27 Aralık 2020 12:12
Koronavirüs salgınıyla mücadele ile geçen 2020 yılının sonuna geldik. Dünya değişti, Türkiye değişti, hepimiz değiştik. Sağlık, çevre, yoksullukla mücadele, kadınlara yönelik şiddetin sonlandırılması, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması gibi meseleler pandemi sürecinde daha da önem kazandı. Kadın yöneticilerin ve siyasetçilerin ön plana çıktığı, seslerinin daha çok duyulduğu bir yıl oldu.
Her yıl dünyanın en başarılı kadınları listesini yayınlayan Forbes dergisinin bu yılki sıralamasına Türkiye’den tek isim var: Güler Sabancı...
Güler Sabancı ile özellikle Sabancı Vakfı’nı ve toplumsal sorumluluğu, sivil toplumun neler yapabileceğini konuşmak istedim. Sivil toplumun güçlenmesinin çok daha önem kazandığı bir döneme giriyoruz. Güler Sabancı ile Sabancı kulelerinde buluştuk ve sosyal mesafemizi koruyarak sadece fotoğraf çekimi sırasında maskelerimizi çıkararak sohbet ettik.
Dünyanın en başarılı kadınları listesinde yer alan Güler Sabancı "Gelişmiş toplumlarda sivil toplumun rolü kıymetli; hayırseverliğe pandemiden sonra daha çok görev düşecek, yolun uzunluğu ve zorlukları sivil toplumu asla yıldırmamalı" dedi.
"Kadınların verdiği mücadelelerden ilham ve cesaret alıyorum" diyen Güler Sabancı "vakıf çalışmalarının kendisinin insanlara olan sevgisini sürekli ayakta ve canlı tuttuğunu, önemli olanın pazar payı değil, gönül payı" olduğunu söyledi.
Güler Sabancı'nın şu vurgusu da önemliydi: "Eşitsizliklerin giderek arttığı bu yüzyılda üretmekten hiç vazgeçmeyelim; bu yüzyıl sivil toplum kuruluşlarının yüzyılı olacak."
İşte söyleşimiz...
Dünyanın en önemli iş dergisi Forbes’un “Dünyanın en güçlü 100 kadını” listesinde Türkiye’den bir tek siz varsınız. Bu listeye girmenizde Sabancı Vakfı çalışmalarınızın da etkili olduğunu düşünüyor musunuz? Sizin bu başarınız pek çok kadına cesaret ve motivasyon veriyor. Rol modeller önemli ve gerekli. Ne düşünüyorsunuz?
Küresel kriz dönemlerinde özellikle kadın liderlerin gayretlerinin daha iyi bir gelecek inşa etmekte çok büyük bir etkisi olduğunu görüyorum ve ben de tüm kadınların verdiği mücadelelerden ilham ve cesaret alıyorum. Burada yer alan kadın liderler, salgın sonrası dünyanın nasıl bir yer olacağını belirlemede kritik rol oynayan kişiler arasından seçiliyor. Ekonomik ve politik gücün ötesinde, toplumun en acil sorunlarının çözümüne etki edebilen kişiler olduğu özellikle vurgulanıyor. Bu listede olmak gurur verici ve bu anlamda Sabancı Vakfı çatısı altında yürüttüğümüz tüm bu çalışmaların önemli bir etkisi olduğuna inanıyorum.
"Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" diye bir söz var. Ben buna çok inanırım. Yaptığım, yaptığımız işlerle anılmak isterim.
Yaptığınız işin iyi olması için emek vermek ve ona odaklanmak lazım, ben de hep en iyisi için emek vererek çalıştım. Çok iyi ekiplerle çalışma şansına da sahip oldum. Birlikte çalıştığım arkadaşlarımla karşılıklı birbirimizi geliştirdik, birlikte ve proje odaklı çalıştık ve başardık. Gerçek güç bu sanıyorum. Eğer bu inançla bir şeyler başarabiliyor, fark yaratabiliyorsam, bundan dolayı da örnek olabiliyorsam mutlu olurum.
Sizinle öncelikle “philanthropy” yani “hayırseverlik” nedir bunu konuşmak istiyorum. Hayırseverliğin içeriği de anlamı da geçmişe göre çok daha farklılaştı ve ülkemizde Sabancı Vakfı’nı bu dönüşümde öncülük edenlerin başında görüyoruz. Sizin yaklaşımınızla çok daha başka boyutlara taşındı. Nasıl değişti ya da dönüştü “hayırseverlik” kavramı Türkiye’de ve dünyada? Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Hayırseverliğin özünde insan var. Dünyada var olan eşitsizlikleri gidermek, senden daha dezavantajlı olanlara, daha az şanslı olanlara el uzatabilmek, destek olabilmek, özünde ruhunda bu vardır. Geçmişten bu yana insanlar bir araya gelmiş, devletin yetemediği yerlere uzanıp ihtiyacı olanlara yardım etmişler. İnsan sevgisi bu işin ana felsefesi. Dedem Hacı Ömer Sabancı’nın dile getirdiği, vakfımızın da mutlulukla sahiplendiği ilke de bu anlayışla oluşturulmuş: “Bu topraklardan kazandıklarımızı bu toprakların insanlarıyla paylaşmak”. İhtiyacı olanların yanında olmak, eksikleri ve ihtiyaçları karşılamaya katkıda bulunmak…
Tabii, zaman içinde kavramlar evrildi, bireysel çabalar daima önemli ama daha kurumsal çabalara dönüştü, daha çok kaynakları bir araya getiren ve dolayısıyla daha büyük etkisi olan yardımlar yapabilen vakıflar kuruldu ama filantropinin özündeki insan sevgisi, ihtiyacı olanlara el uzatabilme ve eşitsizliklerle mücadele amacı hiç değişmedi.
