30 Ekim 2013 04:06
Bu hareket uluslararası düzeyde, insan hakları, adalet,
özgürlük ve halkların refahı adına sorumluluk hisseden
herkes açısından bir destek ve dayanışma sebebi ve fırsatı olmalıdır.
Noam Chomsky’nin Taksim Gezi Parkı Direnişi
hakkında dünya kamuoyuna okuduğu video mesajından alıntıdır.
Deniz Yenihayat
2013 yazını törenlerle açan Gezi Direnişi, sürecin sonucu ne olacaksa olsun, şimdiden Türkiye ve dünya siyasi tarihine geçmiş bir olay. Hükümetin ve başbakanın uydurduğu Dış Mihraklar, Faiz Lobisi, Ergenekon, Yahudi Lobisi gibi komik nedenlerle değil belki ama, gerçekten uzun bir sinir birikimi sonucu bir anda ortaya çıktı. Başbakan ve partisi iktidara geldiği ilk günden beri ve en çok da son birkaç yılda, farklı uygulama ve açıklamalarla halkın farklı kesimlerinin kelimenin tam anlamıyla damarına bastı. Farklı görüşteki insanlar ilk kez tepkilerini birleştirebilecekleri ortak bir baskı hissetti. Ülkenin büyük bir kesimi, bu iktidara duydukları ve biriktirdikleri tepkilerine bir de doğa ve kamusal alan katliamını da ekleyip sokaklara döküldü.
Haftalarca kentlerde direnen halk, bir yandan da aslında hayatlarımıza ve günlük yaşantımıza sürekli müdahale eden başka bir güce daha karşı durdu. Liberal ve kapitalist ekonominin hakim olmaya başladığı Türkiye’de ve aslında dünyanın genelinde özellikle gençler, üzerlerindeki bu sistem baskısına tepki göstermeye başladılar. Varolan ekonomik sistemden ve bu sistemin dayattığı yaşam tarzından duydukları derin rahatsızlık gençleri alternatif bir sisteme özlem içinde bıraktı. Bazı noktalarda da bu alternatifler baş göstermeye başladı. Bunlardan biri de Gezi’de kendiliğinden ortaya çıkan, kısa süreli yaşanan, paylaşıma ve adil dolaşıma dayanan alternatif bir ekonomik sistemdi.
Hani Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük hayali Neo-Osmanlıcılık var ya, onlar bu yolda ilerlerken kendilerine yardımcı olarak Batı tarzı bir liberal ekonomi pratiğini seçtiler. Ama ecdadlarından aldıkları zihniyet mirasına bakılırsa, bunu da sadece biçim olarak uygulamaya çalıştılar, hiçbir gelişimi ve değişen toplumsal ihtiyaçları önemsemediler. Neo-Osmanlı sultanı olarak Ortadoğu’yu ele geçirme gibi naif hayalleri olan bir adam, Osmanlı’nın gelişimindeki en önemli etken olan Potlaç’ın içi boşaltılmış hali olan neo-liberalizmi Batı’dan göz göre göre ithal etti. Ama anlaşılan o ki, işler Osmanlı’daki gibi yolunda gitmiyor. Batı’da zaten gün geçtikçe daha çok sayıda muhalif çeken bu ekonomik sistemler, Türkiye’de de kabul görmüyor. Buna duyulan tepkilerin en önemlisi tabii ki Gezi Direnişi. Üstelik parktaki gençlere atalarından miras kalan genetik bir bilgi yeniden açığa çıkıyor: Armağan’ın hası parka geliyor.
Önce Potlaç’la bir tanışalım. Potlaç erken dönem ilkel toplumlarda ortaya çıkmış, yeryüzünde binlerce yıl hüküm sürmüş, dünyanın ilk küresel ekonomik sistemi olan Armağan Kültürü’nün temel kavramlarından biri. Potlaç kavramı vermek, almak ve fazlasıyla iade etmek gibi bir süreçten oluşur. Sunulan şey, öncelikle ölü ataların ve tanrıların ruhunu taşımaktadır; zenginlik ve talih bu ‘şey’ler sayesinde dolaşıma girmektedir. Değiş-tokuşun altında yatan bu manevi anlam askeri, hukuki, ekonomik ve dini anlamda tanınmayı beraberinde getirir. Bu süreç esasen ekonomik olanı belirlemenin yanında toplumsal, politik, ahlaki ve kültürel olanı da belirler. Karşılıklı yükümlülük toplumlarında insanlar ve toplumlar, çıkarlarını gözetmek ve sürdürmek için savaşı değil de bu değiş-tokuş yöntemini benimsemişlerdir.
