Yaşam

Güldal Mumcu: Davanın savcısı öldürüldü, otopsi olmadan gömüldü

Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu 24 Ocak 1993’ten sonra yaşadıklarını kitaplaştırdı

18 Kasım 2012 10:56

Ankara'daki evinin önünde aracına bomba konularak 19 yıl önce öldürülen Gazeteci-yazar-aydın Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu, "Bize, Uğur Mumcu cinayetinin ardında 'uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler' olduğunu söyleyen Savcı Kemal Ayhan bir süre sonra evinde ölü bulundu. Savcı Ayhan, eşi ve çocuklarının tatilde olduğu bir sırada evinde ölü bulundu ve cenazesi aynı gün, otopsi dahi yapılmadan Başsavcı Nusret Demiral’ın talimatıyla defnedildi" dedi.

Güldal Mumcu, 24 Ocak 1993'ten sonra yaşadıklarını "İçimden geçen zaman" isminde kitapta topladı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) yayınları arasında çıkacak kitabın bazı bölümleri Cumhuriyet gazetesinde hazırlanan yazı dizisinde paylaşıldı.

Cumhuriyet gazetesi yazarı Işık Kansu'nun kaleme aldığı yazı dizisinin ikinci bölümü (18 Kasım 2012) şöyle:

 

Vurulduk ey halkım...

 

18 Şubat, Perşembe

Bir öğleden sonra, Uğur’un gömüldüğü yeri görmek istedim. Bir arkadaşımdan rica ettim. Çiçekçiden çiçekler alıp birlikte mezarlığa gittik.

Mezarlığa girdiğim zaman önce algılayamadım. Cenaze günü geldiğimiz yer burası mıydı?! Etrafa baktım. O kadar insan buraya nasıl sığmıştı? Başım döndü.

Elimdeki çiçekleri taze toprağın üzerine koydum.

Kendimi bir boşluğun içinde buldum. Boşluk duygusu etrafımı sardı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yerçekiminin ayaklarımdaki ağırlığını hissettiğimde, hâlâ mezarın önündeydim. Tekrar etrafa baktım. Onun en çok sevdiği mazı türü çam, mezarının başucunda öylece duruyordu. Yer seçimi gerçekten çok isabetli yapılmıştı. Birkaç adım attım. Bir bayram gününü anımsadım. Eğer Ankara’da isek, hep gerçekleştirdiğimiz mezar ziyaretlerinden sonuncusunda; annesinin, babasının ve Muammer Aksoy’un mezarını ziyaret ettikten sonra, ağır ağır yürüyorduk. Birden durdu; “Ben öldükten sonra mezar taşıma ‘Vurulduk ey halkım unutma bizi’ diye yazılmasını istiyorum” dedi. İçim ezilmişti.

“O nasıl istek! İnsan ancak öldürülürse öyle yazılır” dedim. “Nasıl bir son olur ki?!..”

“Böyle konuşma!..”

Geçmişten gelen görüntülerimiz ve seslerimiz beynimde canlandı. Daha fazla dayanamadım. “Gidelim” dedim. Eve döndük.

 

Nisan-Mayıs 1993

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal ile görüşmek istedim. O sırada Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri olan Timur Erkman’ın Mülkiye’den arkadaşı olduğunu da öğrenince Erkman’dan görüşme isteğimi müsteşara iletip iletemeyeceğini sordum. Bir süre sonra Timur Erkman aradı, görüşmeyi kabul ettiğini söyledi. 1993’ün son aylarının birinde, bir akşam Erkmanların evine gittim.

Nezaket cümlelerinden sonra, Köksal yanıma gelerek, yavaş bir sesle “Sizi temin ederim ki hanımefendi, benim başında bulunduğum teşkilatın, eşinizin öldürülmesi olayıyla bir ilgisi yoktur” dedi. “Teşkilatınıza hâkim misiniz beyefendi?” diye sordum. Sorumun ardından alnında beliren iri ter damlalarına gözüm takıldı. Boncuk boncuk terlemenin ne demek olduğunu böylece görmüş oldum.

“Bu nasıl bir soru böyle!..” deyince, “Uğur öldürüldüğünde teşkilatın başına geçeli daha 3 ay olduğu için böyle sordum” dedim. “Tabii ki hâkimim, öyle diyorsam öyledir” dedi. “Bu suikastı siz nereye bağladınız? Bir araştırma yapmışsınızdır, nasıl bir sonuca ulaştınız? Ne var bu olayın arkasında, onu öğrenmek istiyorum” dedim.