Günümüzde sosyal meseleler çok boyutlu ve köklü çözümler için bütüncül bir yaklaşım gerekiyor. Toplumsal sorunları tek başına bir kişinin, kurumun çözmesi veya etkili projeler yapması çok mümkün değil. İş birliklerine ihtiyaç var. Dünyanın bugün geldiği nokta bunun gitgide daha da önemli olduğunu gösteriyor. Bireysel çabalara ve geleneksel yöntemlere hâlâ çok ihtiyaç var. Ancak bunun yanında daha uzun süreli, stratejik ve planlı çalışmalarla daha kalıcı çözümler geliştirmek gerekiyor.
Sabancı Vakfı’nın başına geçtikten sonra yeni dönem stratejisini nasıl oluşturdunuz? Nasıl bir fark yarattınız?
Hayırseverlik aile kültürümüzde her zaman çok önemli bir yer tutar. Bu hayırseverlik faaliyetlerini kurumsallaştırmak amacıyla vakıf, Sabancı kardeşler tarafından 1974 yılında Adana’da kuruldu. “Bana ait ne varsa alın, vakfa verin” diyen babaannem Sadıka Sabancı da vakfın kuruluşu için gerekli kaynağı sağladı. O günden beri vakıf çalışmalarımız topluluğumuzun vicdanıdır.
Her şeyi devletten beklememek gerektiği inancıyla, Sabancı kardeşler sadece büyük şehirlere odaklı kalmamış, Türkiye’nin her yerine el uzatmaya çalışmışlardır. Bu anlayışla 30 yıl gibi bir sürede pek çok ile gidilmiş, o ilin, ilçenin ihtiyacı neyse karşılanmaya çalışılmış. Kiminde kültür siteleri, kiminde yurt, kiminde ise okullar yapılmış. Aynı zamanda da Türkiye’nin başarılı çocuklarına karşılıksız burslar verilmiş. Sakıp Bey’den sonra ben başkan olarak seçildiğimde ve yeni mütevelli heyetimizle göreve başladığımızda Sabancı Vakfı 30 yaşına gelmiş, zaten kendini ispat etmiş, güçlü ve güven duyulan bir kuruluştu. Ülkesini seven ve elinden gelenin en iyisini yapan, samimi, çalışkan, güven duyulan ve sevilen bir vakıftı. Araştırmalarımız bize bunu gösteriyordu.
Bunun üzerine biz ne ekleyebiliriz, yeni bir dönemi nasıl başlatabiliriz diye düşündük. 2005 yılında benim her zaman önemli bulduğum ve yönetim aracı olarak kullandığım metotla, dünyadaki iyi filantropi örneklerini incelediğimiz bir “arama konferansı” yaptık. Arkasından çok detaylı bir strateji çalışması yürüttük; yurt dışındaki vakıfların gelişim süreçlerini inceledik. Türkiye’deki ve dünyadaki sosyal değişim ve gelişmelere paralel olarak bizim mevcut hayırseverlik tecrübemizi tekrar değerlendirdik, üzerine, stratejik hayırseverliği inşa ettik. Vakfımızın kuruluşundaki Türkiye de aynı değildi, ne mutlu ki Anadolu’dan birçok varlıklı aile çıkmış ve bizim 30 yıldır yaptığımız gibi okullar, yurtlar yapmaya başlamışlardı.
Dolayısıyla artık içinde bulunduğumuz dönemde binalar yapmanın yanında yeni yaklaşımlara baktık. Toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda insana dokunmanın, sorunların çözümüne yönelik bütüncül yaklaşımların önemli olduğuna inanarak ilerledik. Güçlü yanlarımızın ne olduğuna baktık. İtibar, nitelikli insan kaynağı ve güçlü mali yapımızın yanında dünyaya açık, dünyadaki gelişmeleri takip edebilen bir vakıftık. Bunları en akıllı şekilde nasıl kullanabiliriz ve nasıl fark yaratabiliriz diye düşündük ve çalıştık.
Bunu bir transatlantiğin rotasını değiştirmesi gibi düşünebiliriz. Rotamızı yeni dünyanın yenilikçi yaklaşımlarına doğru çevirmeye başladık. 2006 yılı ise bizim için her açıdan bir dönüm noktası oldu. Vakıf Adana’dan İstanbul’a taşındı ve yeni bir döneme girdik. İlk yaptığımız iş, Birleşmiş Milletler kuruluşları ile ortaklıklar kurmak oldu. Küresel platformlara dahil olarak uluslararası iş birliklerimizi geliştirdik. Etki alanımızı büyütmek ve toplumun ihtiyaçlarını daha yakından takip edebilmek için “Eğitim” ve “Kültür-Sanat” alanlarında yürüttüğümüz çalışmalarımıza ek olarak “Sosyal Değişim” başlıklı yeni bir faaliyet alanı ekledik.
