Söyleşi

Gökçer Tahincioğlu ile Kiraz Ağacı üzerine: Kendi devrimini yapmayan kimse, dünyada bir kibrit çöpünün bile yerini değiştiremiyor

"Herkes, yok sayıyor ancak yok saydığıyla kuruyordu yeniden yaşamını"

21 Kasım 2020 00:00

Unutmak... Hatırlamak... İnsanlığın hem en uzun soluklu dertlerinden hem de en sadık yol arkadaşlarından olsa gerek. İnsan hatırlayarak mı devam edebilir yürümeye yoksa unutarak mı? Belki unutmadan yaşayamaz. Peki unuttuğunda neleri yitirmiş olur? Hem bireysel hem toplumsal yaşanmışlıklara, biriktirilenlere tanıklıklara, yaşamın kendisine dair sonu gelmeyecek ve kesinlik kazanamayacak sorular, önermeler, olasılıklar...

T24 Ankara Temsilcisi Gökçer Tahincioğlu, Mühür'ün ardından yine İletişim Yayınları arasında çıkan ikinci romanı Kiraz Ağacı'nda bu soruların, bu ihtimallerin peşinden gidiyor. Ülke tarihin en ağır yaşanmışlıklarından birisi olan F Tipi cezaevlerine karşı başlayan ölüm oruçları ve "Hayata Dönüş operasyonu" sürecinde yaşananların ardından Korsakoff sendromlu iki insanın, Hivda ve Deniz'in hafızalarını, geçmişlerini hatırlama mücadelesini okuyoruz satır satır roman boyunca. Romandaki karakterler yalnızca yaşadıkları ile değil, iç konuşmaları ile de okuru kendisiyle hesaplaşmaya davet ediyor. "Ben hatırladığımda senin anıların da yaşıyor oluyor" derken Hivda, bireysel bir anıya sahip çıkmaktan daha fazlasına işaret ediyor belki de, en naif hâliyle.

"İnsan yazarken, yolculuğa kendisinden başlar" diyen Tahincioğlu, uzun yıllar boyunca toplumsal konulara, hak ihlallerine dair haber peşinde koşarken yaşadığı tanıklıkların da yüküne işaret ediyor. Ve ekliyor: "Unutmak ve hatırlamak... Bu iki kavramın hayatımdaki yeri yüzüme çarptığında, yürümeye karar verdim."

"Herkesin dönebileceği birisi olmalıydı mutlaka" derken yazar belki de dönebilmenin mutlaka hatırlamaya dair de olduğunu görmemizi istiyordu.

Kiraz Ağacı'nın öyküsünü Tahincioğlu'ndan dinleyelim...

"Unutmak ve hatırlamak... Bu iki kavramın hayatımdaki yeri yüzüme çarptığında, yürümeye karar verdim"

- "Bir hakkın olsa, tam şu yaşında tek bir hakkın, unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçerdin?" sorusuyla başlıyor roman. Ben şöyle soracağım: İnsan tamamen unutabilir mi? Unutmak ve hatırlamak… Bu iki kavram tam olarak ne ifade ediyor senin için?

Unutmak ister ancak unutamaz. Bir müddet sonra unutmak istedikleri en çok anımsadığına, durmadan karşısına dikilen bir kâbusa dönüşür. Ve anımsamak istediklerini de istediği biçimiyle anımsayamaz. İnsan yok sayar galiba. Unutmadığını fark eder ve hatırlama aralıklarının artmasını diler. Hatırlama aralıklarının artması, hayatını sürdürmesini sağlar ancak yok saymakla unutabilmek arasında derin bir uçurum var.

Yapılan bilimsel çalışmalar bir yana felsefik olarak da genetik kodlarına işlenenler dışında yaşananları hatırlayabilmek ve hayal kurmak insanı ayırt eden özellikler. Ve bir yandan da ölümlülüğünü, günahlarını, hatalarını, kayıplarını bu sayede fark ettiği için insanlığın en büyük travması bu özellikler. Ve insan yazarken, yolculuğa kendisinden başlar.

Benim için de romanın yolculuğu, bu kavramlar üzerine düşünürken, unutmak isterken, bir yandan hatırlamak isterken düştüğüm çukurdan çıkmaya çalışırken başladı. Geride bırakmanın, toplumsal olarak da bilip, konuşmadan, acısını, sevincini yaşamadan, bedel ödemeden unutmak istediklerimizden kurtulabilmek de hatırlamak istediklerimizi istediğimiz duyguyla hatırlayabilmek de mümkün değil bana kalırsa. Benim için bilimsel çalışmalardan, bellek çalışmalarından ziyade, yazıya aktarabileceğim bu boyutu önemliydi. Bu iki kavramın hayatımdaki yeri yüzüme çarptığında, yürümeye karar verdim.