Armağan Kültürü’nün en önemli özelliklerinden biri, salt israfa dayalı sınırsız harcama alışkanlığı/adeti/yükümlülüğünün devrede olmasıdır. Birikim yasaktır ve mülkiyet kolektif bir anlama sahiptir. Bunun en yaygın uygulaması da şölenlerdir. Şölenler, ziyaretçileri türlü ikram ve güzellikleri kullanarak ‘gebe bırakmak’ üzerine kurgulanır. Güç ve prestij gösterileridir. Ziyaretçiler daha fazlası bir şölen düzenleyemedikleri sürece, şölen sahibine gebe kalırlar.
İlkel toplumlar, Armağan Kültürü ve potlaç ekonomisi hakkında araştırmalar yapan ve birçok önemli metnin yazarı olan Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın, Osmanlı ve Avrupalılar kitabında ilkel sosyo-ekonomik-politiği analiz ederken de belirttiği gibi; “İlkel toplumlarda harcamayan, biriktiren aşağılanmakta, hor görülmekte, cimrilikle suçlanmakta hatta toplum dışına itilebilmektedir.”
Potlaç yükümlülüğünü üzerine alan şefler ölü ruhları, ataları ve tanrıları temsil etmektedirler. Bu yüzden potlaç vermeyen, yani sınırsız tüketim yoluyla hem atalarına karşı “alan el” hem de kabilesine karşı “veren el” olmayan şef, ölü ruhları şereflendirmediği için ‘persona’sını yitirir ve simgesel anlamda ölür. Vermek üstünlüğü ilan eder, almak da bağımlı olmayı.
Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu ilk andan itibaren da bu sistem sayesinde üç kıtada hüküm sürmeye kadar varan bir başarıya nail olmuştur. Osmanlı daima ‘veren el’ olmuş, lütfederek genişlemiştir. Osmanlı, fetih politikasına sahip bir devlettir. Alabildiğine genişlemesinin altında yatan yüzeysel sebep budur, o dönemdeki tek evrensel kültür olan potlaç. Osmanlı (atalar ve tanrıların elçisi olarak) veren el konumundaydı. Oğuz Adanır “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında şöyle diyor: “Osmanlı fethettiği ülkelerin toplumlarına yaşamlarını bağışlama büyüklüğünü gösterdiği için sahip oldukları ne varsa aslında Osmanlı’ya geçmektedir.” Ayrıca fetihlerde kazanılan ganimetlerin bir kısmı, askere ve halka dağıtılmakta, geri kalanıysa aslında kolektiviteye ait olan devlet hazinesine aktarılmaktaydı. Hazinedeki bu para da sonuçta halk için ve kalkınma yolunda harcanmaktaydı. Tüm bunlar halkı gönüllü bir bağımlılık altına sokuyordu.
Osmanlı Devleti’nde 18.yüzyıl sonuna kadar en büyük servetler saray ve çevresindekilere aitti, onlar ‘veren el’di ve etrafta mülkiyetin m’si bile yoktu. Halkına hoşgörü ve refah vererek halkı kendisine bağımlı hale getirmişti. Ancak problem, saraydan çıkmayan padişahların, kolektif olana ait hazineyi kendi çıkar ve keyifleri için kullanma cüretini göstermesiyle başladı. Ganimetler halka ve askerlere dağıtılmıyor, buna bağlı olarak da imparatorluğun genel motivasyonu yitiyordu. Osmanlı saray eşrafı gününü gün ediyor, devletin bekasını ve yarınları düşünmüyordu. (Bu, ilkel potlaç kültüründeki sonuna kadar tüketme güdüsünün ayyuka çıkmış, şuursuz halidir.)