Vakıfta sizin başkanlık döneminizde başlayan hibe programı var. Çok önemli ve diğer vakıflardan sizi ayrıştıran bir program bu. Türkiye’de bu kapsamda yürütülen tek hibe programı diyebiliriz herhalde. Hibe programı nasıl başladı? Sizin için neden önemli? Projelerde önceliği kimlere veriyorsunuz?
Vakfın yeni dönemi diyebileceğimiz 2006 sonrasında, arama konferansının çıktılarından biri çalışmalarımızın etkisi büyük ve kalıcı olması için iş birlikleri yapmaktı. Ortaklıklar yapmak, benim ve arkadaşlarımın çalışma kültürüne de çok uyar. İlk olarak Birleşmiş Milletler kuruluşları ile Kadınlar ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Geliştirilmesi Programı’nı hayata geçirdik. Bu sosyal değişim ile ilgili çok önemli bir projeydi. Proje oluşturulduğunda isminde yalnızca kadın hakları geçiyordu. Ben özellikle kız çocuklarının haklarının eklenmesini istedim. Kabul edildi ve proje böyle yürütüldü. 10 yıl süren bu projeyle kadınların ve kız çocuklarının insan haklarının iyileştirilmesi hedefiyle önemli adımlar attık. Ülkenin neresine gitsek bize olan güven, Birleşmiş Milletlerle yürüttüğümüz çalışmaları çok kolaylaştırdı, kapıları açtı. Bu proje bize de birçok öğrenim getirdi. Vakıftaki arkadaşlarımın yetkinliklerini artırdı. Biz bu projeyle birlikte Hibe Programı’nı başlattık ve odağımıza da toplumda dezavantajlı konumda olan kadın, genç ve engelli bireyleri aldık.
Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil toplum kuruluşlarının rolü çok kıymetli. Gönüllü hayırseverlerin bir araya gelerek çözümün bir parçası olmaları, toplumsal gelişme için itici güç olan sivil toplum kuruluşlarının güçlenmesi; etkin proje yapmaları ve katılımcı yönetimi başarmaları kalkınmamız için çok kıymetli. Çalıştıkları alanın ve bölgenin öncelikli ihtiyaçlarını bilen, en etkili çözüm önerilerini geliştirebilenler sivil toplum kuruluşları. Biz de Hibe Programı ile onların uzmanlıklarını hayata geçirmelerini sağlayacak desteği vermenin, en etkili yöntem olduğuna inanıyoruz.
Hibe Programı’nda sivil toplum kuruluşlarına finansal destekten çok daha önemli bir destek veriyoruz, mentorluk yapıyoruz, stratejilerine yön veriyoruz, farklı kaynaklarla, uzmanlıklarla buluşmalarını destekliyoruz. Sabancı Vakfı’nın hem toplumda hem de kurumlar gözünde sahip olduğu sosyal itibar, desteklediği sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını kolaylaştırıyor, önlerini açıyor. Yani bu program kapsamında, Vakıf olarak sahip olduğumuz itibarımızı, insan kaynağımızı ve mali gücümüzü Türkiye’nin sosyal gelişmesi için kullanıyoruz. Bu yüzden de tabii ki çok hassas davranıyoruz hibe verme konusunda, onların başarısını bizim başarımız olarak görüyoruz.
Bu kapsamda Türkiye’de sivil topluma kesintisiz hibe sağlayan tek vakıfız. 14 yılda, 173 projeye 28,5 milyon TL destek verdik. Sürekliliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Yıllar içinde sivil toplum kuruluşlarının kapasitelerinin arttığını gördük. İlk hibe desteğini bizden alan birçok sivil toplum kuruluşu, bu deneyimin ardından ulusal ve uluslararası farklı fon kaynaklarına erişebilir hale geldiler ve kapasiteleri büyüdü.
Yerelde yeni sivil toplum kuruluşlarının kurulduğuna ve sürdürülebilir olmaya başladığına tanık olduk. Örneğin 2006-2010 yılları arasında yürüttüğümüz Hibe Programı sonunda Trabzon’da 7, Şanlıurfa’da ve Van’da 3, Nevşehir’de 2; toplam 15 yeni kadın kuruluşu faaliyete geçti. O iller için bu çok büyük bir değişimi başlattı. Verilen emeklerin sonuçlarını görmek, ulaşılan, dokunulan insanların hayatında fark yaratabilmek, bu başarılı sonuçlarda bizim de katkımız olması bizi mutlu ediyor. Yeni projelere teşvik ediyor.
Her yıl senin de bir parçası olduğun Ekim Zamanı etkinliğimizde bu projelerin başarılarını, hikayelerini paylaşıyoruz. Projelerin deneyimlerini dinlediğimiz ve sivil toplumu bir araya getirdiğimiz Ekim Zamanı buluşması bu yıl online gerçekleşti. Ne mutlu ki milyon izlenmeye ulaştı.