“Bir dış ülke diyebiliriz.”

“Sönmez Bey, bu işi açıkça konuşalım. Bu ülke hangi ülke ve nasıl bir bağlantı olduğunu söyler misiniz” dedim.

“İran, diyebilirim.”

“Peki, o zaman Sönmez Bey, sizi hangi veriler ve hangi bulgular İran’a götürdü? Ne sizi İran’a götürdü bu olayda?”

“Sezgilerimizle ulaştık.”

“İran’ın arkasında kim var?”

“Bilmiyorum. Hem ayrıca, bir tek faili meçhul cinayet eşinizinki değil ki Güldal Hanım. Bir sürü faili meçhul cinayet oluyor.”

Basında, Batman’daki cinayetleri Hizbullah adlı bir örgütün işlediği gündeme getiriliyordu. Sordum:

“Basın da bu yönde haberler çıkıyor. Batman’daki cinayetlerin arkasında Hizbullah örgütü mü var?”

“Hizbullah adında bir örgüt yoktur.”

 

O savcıya otopsi bile yapılmadı

 

Bize, Uğur Mumcu cinayetinin ardında “uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler” olduğunu söyleyen savcı bir süre sonra evinde ölü bulundu

 

4 Nisan 1995

Uğur’un ablası Beyhan Gürson ile davaya yeni savcı olarak atanan Kemal Ayhan’la görüşmeye gittik. “Olayın failleri konusunda bir kanaat elde ettiniz mi?” dedim.

Biraz tereddüt geçirdi. “Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler … diyeyim” dedi.

“Bunlar bu cinayeti aydaki adamlarla işlemediler ki… Muhakkak buradaki adamlarıyla işlediler. Kim bunlar?!..”

“Büyük ölçüde ulaşmaya çalışıyoruz.”

Cinayetin uluslararası bir boyutunun olduğu, böylece bizzat bir savcı tarafından da doğrulanmış oluyordu.

 

26 Haziran 1995

Savcı Kemal Ayhan eşi ve çocuklarının tatilde olduğu bir sırada evinde ölü bulundu ve cenazesi aynı gün, otopsi dahi yapılmadan Başsavcı Nusret Demiral’ın talimatıyla defnedildi.

 

9 Mayıs 2000

Avukat Turgut Kazan’la İçişleri Bakanlığı’na gittik. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ile İstihbarat Daire Başkanı Kazım Abanoz da vardı. Ocak ayında Beykoz’da giriştiği çatışmada öldürülen Hizbullah örgütü elebaşı Hüseyin Velioğlu’nun evindeki bilgisayarların disketlerinde yapılan incelemede Yusuf Karakuş adlı şahsın Mumcu cinayetini üstlendiği anlaşılmıştı. Yusuf Karakuş, Velioğlu’na gönderdiği bir mektupta Tevhit-Selam Grubu’nda iken ayrıldığını, artık Hizbullah’la çalışmak istediğini söylüyor ve referans olarak da daha önce gerçekleştirdiği eylemleri anlatıp “Uğur Mumcu suikastında da görev aldığını” belirtiyormuş. Bunun üzerine operasyon genişletilmiş ve bu noktaya gelinmiş.

Turgut Kazan, Yusuf Karakuş’un itiraflarının yer aldığı, öldürülen Hüseyin Velioğlu’na ait disketteki kayıtların çarpıtma amacıyla kullanılmış olabileceği ihtimaline dikkat çekti.

İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise, “Öyle ise onların ellerini öpmek gerekir. Banka hesap hareketleri ve diğer bulgular araştırılıyor. Bunların hepsi birbiriyle örtüşebilir.”

Hizbullah, PKK ve Asala’nın birlikte eylem yapma kararı aldıklarını, Uğur’un bunu yazılarında anlattığını söyledim. Bu kilidi açıp açamayacaklarını sordum.

Bunun üzerine Hizbullah ile PKK’nın bir araya gelmesinde İran’ın önemli bir rol oynadığını anlattılar. Ben, Sönmez Köksal’ın “Hizbullah diye bir örgüt olmadığını” söylediğini belirtince İstihbarat Daire Başkanı “Ne demek yok!” diye itiraz etti.