Bir yandan da Avrupa’nın (potlaç geleneğini ve metafiziği terk edip) aydınlanmasıyla Osmanlı da cazibesini yitirmeye başlamıştı. Avrupa’nın rasyonel bir düşünce sistemini baz alarak kısa zamanda büyük bir medeni gelişim göstermesiyle Osmanlı’nın 3 kıtadaki hükmünü ayakta tutan en büyük yapıştırıcı gücü, yani potlaçın kapsayıcı etkisi yeryüzünde demode olmaya başlamıştı. Bu durumu tersine çevirmek ve yine üstün konuma gelmiş bir devlet olmak için Batı’ya yetişmeye çalışmış, ancak Batı’da ortaya çıkan zihniyeti bir türlü özümseyememiş, aydınlanma çabaları yüzeysel ve içi boş kalmıştı. Sonuç olarak yüzyıllarca sürdürülen Armağan Ekonomisi’nin artık işe yaramaz ve geçersiz bir sistem olduğunu fark edene kadar Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerini seküler bir yola girmeye karar veren Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Böylece Batı’nın kültürel ve ekonomik sistemine entegre olmaya çalışan ülkemiz, zaman içinde global trendlere de uyumlanarak neo-liberal bir ekonomi pratiğini uygulamaya sokmuştur.
Genel olarak bakıldığında yeryüzünde hakim olmuş ekonomik sistem ve zihniyetler kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilir:
Kapitalizm öncesi zihniyet (Armağan Kültürü/Potlaç)
İlk kapitalistlere özgü zihniyet
Sanayileşmiş kapitalizme özgü zihniyet (devamında da Neo-liberal kültür-içi boşaltılmış bir potlaç)
“Baudrillard’ın tanımladığı simülasyon evreninde kapitalizm, bir “vermek-almak-çoğuyla iade etmek” sistemi olan Armağan Kültürü’nü tersine çevirmiş, kapitalist burjuvaziye özgü zihniyet yalnızca verdiğini çoğuyla geri alan bir düzen yaratmıştır.”
Binlerce yıl yeryüzünde hüküm sürmüş olan Armağan Kültürü ve potlaç anlayışı, metafizik ve rasyonelin ayrışmadığı zamanlardan sonra uzun bir süre yeryüzünde görünmez olmuştur. Aydınlanma sonrası kapitalist ve liberal ekonomiler ise güçlenmeye başladıkça potlaç kültürünün ‘artık değeri tüketme’ üzerine kurulu biçimini kopyalamış ancak diğer tüm manevi içeriğini ve ‘eşyanın ruhu’nu saf dışı bırakarak bunu tüketim kültürüne adapte etmiştir. Şimdiyse dünyalılar bu zalim sisteme direnirken, örneğin Gezi Parkı Direnişi’nde park sınırları içinde potlaçın ‘ari’ biçimi kendiliğinden ortaya çıkmış, ancak bu kez farklı ve günün koşullarına uygun biçimde dönüşmüş bir halde pratiğe geçmiştir.
Dünyanın gerçeklik algısı en çok manipüle edilmiş olan tüm halkları, fiziken ve ruhen insanoğlu için en uygun ekonomik sistemi bulabilmek için ellerinden geldiği kadarını yapmaya çalışıyor. Onlar, onlarca yıldır her şeyi tüketen bir kültüre sahip. Şimdi bu sistemi sorgulamaya çalışıyorlar ve adaletsiz ekonomik dağılım, sosyal haklar ve insancıl bir toplum yaşamı için dünyanın dört bir yanında, özellikle Occupy hareketini de kapsayan çeşitli örgütlü/örgütsüz protestolar düzenleniyor. Son birkaç yıldır bu hareketlere Avrupa’daki ekonomik kriz mağduru halklar da eklenince tablo daha da netleşmeye başlıyor. Evet, dünya insanları zalim bir ekonomik sisteme karşı direniş gösteriyor. Gezi de temelinde buna dayanan ve diğer sosyal sorunlar tarafından da kışkırtılan çok insani bir haykırış, yeter’in ilamı. Üstelik Gezi’nin dünyanın geri kalanındaki benzer direnişlerden bir farkı da alternatif bir sistemin kendiliğinden pratiğe dökülmüş olması.
Gezi’de olan şey, kapitalist sistem tarafından içi boşaltılarak tedavüle sunulan potlaç’ın içinin zamana uygun biçimde yeniden doldurulmasıydı. Yeni Armağan Kültürü’nü yaratmaya çabalayan gençler, bunu içgüdüsel olarak dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkarırken, bu sistemin ilkel dönemlerinde var olan ‘veren el-alan el’ kavramlarını eritmeyi seçtiler. Aidiyet, mülkiyet ve sorumluluk tüm topluluğa ait olmalıdır! Yalnız bunu komünizm ile karıştırmamak da çok önemli. Yeni dünyanın konformist ve egoist insanları bir araya gelirler evet, paylaşırlar, bölüşürler, direnirler, birlikte her şeyi yapabilirler; ancak kimsenin 68’lilerin komün fantezilerini, hippi klişelerini hortlatmak gibi bir niyeti yok. Bireysel yaşamlar ve haklar her zamankinden çok önemli ve herkes en insani ve konforlu biçimde yaşamayı talep ediyor. Zira yeryüzündeki kaynaklar, artık değerler ve tüketim metaları, bu talebi fazlasıyla karşılayacak büyüklükte. Önemli olan rant ve sermaye birikimi üzerine kurulu ekonomik sistemin kökten değiştirilmesinin yolunu açabilmek.