Eğitim konusunu çok önemsediğinizi biliyorum. Türkiye’de bu alanda hangi katkıların önemli olduğunu düşünüyorsunuz? Burada vakıf olarak rolünüzü nasıl görüyorsunuz?
Kurulduğu andan itibaren vakfımızın ana ekseninde daima eğitim çalışmaları olmuştur. Bu bize bırakılan en önemli miras, en büyük görev. Bu alanda yaptığımız en önemli katkıların başında burslarımızı belirtmem lazım. Sabancı Vakfı olarak 46 yıldır başarılı üniversite öğrencilerine destek veriyoruz. Üniversiteye girişten mezuniyete kadar devam eden karşılıksız burs sayımız 50 bine ulaştı.
Türkiye’nin her yerinde yaptığımız 120’den fazla yatırımın büyük çoğunluğu okullar, yurtlar ve öğretmen evleridir. Ancak hiç şüphesiz en büyük projemiz, gurur kaynağımız Sabancı Üniversitesidir. Yenilikçi eğitim modeliyle kurulduktan çok kısa bir süre sonra Türkiye’de ilk üçe girdi. Şimdiki hedefi ise uluslararası alanda fark yaratmak. Bu sene pandemi nedeniyle eğitimin durduğu dönemde, yani Mart 2020’de bir hafta gibi kısa bir sürede bütün derslerini online olarak öğrencilerine sunabilen ilk üniversite olmuştur. Çünkü teknik alt yapısı çok güçlüdür.
Diğer taraftan Sabancı adını taşıyan devlet okullarına destek vermeye devam ediyoruz. Yalnızca bakım onarım destekleri değil, aynı zamanda eğitim kalitesinin artırılmasına da katkı sağlamaya çalışıyoruz. Okullarımızda yeni modeller oluşturmaya gayret ediyoruz. İhtiyaca göre ilave matematik, ilave İngilizce ve daha önemlisi Yankı Yazgan gibi çok kıymetli hocalarla okullara girerek okul ikliminin iyileştirilmesine yönelik çalışmalar yürütüyoruz. Çünkü biz iş hayatından biliyoruz ki çalışılan yerde iklim iyiyse verimlilik en az %30 artar. Bunun için de okullarda iklimi oluşturan tüm paydaşlarla, yani öğretmenler, öğrenciler, veliler, okul aile birliği ve okul müdürü ile birlikte çalışmalar yürütüyoruz. Bu anlamda Türkiye’de bir ilki yapıyoruz. Devlet okulu konumundaki liselerimize bu desteklerle ileri, yeni bir model çıkartacağımıza çok inanıyorum.
Hiç unutmadığımız, her zaman saygıyla andığımız öğretmenlerimiz bizim için çok kıymetliler. Ve biliyoruz ki, değişimin şampiyonları konumundalar. Bu amaçla farklı iş birlikleri ile tüm kaynaklarımızı onlar için seferber ediyoruz.
Burada özellikle Milli Eğitim Bakanlığı, Köy Okulları Değişim Ağı Derneği (KODA) ve Sabancı Vakfı olarak gerçekleştirdiğimiz Köy Okullarında Görev Yapan Öğretmenlerin Mesleki Gelişim Projesi’nden bahsetmek isterim. Köy okullarında nitelikli bir eğitim için çalışan KODA bizden 4 yıl önce hibe almıştı. Yani başarılı bir sivil toplum kuruluşu olmalarına desteğimiz oldu. Şimdi onlarla birlikte başarılı bir örnek yaratıyoruz. Milli Eğitim Bakanlığının da desteğiyle 9.000 köy öğretmenine ulaşmayı başardık.
Yine son dönemde Milli Eğitim Bakanlığı, British Council ve Sabancı Vakfı olarak hayata geçirdiğimiz “English Together” projesiyle de İngilizce öğretmenlerinin mesleki ve bireysel gelişimlerini destekleyerek Türkiye’deki yabancı dil öğretiminin etkinliğinin artırılmasını amaçlıyoruz. Müthiş bir heyecanla karşılandı proje. Öğretmenlerimizin; yeniliğe, öğrenmeye ve öğretmeye olan aşkı, heyecanı, bizleri onlar için daha çok çalışmaya teşvik ediyor. 3 yılda 37 bin öğretmenimize ulaşmayı hedeflediğimiz bu projeye öğretmeni her zaman merkeze koyan Sayın Bakanımız liderlik ediyor. İngilizce öğretiminde otorite kabul edilen British Council gibi dünya örneklerini bilen, farklı ülkelerde, farklı kültürlerde benzer projeleri gerçekleştirmiş, dolayısıyla kıyaslama imkanına sahip güçlü bir ortakla yola çıkmak da bize güven veriyor.
