Barış Acar
http://prounodasi.wordpress.com Arter’in sergi küratörü Emre Baykal’ın nazik daveti üzerine “Görünmezlik Taktikleri”nin basın gösterimine katıldım. Hayatımda katıldığım ilk basın gösterimiydi. Sanat tarihçisi olarak benim alışkanlığım, sergiyi yalnız ve karanlık bir ruh gibi, galericilerin tedirgin bakışları altında tekinsiz bir biçimde gezerek, sonra tekrar gezerek, işlerin fotoğraflarına/ görsellerine defalarca bakarak, sonra tekrar bakarak, bende bıraktıkları imgelerin referanslar ormanında izini sürerek, ardından da bir edebiyatçı alışkanlığıyla dilsel olarak yazarın ya da nesnesinin baskınlığına mahal vermeden bir yazı kaleme almaktı. En azından becerebildiğimce.
İndirgemeci Olmayan Eleştiri
Ellerinde kayıt cihazları, not defterleri, güzide bir kalabalık küratör eşliğinde sergiyi gezerken bundan epey farklı bir deneyim yaşadığımı söyleyebilirim. Öte yandan son zamanlarda gazetecilik ve gazetede “sanat eleştirisinin olanağı” üzerine bol bol düşünen biri olarak bu gezi bana iyi bile geldi. Ancak, yine de, bir kez daha böyle bir şeye katılıp katılmayacağıma emin değilim. En azından izleyen olarak.
Gözlemleyebildiğim kadarıyla (ki iyi bir gazete okuru sayılabileceğim kadar, Metin Göktepeli yıllarda Evrensel’i kapı kapı satmaktan gazete için kültür-sanat haberi kovalamaya dek çeşitli gazetecilik faaliyetlerini etüt etmişliğim de var) Türkiye’de gazetecinin varlığı belirgin birkaç şekilde tezahür ediyor. İlkinde gazeteci (öz olarak muhabir) bir dikte aygıtı gibi çalışıyor. Kendisine gösterilen yoldan gidiyor. Eskisi gibi doğrudan değil belki, ama ne düşüneceğine ilişkin kendisine ipuçları verilerek varlığı bir kayıt cihazı konumuna indirgeniyor. İkincisinde ise alternatif bir yol arayışında başı derde giriyor. İşsiz kalmak, bürokratik aygıtların baskısına maruz kalmak vb. korkusuyla sindirilmeye çalışılıyor. “İşini bilen” gazeteci ise nevi şahsına münhasır (basit, snop, tahakkümkâr) bir dil tutturarak bir yandan okurunu tavlamasını biliyor, bir yandan da kimsenin tavuğuna kışt demeden geçinip gidiyor.
Bu arada, sanat gibi -Kant’ın gözlemiyle- özgürlük dünyasıyla zorunluluk dünyası arasındaki incecik zar gibi bir alanda “eleştiri” evlere şenlik bir başıboşluğa, insafsız bir vurdumduymazlığa kurban gidiyor. Örneklerini benim vermeme gerek yok. Açtığınız her gazetede, istisnasız, sütunlar boyu görebilirsiniz bu tutumun izlerini.
Bunun dışı ya da ötesi kurulabilir mi? Kurumsal olarak bağımsız, yöntem olarak indirgemeci olmayan, sanatçıya dönük ancak okuyucuyu da hafife almayan, sahih bir eleştiri kurulabilir mi? Eleştirinin “okuma yapmak” ifadesi altında, küratöryal yönlendirmelerden, sergi açılışlarından öğrenilmiş üç-beş kalıp cümleden ya da egosantrik dışavurumlardan ibaret olmayan bir biçimi mümkün mü? Bu konu hakkında çaba harcamadan yargı vermeye hakkımız olmadığını düşünüyorum.
Aşağıda tuttuğum notlar, tümüyle, Arter’in sergisinde karşılaştığım işlerle bu yolda bir diyalog kurma çabasının ürünüdür.
Taktik Olarak Sanat, Strateji Olarak Politika
Arter’in yeni sergisi, gezici bir sergi olarak, birkaç yönü aynı anda bünyesinde taşıyor. Karma sergi yapısının çetrefil yüzü, işlerin birbiriyle diyaloğundan kavramsal çerçeveyle ilişkisine kadar bir dizi yerde tanıdık sorunlara yol açıyor. Sarkis’in ahşaba saplı bıçaklarının keskinliği, Füsun Onur’un mekâna yayılmış örgü şişlerinin dingin ritmiyle çelişiyor. Ali Kazma’nın minimal olmasına karşın abartılı bir ritüeli çağrıştıran videoları, Kutluğ Ataman’ın reankarne olmuş portrelerinin şaşırtıcı sıradanlığına dikey bir doğrultuda çalışıyor.