"Sakin bir dille, hiç bilmeyenlerin neler olduğunu bilmesi bir zorunluluğa dönüşmüştü"

- Bu kitabı neden yazdın? Neden ölüm oruçlarını, F tipine karşı direnişte diri diri yakılanları, hafızalarını yitirenleri anlattın? Gökçer Tahincioğlu'nu içsel dünyasında bu romanı yazmaya iten şey, ihtiyaç neydi? Toplumsal bellek açısından nereye düştüğünü sormuyorum. Orası yeterince açık bence. Senin için… Neden başka örnekler değil de bu?

Toplumsal bellek ve yüzleşme kısmını, bunun edebiyata yansıtılması derdini bir yana bırakarak yanıt vereyim o zaman. Ama önce şunu belirtmem gerekiyor. Henüz genç bir muhabirken, 96 ölüm orucu eylemlerine, Ulucanlar Katliamı'na, Burdur Cezaevi'nde yaşananlara tanıklık ettim. 2000'deki F tipi cezaevlerinin açılmasını engellemek için yapılan ölüm orucu eylemlerinde ise günlerim, gecelerim mahkûm yakınlarıyla, cezaevinden çıkanlarla, ölüm orucu ve açlık grevi eylemlerine katılanlarla geçti. Ve "Hayata Dönüş" adı verilen, asıl adı "Tufan" olan operasyonda aslında neler yapıldığını, ilk haberleştiren isimlerden biriydim. Ve sonrasında Korsakoff ile tanıştım. Korsakofflular'la, onlara bakanlarla. O insanların ne yaşadığının anlatılması gerekiyordu. Kutsallar oluşturmadan, yüceltmeden, yalın ve sakin bir dille, hiç bilmeyenlerin, hiç görmeyenlerin neler olduğunu bilmesi bir zorunluluğa dönüşmüştü.

Özellikle tanıştığım, birbirlerini hatırlamayan eşlerin durumunu anlatmakta, haberin, o günkü ortamın ne kadar yetersiz kaldığını, bu insanların neler yaşadığının, nelere maruz kaldığının anlatılması gerektiğini düşünmüştüm henüz o yıllarda. Benim için sarsıcıydı. İki yönüyle sarsıcıydı, bir yönüyle bu insanlar birilerine yanlış ya da doğru gelse de inanmış ve mücadele etmişlerdi. Benim kişisel olarak benimsemediğim ancak akıl almaz bulduğum bir iradeyle o mücadeleyi sürdürmüşlerdi. Ancak zorla müdahale, operasyon adı altında öldürmeye yönelik yapılan eylemler, her biri korkunçtu. Ve sonrasında yaşadıkları bütünüyle unutmak, birbirlerini, gençliklerini, her şeyi unutmak daha da korkunçtu. Yakınları için de korkunçtu. Unutmak ve hatırlamak üzerine düşünürken, bütünüyle unutmaya karşı verilen mücadele doğal olarak aklımdaydı ve hepsi bir hikâyenin içerisinde buluştu.

"Herkes, yok sayıyor ancak yok saydığıyla kuruyordu yeniden yaşamını"

- Hivda'nın kitaptaki ilk sözü şu: "Hatırlamak kendin olabilmek demek. Herkes eksik parçasını arıyor, öyle değil mi? Yaralandığı yerden yaşamını yeniden kuruyor." Unutmayı zorlayanlar, unutmayı seçenler belki de yaşamını yeniden, tam da yaralandığı yerden kurmamak için yapıyordur bunu. Ne dersin? Buna kötü diyebilmeli miyiz? Belkıs da tam aksini istiyordu çünkü: "Unutmak ve yaşayabilmek istiyordu. Unutma arzusu yaşamak içindi."

Neden kötü diyelim. Bir yaşama çabası bu. Ama böyle mi gerçekten? Bana kalırsa, yanıtını da aradığım soru da buydu, bunu yapmak, yapabilmek mümkün mü? Unutmaya çalışırken, aslında yok saydıklarının, yaşamının devamında belirleyici olmamasını sağlamak mümkün mü? Ben roman öncesi yaptığım görüşmelerde mümkün olmadığını gördüm. Herkes, yok sayıyor ancak yok saydığıyla kuruyordu yeniden yaşamını. Dilinde, yok saydığı vardı. Davranışları yok saydığıyla belirleniyordu. Unutmak ve geride bırakmak ama nasıl? Bu soruyu yanıtlamak gerekiyordu.