Konu eğitim olunca her zaman birlikte olmak, güçlerimizi birleştirmek gerektiğine inanırım. Bu noktada beni çok memnun eden bir çalışmayı daha paylaşmak isterim. 2003 yılında benim de hocam olan Üstün Ergüder ve Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü Tosun Terzioğlu’nun öncülüğünde Sabancı Üniversitesi bünyesinde Eğitim Reformu Girişimi (ERG) kuruldu. Eğitim alanında politika üretmek ve bunu araştırmalarla desteklemek amacını taşıyan ERG, bugün özel vakıfların ve konunun paydaşı birçok kurumun desteği ile ortak bir yapı haline geldi. Bu anlamda Türkiye’de bir ilktir. ERG bünyesinde kurulan Öğretmen Ağı projemiz de bugün 6 büyük vakfın destekleriyle yoluna devam ediyor. Burada Semahat Arsel Hanım’a özel teşekkürlerim ve şükranlarım var. Bu projeyi Anne Çocuk Eğitim Vakfı, Aydın Doğan Vakfı, ENKA Vakfı, Mehmet Zorlu Vakfı ve Vehbi Koç Vakfı ile birlikte yürütüyoruz. Çok heyecan verici ve sürekli kartopu gibi büyüyen Öğretmen Ağı’nda önemli olan proje diyoruz, önemli olan öğretmenler diyoruz. Size verdiğim bu örneklerde hep iş birlikleri ve birlikte çalışma var.
Fark Yaratanlar projenizden bahsetmek istiyorum. Toplum olarak başarı hikayelerinden çok etkileniyoruz. Bu projeden de hakikaten çok ilginç, ilham veren başarı hikayeleri öğrendik. Türkiye’de başarılı insanlar başarılarını paylaşmak istemezler maalesef ama sizin yarattığınız bu proje tam tersine başkalarının başarılarını ön plana taşıyor. Bu proje nasıl doğdu? Neden böyle bir projeye ihtiyaç hissettiniz?
Sosyal değişimde kişisel hayırseverliği teşvik etmek gerekiyor. Çünkü insanlar fark yaratıyor ama bunun görünür kılınması, duyurulması ve teşvik edilmesi lazım. İşte Fark Yaratanlar Programı da sevgili Cüneyt Özdemir’in fikriydi ve bu projeye 12 yıl önce birlikte başladık. O dönemde çok pozitif haberler fazla ilgi çekmiyordu ama biz güzel insanlar tanımaya başlamıştık. Cüneyt de bunu görüyordu.
Fark Yaratanlar dediğimiz kişiler, çevresinde bir sorun veya eksiklik görüyor ve elini taşın altına koyarak “Ben bunu yaparım” diyor. Zorluklara kulak asmıyor ve çalışmaya devam ediyor. Adeta bir terzinin söküğü dikmesi gibi toplumda gördüğü bir sorunu tamir ediyor, çözmeye gönüllü oluyor.
Bana göre bu paha biçilmez bir değer…
Fark Yaratanlar kartopu gibi büyüyen bir proje oldu. Programa bugüne kadar Türkiye’nin 81 ilinden 8.000’in üzerinde başvuru aldık ve seçilen 195 Fark Yaratan’ın ilham veren hikayelerini paylaştık. Yayınlanan videolar, Türkiye ve yurt dışında 37 milyonu aşkın izlenmeye ulaştı.
Fark Yaratanlar'ın hikayelerini dinledikçe ülkenin her bireyinin çok büyük bir potansiyele sahip olduğunu görüyorum ve bu beni gelecek için umutlandırıyor. Bu program ile Fark Yaratan seçilen bireyler sadece kendi çevrelerinde değil, çok daha geniş kitleler tarafından tanınır hale geliyor. Aynı alanda çalışmalar yürüten diğer bireyler ve sivil toplum örgütleriyle bir araya gelmelerine, dayanışmalarına da vesile oluyoruz.
Programın 12. sezon başvuruları rekor katılımla tamamlandı ve 4.000’e yakın sayıda başvuru yapıldı. Şimdilerde arkadaşlarımız heyecan içerisinde yeni Fark Yaratanlar'ı belirlemek için çalışıyor.
Yakın zamanda Filantropi Semineri gerçekleştirdiniz. Uluslararası bir seminer bu ve her yıl dünyadan önemli isimler katılıyor. Sizce bu seminerler neden önemli?
Vakfımızın yeni dönem stratejisini belirlerken özellikle dünyadaki öncü vakıfların çalışmalarını takip etmeye ve filantropideki güncel konularla ilgili farkındalık yaratmaya önem verdik. Sosyal değişim için çıktığımız bu stratejik yolculukta vakıf olarak rolümüzü her zaman dünyadaki ve Türkiye’deki sivil toplum arasında bir köprü olarak gördük. Bu nedenle 13 yıldır her sene Filantropi Seminerlerimizde sivil toplum, özel sektör ve kamu kuruluşu temsilcilerini yurt dışından uzmanlarla bir araya getirerek filantropi alanındaki yeni yaklaşımlar konusunda bilgi paylaşımına imkân sağlıyoruz. Son 3 senedir özellikle teknolojinin engellilerin hayatındaki rolü odaklı yaptık seminerlerimizi.
Bu sene pandemi koşulları gereği seminerimizi dijital ortama taşıdık. Fiziki olarak bir arada olamasak da teknoloji sayesinde daha geniş kitlelere ulaştığımız için ayrı bir heyecan duyuyoruz. Teknolojinin sosyal değişim ve dönüşümdeki rolünün daha net görülmesi nedeniyle bu sene Filantropi Semineri’nin temasını “Sosyal Değişim için Teknoloji” olarak belirledik. Vakfımızın odağına aldığı kadınlar, gençler ve engellilerin toplumsal katılımında teknolojinin etkilerini etraflıca tartıştık. Dünyanın pek çok farklı kültür ve coğrafyalarından gelen çok kıymetli konuşmacılarımızı dinledik. Her birinin hikayesi, başarıları ve hedefleri eşsiz birer örnek. Gördüğü ilgi beni mutlu etti.
