halk arasında bu hastalığa “boşboğazlık” da denir. Antik Yunan’dan beri ise “Hakikati söyleme hastalığı” diye biliniyor. O hastalıktan maluldü Muzaffer Şerif de. Yoksa bütün dünyanın onu bildiği ismiyle Muzafer Sherif mi demeliydim. Yok, bu soyadı kolaylık olsun diye İngilizce’ye çevrilmedi. Bizzat adın sahibi tarafından 1947 yılında “yeter artık” denerek böyle yazıldı. Bugün Google’a Muzaffer Şerif diye yazdığınızda karşınıza çıkan acı hikâyelerle, Muzafer Sherif yazdığınızda karşınıza çıkan başarı hikâyesi arasındaki fark kadar bir motivasyonla. Muzafer Sherif dünyada sosyal psikolojinin en büyük isimlerinden biri, Muzaffer Şerif ise parrhesia hastalığı yüzünden Türkiye’den kovalanmış bir yakın tarih figürüydü.


1906 yılında İzmir Ödemiş’te başlayan hayatında, 20. yüzyıl boyunca bir sosyal psikologun şahit olması gereken her şeye bizzat yaşanırken tanık oldu.


İnsan grupları arasındaki karmaşık ilişkileri çözmeye, 1919’da İzmir Yunan işgali altındayken süngülenmekten bir Yunan askerinin merhameti sayesinde kurtulunca karar verdiği söylenir.


İzmir’deki bir Amerikan okulundan Darülfünun’a devam eder hikaye. İlk başta kuruluş anlarına tanık olduğu Cumhuriyet’in heyecanına kapılır Şerif. Ziya Gökalp, gözlerini kamaştırır. Sonra yüksek lisans için gittiği Harvard’da ise 1929 kriziyle ve solla karşılaşır. Türkiye’ye döndüğünde, artık ırkçılığa bilimsel bir kılıf giydirmiş adına da antropoloji demiş hocalarını aşmış bir genç entelektüeldir. O yüzden fazla kalamaz burada. 1933’de doktora için yeniden ABD’ye döner.


Bu kez talih, Columbia Üniversitesi’nde karşısına Nazi iktidarından kaçan Frankfurt Okulcuları ve Gestaltçi psikologları çıkarmıştır. Sosyal psikoloji alanında hâlâ bir klasik sayılan Toplumsal Kuralların Psikolojisi’ni yazar.


Artık sosyalist bir entelektüel olarak döndüğü Ankara’da Nazilerin ırkçılık rüzgârları esmektedir. Ama yalnız değildir. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden Niyazi Berkes, Pertev Nail Boratav, Behice Boran ile birliktedir. Bazen eski hocası Mustafa Şekip Tunç ile kibarlığı elden bırakmadan bir ırkçılık tartışmasına girer, bir taraftan TKP’nin Yurt ve Dünya dergisine yazılar yazar, okulda ırkçılığa karşı öğrencileri örgütler.


Tek parti iktidarının Nazilere yanaştığı, Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi’nin adının Yunus Nazi’ye çıktığı yıllardır. 1943’ün bu ağır havasında Hatay’daki bir toplantıya giderken pek çok ünlü ismin bulunduğu trende depreşir Muzaffer Şerif’in parrhesia nöbeti. Trendekilerden biri dönemin ırkçı fikirleriyle ünlü askerî veterineri Süreyya Aygün’dür.


Aygün, yol boyunca “yemeklerin ırkların ruhunu yansıttığı” ndan başlayıp “Kayserililerin pastırma yapımında kullandıkları tekniklerin çiğ etin zararlarını bertaraf ettiğine” kadar işin ucunu vardırır. Şerif daha fazla kendini tutamaz: “Üstad Kayserililer sizin bir heykelinizi dikecekler; ama bu heykel pastırmadan olacak” der. Sinirden deliye dönen Aygün “Türk subayına hakaret” gerekçesiyle Şerif’i şikâyet eder, Şerif hakkında soruşturma açılır.


Parrhesia nöbeti gelmiştir bir kere. Aynı tren yolculuğu sırasında Kayseri istasyonunda yemek yerken İtalya’nın 2. Dünya Savaşı sırasında “kayıtsız şartsız teslim olduğu” haberi ulaşır. Şerif bu güzel haberi trendeki pek çoğu faşist olan diğer öğretim üyelerine duyurur hemen. 12 Mart darbesinin ara rejim başbakanı Nihat Erim de onlardan biridir. Bu habere bozulur ve Şerif’e “Yanlış bir şey duymuş olacaksınız, hukuk-u düvel’e göre kayıtsız şartsız teslim diye bir şey olmaz” diye karşılık verir. Şerif’in cevabı ateşli bir parrhesia hastası olduğunun kanıtıdır: “Hukuk-u Düveli kim ipler (herhalde daha doğru bir versiyonu “kim s.ker”), kayıtsız şartsız teslim olmuşlar işte!”


1944’de Nihal Atsız “Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”ları yayınlar. Hedefteki isimlerden biri de Şerif’tir. 1944’teki Komunist cadı avında üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte komünizm propagandası yaptığı için tutuklanır. Ama bir süre sonra savaşta Naziler yenilmeye başlayınca ülkenin ekseni yeniden kayar. Dünya çapında bir üne sahip olan Şerif’i daha sonra iyice fokurdayacak bu cadı kazanından 1945’te onu Princeton’a davet eden ABD hükümeti kurtarır. 1947 yılında Türkiye’deki işine yeniden dönmek istediğinde ise bu kez karşısına evlendiği Amerikalı eşinden dolayı memurluktan çıkarıldığına dair bir mevzuat maddesi çıkarılır.


Ve o an kararını verir. Bundan sonra hayata Muzafer Sherif olarak devam edecektir. O günden sonra 1988’de Alaska’da kalp kirizinden ölünceye kadar ne sade ve beliğ Türkçesiyle tek bir kelime yazar ne de çocuklarına Türk isimleri verir.


Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı’nda ölümden son anda dönen, Ziya Gökalp’in cenazesinde milliyetçi nutuklar atan, sonra sosyalist ve antiemperyalist olan İzmirli zengin beyaz Türk Muzaffer Şerif’ten bir Muzafer Sherif yaratmıştır. Bunun için de ne kadar övünse azdır...


(Bu yazı Muzaffer Şerif üzerine yetkin çalışmalar yapan Sertan Batur - Ersin Aslıtürk’ün Muzaffer Şerif’in Türkiye Yılları adlı makalesinden epeyce esinlenmiştir.)