“Belki onlarda bu adla değil de farklı bir adla kayıtlıdır. Ama adı her ne ise, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, bana ‘Kurulurken, istihbarat örgütleri de bu oluşumda yer almış, ama sonra kontrolden kaçırmış olabilirler’ demişti” dediğimde “MİT hiç yardım etmiyor” diye yakındılar.

“Hizbullah’ın çözülmesinde gösterilen azim ve gayret, cinayetlerin tüm bağlantıları bulunmaz, arka planı aydınlatılmazsa başarısızlığa dönüşebilir” dedim.

Bakan, “Bir savaş başladı. Olayın arkasında kim var; İran’ı kim destekliyor, onlara da bakıyoruz” dedi.

 

Ocak 2002

Ağustos 2000’de başlayan Umut davası, 2002 Ocak ayında sona erdi. Uğur Mumcu suikastı ile doğrudan ilişkili oldukları söylenen üç kişiden ikisi yakalanmış, biri ise hiç bulunamamıştı. Yakalanan, Ferhan Özmen ve Necdet Yüksel ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm oldular. Bombayı yaptığı söylenen kimya mühendisi, Cihan kod adlı Oğuz Demir ise hiç yakalanamadı. Müdahillik dilekçemi okuduğum duruşmada “Yataklık ettimse, polisime jandarmama ettim” diyerek tahliyesini talep eden, Sapanca’da çiftlik sahibi olan yetmiş beş yaşındaki Arif Tarı hemen tahliye olmuştu ve beraat etti. Savcının, Karakuş’a baskı yaparak Uğur Mumcu cinayetini üstlenmesini sağlamaya çalışmaları nedeniyle dava açtığı polisler, yargılandıkları davada beraat ettiler. Polisler beraat ettiklerine göre, bizim olayımızdaki gerçekler neredeydi?

Ecevit: Duvara çarptım

 

18 Eylül 1997

Ecevit’e randevu talebimi birkaç kere yinelemiştim. Nihayet 18 Eylül öğleden sonrası için randevu verdi. O sırada Başbakan Yardımcısı idi. Onunla da makamında görüştük. “Sayın Ecevit” dedim, “Bu ülkede kontrgerillayı telaffuz eden ilk siyasetçi sizsiniz. Şimdi de başbakan yardımcısısınız. Bizim size neyin ne olduğunu ne olmadığını söylememiz gereksiz. Eşimin öldürülmesinin soruşturulabilmesi için sizden de yeniden destek ve gerekli girişimlerde bulunmanızı rica ediyorum.”

“Ben Uğur Beyi severdim” dedi, “Bana yapılan suikastı, ardındakileri araştırırken hep duvarlara çarptım. Eşiniz arı kovanına çomak sokmuştu.”

Doğrusu ne diyeceğimi şaşırmıştım. Beklemediğimiz birinden hiç düşünmediğiniz bir sözle karşılaşınca bazen kalakalırsınız ya, sözün bittiği noktalardan biriydi bu da!!..

 

Bulun ulan denmiyor

 

13 Nisan 2000

Olay yeri inceleme ekibinden Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem telefon edip ziyaret etmek istediğini söyledi. Vakfa davet ettim, geldi.

Çalışmalarına devam ettiklerini, araştırmalarını sürdürdüklerini söyledi. Ama biraz sıkıntılı bir hali vardı. “Güldal Hanım, bize bulun diyorlar” dedi.

“E başka ne söyleyeceklerdi ki” diye sorunca, “Bulun ulan! denmiyor. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor” diye cevap verdi. Gene aynı yere gelmiştik. Huzursuz adamın yüzüne baktım ve “Çözseniz de çözmeseniz de benim için bu olay bitmiştir” dedim.

“Nasıl yani?!” diyerek hayretle yüzüme baktı.

“Devletin içinde bir kırılma var. Dramatik bir kırılma… Yok mu?”

“Var.”

“İşte bu olayı gerçekten tüm bağlantıları ve ayrıntılarıyla çözerseniz bu kırılmanın biraz düzelip, olayların bu ülkenin yararına gelişeceğini; tüm bağlantıları ile ortaya çıkarıp çözmezseniz her zaman olduğu gibi bu ülkenin çıkarlarını pek dikkate almayanların kazanacağını ve kırılmanın daha da derinleşeceğini düşünüyorum” dedim.

“Biz elimizden geleni yapacağız” diyen mutsuz ve huzursuz adamı yolcu ettim.

İlgili Haberler