Genellikle karma sergilerde karşılaşılan, her işi metinsel bağlarla sımsıkı birbirine bağlama çabası yok bu sergide. Kavramsal şemanın bu tür dil oyunlarıyla kuvvetlendirilmeye çalışılmasına direnç gösterildiği belli. Görünürlüğün her geçen gün kendi altını oyduğu günümüzde çağdaş sanat ister istemez görünürlüğünü yitiriyor çünkü. Bu anlamda kavramsal çerçeve, tek tek işleri çevreleyen daha geniş bir çerçeveye işaret ediyor. Taktik olarak çalışan sanatın politikasının strateji olarak çalışan reel politikanın hegemonyasına nasıl girdiğinin göstergesi bu belki de. Şimdiden, kesin bir şey söylemek zor.
Cevdet Erek’in sergideki işleri, çağdaş sanatın minör politikası konusunda dikkat çekebilecek örnekler. Erek, sergide, kapıya yapıştırılan süslemeler, binaya eklenen fazladan bir sütun, güvercin kafesi gibi görünmez kılınmış yapı elemanlarıyla uğraşmış. Bauhaus’un işlevi gösterme çabasından sonra kaybolan işlevi işaret etmek ya da belirsiz bir uzaklıktan geriye çağırmak sanırım bir tür melonkoli. Baudrillard’ın çağdaş sanata ilişkin ironiden sonraki saptaması olan “melankoli” iki yüzlü bir kavram; üzerine daha çok düşünmeli.
Esra Ersen’in daha önce bienalde gördüğüm ilkokul önlükleriyle yapılmış işinin önünde daha uzun süre durdum bu sefer. Bu işin plastik olarak doyurucu, ancak yine de tam olarak aklıma yatmayan bir yönü var. Şahsen, ben, bu işi yapmak için Ersen’in nasıl izin aldı merak ettim doğrusu. Sanatçı, farklı toplumlarda okul çocuklarına -hepimizin bir zamanlarki üniforması olan- siyah önlük giydiriyor ve bunun yarattığı etkiyi araştırıyor. Toplumlar özellikle çocuklarla yapılan çalışmalar konusunda çok hassas. Böylesi tek tip kıyafet uygulamasıyla çocukların şehirde gezdirilmesi çok çeşitli yönlerden rahatsız edici olabilecekken hayata geçirilebilmiş. Buna sevinsem mi, üzülsem mi karar veremedim.
Antropoloji, Edebiyat ve Analiz
İnci Eviner’in “Harem”i üzerine ilk gördüğüm andan beri uzun uzadıya durmak istiyorum. Kadın, beden, gelenek, akıl, mimari, oryantalizm, erotizm, panoptikon... gibi uzayıp giden bir dizi kavramla bağı olan bir başyapıt bence bu çalışma. Ancak böylesi oylumlu bir analiz için yine vakti ve yeri değil sanırım.
Hafriyat’ın videosu, çağdaş sanatın en büyük dertlerinden biri olan antropolojik yönü güçlü bir çalışmanın nasıl sunulacağına ilişkin sıkıntılarla doluydu. Muzaffer Ertoran’ın Tophane Parkı’nda yer alan 1973’te yaptığı işçi heykelinin parça parça kayboluşuna ve bugünkü içler acısı haline dikkat çeken bir eylem Hafriyat’ın kalkıştığı. Kimsenin önemsemediği, tanımadığı, tanıtmadığı bir kültürel öğeyi tümüyle ortadan kaldırarak dikkat çekme girişimi. Aslında bu yönü sergi temasına en uygun iş kılıyor bu çalışmayı. Ne var ki, ne çalışma kendi derdini yeterince anlatabiliyor ne de buna dikkat çekecek şekilde göz önünde, üst katlarda bir bölümde, kendi başına kalmış Hafriyat’ın işi.
Kendi kendime 800 sözcüklük sınır koyduğum bu yazıların hacmini bir kez daha zorlayarak, son olarak Hale Tenger’in işi üzerinde durayım.
Tenger, karanlık bir odaya yaptığı yerleştirmesinde her yeri vantilatörlerle doldurmuş. Sağa sola dönerek odanın içinde garip hava akımı yaratan onlarca vantilatör yeterince tedirgin ediciyken, bir de projeksiyon ışığının duvar zemininde gezdirdiği yazı var: “Çıkardık mı su altındaki ölüyü/ Çıkarmadık su altındaki ölüyü”. Bir Edip Cansever hayranı olarak rüzgârın saklandığı bir oda bulmanın hazzı yeter de artardı bile. Edebiyatın çağdaş sanatta konakladığı bir an “gözlerim buğulanmış cam arkaları gibi” oldu.
Arter’in sergisi “görünmezlik” üzerine uğraşırken, çağdaş sanatın 2000 sonrasında içinden geçtiği dönüşüm ortamını özetler biçimde kurgulanmış. Bense, görünmeyen ama düşünülebilen bir sergiyi kurmakla, görünmeyen ancak düşünülebilen eleştiriyi kurmak arasında hissedilir bağlar olduğunu sanıyorum.