"Aynı şeyi görüyor, farklı kelimelerle anlatıyoruz"

- "Dünya bir benzerlikten ibaret…" cümlesi ile sıkça karşılaşıyoruz romanda. Tarif edilen nasıl bir benzerlik?

Babil yıkıldığında insanlar aynı dili konuşmayı bırakır mite göre. O zamana kadar, aynı dili konuşup, aynı kelimelerden aynı şeyi anlayan insanlar, birbirini anlamaz oldu. Dil, insanı insan yapan ve belirleyen araç. Ancak dünyanın bir başka yerinde, anlamadığımız dilde yazılan bir hayal kırıklığını, birebir aynı duyguyla hissediyoruz hâlâ. Acıyı anlıyoruz, gülümsüyoruz benzer şakalara. Doğal olarak insanın zulmü de benzer birbirine.

Dünyanın her yanındaki zulümleri, acıları tanıyoruz, biliyoruz, anlıyoruz. Bunu yapan insanlar da birbirinin aynısı. İnsana dair düşüklük, değersizlik, zalimlik, çıkarcılık her yerde aynı… Ve yaşanılanlar da… Ve bir de buna karşı değer oluşturmaya, anlam biriktirmeye, benzeşmemeye çalışan insanlar var. Edebiyat, tüm bu halleri yeniden ve bıkmadan anlatma çabası aslında. Aynı şeyi görüyor, farklı kelimelerle anlatıyoruz. Dünyanın benzerlikten ibaret olması hem milliyetçiliğin beslenme noktası olan "farklıyız" tezine, dünyaya hiyerarşik bakanlara karşı bir söylem oluşturma gayreti hem de dünyanın ve insanın eninde sonunda aynı olduğunu anlatabilme çabası… İnsan zaaflarına yenik, her an yenilen bir varlık ve bana kalırsa benzerlikten kurtulabilmenin tek yolu fark etmekle yetinmeyip, harekete geçmek.

- Hivda gözaltı aracında gidiş anı şöyle anlatılıyor: "İnsanlar yaşadıklarından habersiz, uğruna bunca acı çektiği aşıklar, çocuklar, kendinden bihaber, akşam haberlerde izleyeceklerdi belki bir teröristin daha tutuklandığını 'sizin için' demek istiyordu, 'kimsenin canını yakmadım,' demek istiyordu, 'anlasanıza' demek istiyordu." Bu çok sahici, bir yanıyla çok hüzünlü ve çaresizce geliyor bana. Kendi inandığı dünyada, bahsettiği tüm o insanlar için, daha güzel bir dünya için ölümü önüne katarak kendince mücadele etmek… Ama bazen de kimse görmüyor, kimse duymuyor, değişmiyor… Bunun üzerine yeterince düşünülüyor mu sence? "İnsanlar için…" motivasyonu gerçekte tam olarak nereye düşüyor?

Bence tam söylenildiği biçimi gerçeği yansıtıyor, en azından çok önemli bir bölümü için. Başkalarının derdini dert edinip, hiçbir iktidar çabası olmaksızın mücadele etmek, anlamak, sesini duymak bencillikten bütünüyle uzak... Bunun üzerine yeterince düşünülse veya anlaşılsa bu durum, dünya farklı bir yer olurdu sanırım. Ama yine de anlatmak, vazgeçmemek gerekiyor. Yöntemler tartışılabilir. Ancak başkalarının canını yakmadan, başkalarının canı için verilen mücadelelerin ardında başka bir amaç aramak, var olan iktidarını sürdürme gayretinde olanlara ait bir çaba gibi geliyor bana.

"Olanı kurgunun içinde anlatırken, başınızın üzerinde sallanan bir gerçek var"

- Bu tip hikâyeleri kurgu olarak yazmak büyük risk barındırıyor diye düşünürüm. "Örgüt" dışarıdan anlaşılmaz pek. Yanlış, abartılı ya da eksik bilinir. Romandaki anlatı ise çok sahici. Bu nasıl oldu? Tanıklığın oldu mu? İnsanlarla görüştün mü?