İçinde bulunduğumuz pandemi dönemi herkes için çok sancılı geçiyor ama sizin de bahsettiğiniz gibi bazı grupların yükü pandemi dönemi ile daha da arttı. Sizin bu konudaki gözlemleriniz nedir?
Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgınının toplumsal sorunları derinleştirdiğini ve fırsat eşitsizliğini artırdığını üzüntüyle gözlemliyoruz. Biliyoruz ki dezavantajlı gruplar ne yazık ki salgının etkilerini daha da yoğun yaşıyor. Özellikle vakfımızın da odağında bulunan kadınlar ve kız çocukları bu grupların başında geliyor.
Ekonomik anlamda pandemiden en çok kadınların yoğun çalıştığı sektörler etkilendi. Diğer taraftan pandemi sebebiyle evden çıkamadığımız bu dönemlerde, tam ölçülemese de kadına yönelik şiddet vakalarında maalesef yüzde 20 oranında artış olduğu tahmin ediliyor. Uzaktan eğitim sürecinde kız çocuklarının okullaşma oranında düşüş yaşanabileceği ve bunun erken yaşta evlilik oranlarını artırabileceği öngörülüyor. Tüm bu sorunları konuşmak, çözüm önerileri geliştirmek amacıyla kadın hakları konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla benim de dahil olmaktan çok memnun olduğum bir toplantı yaptık. Yalnızca tartışmakla kalmadık, ihtiyaçlara yönelik önemli aksiyonlar belirledik. Şimdi bu aksiyonları hayata geçirip takibini yapacağız. Ancak sorunlar o kadar büyük ki hiçbir kurum tek başına bu sorunları çözemez.
Birlikte hareket etmeye ve iş birliğine daha fazla ihtiyacımız var. Önceliğimiz çok büyük emeklerle elde edilen kazanımları kaybetmemektir. Hayırseverliğe pandemiden sonra daha çok görev düşecek.
Sabancı Vakfı tiyatrodan müziğe, sinemaya kadar pek çok kültür-sanat çalışmasını destekliyor, hayata geçiriyor. Sanatın toplumsal değişimdeki rolü üzerine neler söylemek istersiniz?
Sanat toplumsal gelişmenin çok önemli, olmazsa olmaz parçasıdır. Biz Sabancı Vakfı olarak buna her zaman inandık. Bu inancı, amcam Sakıp Sabancı başta olmak üzere bütün Sabancı kardeşler bize miras bıraktı. Kurulduğumuz günden bu yana kültür-sanata büyük önem vererek bu alanda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde kültür merkezleri inşa ettik ve toplumun hizmetine sunduk. Tiyatrodan müziğe, arkeolojiden sinemaya kadar sanatın pek çok dalını destekledik ve desteklemeye devam ediyoruz.
En gurur verici projelerimizden biri rahmetli Sakıp Bey zamanında başlamış ve bizlerin de devam etme şansı bulduğumuz Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’dir. Bu festivali 22 yıldır Devlet Tiyatroları ile birlikte yürütüyoruz. Festivalin ilk senelerinde Sakıp Bey tiyatro salonları dolsun diye, oyunların biletlerini alır ve Adana’daki çalışma arkadaşlarımızı davet edermiş. Dolayısıyla tiyatro festivali Adana’da hep dolu başladı ve öyle devam ediyor. Ne mutlu ki, bir ay süren bu uluslararası festivalin biletleri artık 3 saat içerisinde tükeniyor, Adanalılar festivalimize sahip çıktılar, bu bizim motivasyonumuzu daha da artırdı. Festivali sokağa taşıyarak Adana’nın simgesi Taş Köprü’nün ve Seyhan Nehri’nin üzerinde on binlerce Adanalının ilgiyle izlediği gösteriler ve tiyatro oyunları gerçekleştirdik. Festivalimizi büyüterek uluslararası boyuta taşıdık. Yerli ve yabancı yüzlerce tiyatro grubunu ve binlerce sanatçıyı ağırladık.
Vakıf olarak tiyatronun yanı sıra klasik müziğe de katkıda bulunuyoruz. Yüzlerce genç müzisyeni Türkiye ve dünyadan dinleyicilerle buluşturan Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası’nın 11 yıldır ana destekçisiyiz. Şef Cem Mansur liderliğinde Türkiye’nin dört bir yanından gelen genç yeteneklerden kurulmuş bu orkestra bizim yüz akımız. Avrupa’nın en prestijli salonlarında sahneye çıkarak bizi gururlandırıyorlar. Bu anlamda Cem Mansur özverisi ile müthiş bir çalışma ortaya koyuyor. Biz de bu başarılı proje ile gençleri desteklemekten mutluluk duyuyoruz.