Oğuz Adanır, potlaç kavramının özünü ve derinliğini şöyle açıklıyor:
“Değiş-tokuş ettikleri şeyler yalnızca mal ve zenginlikler, mobilya ve binalar, ekonomik açıdan yararlı olan şeyler değildir. Bunlar her şeyden önce nezaket kuralları, şölenler, ritler, askeri hizmetler, kadınlar, çocuklar, danslar, bayramlar, panayırlardır. Pazar bunlardan sadece biridir.”
Bu paragraf hepimize çok yakın zamanda yaşadığımız bir deneyimi hatırlatmadı mı? Evet, Gezi’de, polisin ve müdahalelerin olmadığı zamanlarda, insanlar karınlarını doyurabiliyor, çocuklarının eğitimini sağlayabiliyor, birlikte eğlenebiliyor, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve tüm bunlar için tek kuruş harcamıyordu. Çünkü herkes sahip olduğunu paylaşıyor, ekonomik metanın ve kültürel enstrümanların dolaşımı adil bir biçimde sağlanıyordu. Böylece dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan yepyeni bir ekonomik sistem arayışı, kendiliğinden hayata geçmiş denemelerinden birini Türkiye’de gerçekleştirmiş oldu.
Tüm bunların yanında Gezi’den sonraki dönemde korku eşiğinin aşılmasının da etkisiyle artık toplum gündelik refahlarını tehdit eden her duruma karşı daha tepkisel davranmaya ve protesto yeteneğini geri kazanmaya başladı. Artık haklarının çok daha farkında, hukuksuzluklara ve kentsel rantlara boyun eğmeyen, eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerini yaratıcı yöntemlerle ifade eden insanların dönemine giriş yaptık, ki bu bence hükümetin sözde demokratikleşme paketinin bir tarafını yırtsa da başaramayacağı bir şeyi hayata geçirdi; gerçek demokratik sistemlere özgü ifade hürriyeti kendine toplumumuzda yer açmaya başladı. Buna da alışacaklar, şu an hakim ekonomik ve siyasi sistemler ve onun geçici oyuncusu olan karakterler meşruiyetlerini sarsan bu duruma direniyor ve can havliyle şiddete başvuruyor. İfade özgürlüğü, örgütlenme hürriyeti ve muhalefet hakkını köreltecek yasalar çıkarmaya çalışıyor, sivil toplum örgütlerinin çalışmasını engelleyen yaptırımlar uyguluyor. Ancak bilinmeyen şu ki, ülkemizde vuku bulan bu direniş, aslında tüm gezegende yaygınlaşmaya başlayan en insani taleplerin sadece bir parçası. Bu, kendini bilmez bir siyasi güruhun bölgesel olarak geçiştirebileceği ve söndürebileceği bir ateş değil. İnsanlar, dünyanın farklı halkları artık zenginliğin paylaşılması, kaynakların adil kullanımı ve kendilerine layık bir yaşam biçiminin mümkün olduğu konusunda hemfikir ve bunun derhal hayata geçirilmesini beklemese bile, rahatsızlıklarını ve homurtularını hakim güçlere duyuruyor. Kapitalizm ve neo-liberalizm belki de tarihinin en tehlikeli zamanlarını yaşıyor. Dünya içten içe yepyeni bir sistemin hayalini kurmaya başladı, şimdi de bunu nasıl gerçekleştirebileceğini düşünme safhasına geçiyor.
Kaynak ve Referanslar:
Occupy / İşgal Et, Noam Chomsky, Agora Yayınları
Osmanlı ve Ötekiler, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
Osmanlı ve Avrupalılar, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yayınları
Sosyoloji ve Antropoloji, Marcel Mauss, Doğu Batı Yayınları
Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları
© Tüm hakları saklıdır.