İki açıdan riskli. Birincisi bir biçimde bunu bilen, tanıyan insanlar için, hatta o yapıları bilen tanıyan değil sadece, cezaevini bilen tanıyan insanlar için eksik kalması kaçınılmaz olan bir anlatı kuruyorsunuz. İkincisi, olanı kurgunun içinde anlatırken, başınızın üzerinde sallanan bir gerçek var. O gerçekten ne kadar besleneceğiniz elbette size kalmış ama sonuç olarak beslenme biçiminiz birilerini ya rahatsız ediyor ya mutlu ediyor. Ben daha serinkanlı bir yerden bakmaya çalıştım. Romanın da kısa bir bölümünde buna değinip, gündelik hayata odaklanmayı amaçladım. Türkiye'de, filmler, kitaplarda genellikle bu tip yapıların içinde bulunmuş insanlar, sonrasında sonsuz bir yalnızlığın içinde gibi gösteriliyor. Benim gerçekten en çok beslendiğim kısım bu oldu sanırım. Bu insanların yanında olanlara, ailelerine, arkadaşlarına, çevrelerine büyük bir haksızlık bu… İki adım mesafelenip, buraya bakmaya gayret ettim. Ve elbette, yıllara yayılan, görüşmeler yaptım. Sonrasında ise unutmak - hatırlamak girdabında yazılan bir hikâyeye dönüştü biriktirdiklerim.

"'Yeryüzü aşkın yüzü olunca elbette yakınımızdakiler de mutlu olacak' diyerek geçip gidemiyoruz"

- Füsun, benim romandaki en önemsediğim karakterlerden birisi. Sevdikleri tarafından yalnız bırakılmış. Hivda'ya, ablasına sitemi var. Hivda tüm insanlık için daha iyi bir dünya kurma hayalinin peşinde koşarken aslında kendisine en ihtiyacı olanı, en yakınındakini bırakmıştı. Hayata adadığı şefkatini kardeşinden esirgemişti. Füsun, Ali ve Hivda ile yüzleşirken "Gittin abla, babam gitti, sen gittin. Ali, sen de gittin. Biliyorsun yapayalnız olduğumu…" diyor. İnsanca bir yaşam hayalini en başta kendimizden kurmalıyız. Kendi hayatımızda, en yakın çevremizde diye düşünüyorum. Aksi ne kadar anlamlı bilmiyorum. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?

Kendimden yola çıkabilirim bu konuda. Kendimde fark ettiğim eksiklerden… Biliyorum ki uzun bir zamandır, kendi devrimini yapmayan kimse, dünyada bir kibrit çöpünün bile yerini değiştiremiyor. Hayat akıyor, değişiyor elbette. Ancak bir tekrarı yaşadığını fark edebilir baktığında insan. Ve bir tarihe kadar bunun farkında değilse de sonrasında olabilir ve yine kendiyle meşgul olabilir. Geç kalmış da değiliz. Ve "yeryüzü aşkın yüzü olunca elbette yakınımızdakiler de mutlu olacak" diyerek geçip gidemiyoruz. Eksikliğimiz bizi kuruyor ve karşımıza dikiliyor. Yapmadıklarımız, ihmal ettiklerimiz... Bu yüzden kendinle yüzleşme gerekiyor, hakikat gerekiyor. O hakikatin içinde sadece biz yokuz, bize ihtiyacı olanlar var, sadece güzel iki cümle duymak isteyenler var, savrulup gidenler var. Kendimizin ve bunun farkına varmak, bu yolculuğun ilk aşaması. Yoksa bırakın dünyayı, bakışlarımızı bile değiştirmemiz mümkün değil.

"Hatırladıklarım nedeniyle Kiraz Ağacı..."

- Toplumcu gerçekçi bir anlatıyı özellikle tercih ediyorsun. İleride seni başka türlü anlatılarla da okuyabilecek miyiz?

80 öncesi toplumcu - gerçekçi denilen türle ayırt ediyorum biraz yazdıklarımı ama yine de gerçekle bağı olan hikâyeler yazdım. İçe dönüklükten de biraz uzak kalmaya çalıştım. Ancak "dünya bir benzerlikten ibaret" diyerek, sayfalarca bunun altını çizdikten sonra, sürekli kendini tekrar etmek de doğru olmaz sanırım. Bu yüzden, belki bundan sonraki ilk kitapta, belki sonrasında kendi açımdan sürekli yeni olanın peşinde koşmak istiyorum.

- Son olarak, neden Kiraz Ağacı?

Hatırladıklarım nedeniyle Kiraz Ağacı. Yıllar öncesinde, unutmanın peşinde çok koştuğum zamanlarda, unutmuş ve hatırlamak isteyen biriyle bir kiraz ağacının gölgesinde yaptığım kısa sohbeti hiç unutmadığım için kiraz ağacı…