Sanat, sosyal değişim için vermek istediğimiz mesajları iletmede en etkili araç. Biliyorsunuz bugüne kadar kız çocuklarının eğitime devam etmesi, erken yaşta zorla evliliklerin önlenmesi gibi öncelik arz eden konularda çalışmalar yaptık. 2014 yılında da bu konuyla ilgili sevgili Sezen Aksu’nun söz ve müziğini yazdığı, Sertab Erener’in seslendirdiği ve Çağan Irmak’ın klibini çektiği “Kız Leyla” şarkısıyla bir farkındalık çalışması yürüttük. Böylesine önemli bir sosyal meseleyi sanat yoluyla ele aldığımızda, geniş kitleler üzerinde ne kadar etkili olduğunu görmek bize ilham verdi.
Bu fikirden hareketle uzun soluklu bir kültür-sanat projesine imza atmaya karar verdik. “Kısa Film Uzun Etki” sloganıyla bu yıl beşincisini gerçekleştirdiğimiz Kısa Film Yarışması’nın temellerini attık. Bu yarışma ile “genç sinemacılara” sesleniyoruz. Onları, hepimizin bildiği ve gördüğü bazı toplumsal meseleler üzerinde düşünmeye teşvik ediyoruz. Ayrıca her yıl küresel çapta önemli olduğunu düşündüğümüz toplumsal sorunlara dikkat çekiyoruz. Burada konu seçiminde görev alan başta Vakfımızın Genel Müdürü Nevgül Bilsel Safkan’ı ve tüm ekibi tekrar tebrik etmek istiyorum. Geçen seneki Kısa Film Yarışmamızın konusu “Dijital Yalnızlık” idi. Birkaç ay sonra hayatımızı derinden etkileyen pandemi nedeniyle hepimiz bu dijital yalnızlığın ne demek olduğunu bizzat deneyimledik. Örnek vermem gerekirse, bir arkadaşım pandemide yakınını kaybetti ve cenazeye yalnızca 2 kişi katılabildi. Maalesef arkadaşım bu cenazeyi kardeşinin çektiği videodan izleyebildi. Bu, bizim yarışmamızda dereceye giren filmin senaryosuydu ve gerçekten de yaşandı. Demek ki sosyal tahminler ve analizler sanat yoluyla önceden yapılabiliyor ve bizler de bunun yansımalarını hayatlarımızda görüyoruz.
Kısa Film Yarışmamızın bu yılki teması ise yine tüm dünyanın gündeminde önemli bir yer tutan iklim değişikliği. “Değişen İklimler, Değişen Hayatlar” başlığıyla duyurduğumuz yarışmada artık son aşamadayız. Dereceye giren filmleri Ocak ayında hep birlikte izleyeceğiz.
Son olarak sanatın dönüştürücü gücüne olan inancımızla yakın zamanda bir proje daha hayata geçirdik. Mütevelli Heyeti Üyemiz Serra Sabancı’nın büyükannesinden dinlediği bir masaldan ilham alınarak 7-9 yaş arasındaki çocuklara hayvan ve doğa sevgisi kazandıracak “Papuduk” kitap serisi hazırlandı. Bütün pedagogların üzerinde durduğu gibi bu yaşlardaki çocuklara hayvan sevgisini öğretebilirseniz etkisi bir ömür sürüyor. Bu yüzden bu projeyi çok önemsiyorum ve emeği geçen herkesi kutluyorum.
Vakıf faaliyetlerine ne kadar zaman ayırıyorsunuz? Bu çalışmaların mutluluğunuzdaki payı nedir?
Benim için vakıf ve vakıfta çalışmanın bir zaman mefhumu yok. Çünkü ben bunu çalışma olarak görmüyorum. Benim için vakıf çalışmaları hakikaten ruhuma, gönlüme iyi gelen çalışmalar. Vakıf çalışmaları, bana insanlara olan sevgimi sürekli ayakta ve canlı tutmamı sağlıyor, bana hayatın değerini hatırlatıyor. Bu çalışmaları bir görevin ötesinde hisseden insanlarla çalışıyorum. Onlar da insanları seviyorlar. Yaptıkları şeyi, insanlara dokunabilme, insanların bir ihtiyacına cevap verebilme hissiyle yapıyorlar. Vakıf çalışmaları sadece bir görev değil, bunu söylemek istiyorum. Bunun ötesinde, bir adanmışlık, özveri istiyor. Ben de ekip de böyle çalışıyoruz. Mütevelli Heyetimizde kuzenlerim var, birlikte aynı anlayış ve yaklaşımla çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bizim için vakıf çalışmalarında önemli olan pazar payı değil, gönül payıdır.
Sizinle ortak bir noktamız var. Siz de şarap üretimiyle ilgileniyorsunuz. Bu hikaye nasıl başladı?
1994 yılında rahmetli dayım Orhan Türker ile başladığımız bir proje var: Gülor Şarapçılık. Rahmetli dayım yüksek kimya mühendisiydi ve Trakya bölgesini çok iyi bilirdi. Çünkü o bölgede pek çok proje yapmıştı. Keyifle rakı içerdi ve öyle bir rakı sofrasında Türkiye’de neden daha kaliteli şarap yapılmasın diye başlayan bir sohbetle bu projeye ikna oldu. Büyük bir titizlikle yer seçimi yaptık. Birlikte Bordeaux ve Bolonya Üniversitesi uzmanlarıyla görüştük. İklime ve toprağa uygun fidanların seçilmesini gerçekleştirdik. Doğru bağcılık örneği yaratmak için dayım çok emek verdi. Şarapçılar toprağın hafızasının olduğunu söylerler. Yani tarihte bağcılık yapılan topraklarda yüzyıllar sonra da olsa yeniden bağ kurmak çok verimli oluyor. Bizde de öyle oldu. Bu bölge bağcılık açısından çok kıymetli bir bölgedir. Mürefte-Şarköy arasında çok verimli bağlarımız oldu. Ayrıca “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” sözü de çok doğruymuş. Elinizin hep bağların üzerinde olması gerekiyor. Sürekli bakım gerektiriyor. Ayrıca bağcılık, tabii ki bir sabır ve sevgi projesidir. Üniversite kurmak gibi, sosyal değişim için sürekli aynı özeni göstermek gibi. Sabır ve sevgi gerektiriyor. Ben çok şanslıyım. Tam 40 yaşıma girmeden önce 1994 yılında böyle bir projeyi Orhan dayımla kendi inisiyatifimle başlattım. Aynı zamanda Sabancı kardeşler üniversitenin kuruluş görevini bana verdiler, bu iki proje de bana sabır ve yılmamayı öğretti.
Holding, vakıf, üniversite… Pek çok farklı şapkanız var. Peki çalışma kültürünüz adına neler söylersiniz?
Öncelikle en sevdiğim söz “Hangi limana gitmek istediğini bilmeyen bir yelkenli için hiçbir rüzgâr doğru rüzgâr değildir.” Bu Çin atasözü strateji kurma, hedef oluşturma, plan yapma ve sabırla o yönde ilerleme ile ilgilidir. Benim her başladığım işte ilk yaptığım, bindiğim yelkenliyle, birlikte yola çıkacağım kişilerle, gideceğimiz limanı tarif etmek ve mutabık kalmaktır.
Daha sonra yol boyu her aksiyonda sürekli daha iyiyi aramak, yaptığımız her işi gözden geçirmek ve tekrar yaptığımızda daha iyi nasıl yapabiliriz, nasıl geliştiririz diye düşünmek bana göre bizim Sabancı’daki en önemli çalışma kültürümüzdür. Bunu, yaptığımız her işte böyle yaparız. Rahmetli Sakıp Bey, her projenin uygulamasından sonra, bir konserden, toplantıdan, açılıştan sonra bizi toplar, “Hadi bakalım değerlendirelim dün neler yaptık, bugün daha iyi nasıl yapabiliriz” derdi. Bu böyle bir anlayışın sonucudur. Dolayısıyla her yaptığımız işi geliştiriyoruz ve yaptığımız işten vazgeçmiyoruz. Örneğin, uzun yıllardır yaptığımız Fark Yaratanlar Programı’na bu sene inanılmaz bir katılım oldu. Bütün projelerimizde dokunduğumuz insanlara çok önem veriyoruz. Projenin kendisi kime dokunuyor ve dokunduğu yerde o insanlarda nasıl bir etki yaratıyor diye daima bunu sorar ve sorgularım. Arkadaşlarımın da bu konuya önem vermelerini isterim.
Son olarak; kâr amacı gütmeyen projelerde çalışan ya da projeler üretenlere neler söylemek istersiniz? Özellikle de gençlere…
Öncelikle sivil toplumda çalışan, destek veren ve görev alan herkesin toplumumuzun gelişmesi için gereken değişim hareketinin bir elçisi olduğuna inanıyorum. Bu kişiler yaptıkları çalışmalarda gönüllerini ortaya koyuyorlar. Bir şeyi yapmak istemek, arzulamak kıymetli ama onun için harekete geçmek, iş birlikleri geliştirmek ve sürdürülebilir hedefler koymak hepsinden daha önemli.
Ne mutlu ki, günümüzde gençler toplumsal meselelere çok duyarlı. Okul yıllarında gönüllülük faaliyeti yürüten, mezun olduğunda ise kariyerine sivil toplum kuruluşlarında devam eden gençlerin sayısı hiç de az değil. Vakıfta çalışan genç arkadaşlarım buna birer örnek... Dijitalleşmenin içine doğan ve onunla büyüyen gençler yeni dünyanın ruhuna, kurallarına, donanımına zaten hâkim. Sahip oldukları bu donanımla toplumsal meselelere de kapsayıcı ve yenilikçi çözümler getiriyorlar.
Sevgili dostum Yankı Yazgan’ın bir konuşmasında dediği gibi, insanın bir şeyler üretme ihtiyacı hiçbir zaman bitmiyor. Ne bir savaş ne de pandemi bu üretme ihtiyacını yok edemiyor. İşte bu içimizdeki tükenmeyen ihtiyaçla, eşitsizliklerin giderek arttığı bu yüzyılda üretmekten hiç vazgeçmeyelim. Bu yüzyıl sivil toplum kuruluşlarının yüzyılı olacak. Bu alanda çalışan kişi ve kurumlara daha çok iş düşecek. Yürünecek yolun uzunluğu, karşılarına çıkacak zorluklar onları asla yıldırmamalı.
© Tüm hakları saklıdır.