Oğulcan Bakiler
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Medya ve İletişim Böl. Öğrn.
Geçen Pazar günü Radikal İki’de ‘Gezi’ üzerine iki ayrı yazı okudum. İlki BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün baş sayfadaki makalesi ("Gezi’den Sonra"), öbürü Umut Özkırımlı’nın yazdığıydı ("Akademi ve 'Gezi-fobi").
Kürkçü’nün yerinde olsam, yazının başlığını “Gezi’den Sonra” değil "Gezi’den Önce" koyardım, zira böylesi –Marx’tan alıntılarla beraber- yazıyı daha şen gösterse bile... Öte yandan Kürkçü’nün bu başlığı BDP’yi ‘Gezi’de görememekten şikayet eden kesimlere yönelik koyduğunu göz önüne alıyorum ve bu açıdan bakıldığında mesela, “adayların talepler ve özgürlükler listeleri de hareketin repertuarı içinden derlendikçe, özerk yerel yönetimlerin değeri daha çok görünürlük kazanacaktır” şeklindeki, düzenlenen “forum”lara ilişkin sözleri çok açıklayıcı oluyor. Bu sözler yerini bulmuş… Zira konuşmaya çok yatkın kimselerle karşı karşıya kalmışa benzer; bence siyasetin altını oyan yanlış bir ‘dil’e sabırla bir şeyler anlatıyor. ‘Gezi’nin başındaki mizahın yaptığının aynısını yapmaya çalışıyor.
Şimdiye dek Kürkçü’nünki gibi bir kıyaslamayla (öncesi ve sonrası) karşılaşmamıştım. Bugüne kadar üstü örtülen bir konu “özerk yerel yönetimler”. “Forum”la yan yana getiriyor.
Bu hususta Kürkçü söyleyeceğini söylemiş ancak (özerk yerel yönetim ve “forum”ları) bir de ‘Gezi’ye sormak lazım. “30 yıl sonra biz sizi anladık!” nevinden bir içerikle geçiştirilebilecek bir konu hiç değil. (Umut Özkırımlı LGBT yürüyüşüne katılan Anti-kapitalist Müslümanlardan alıyor, Bağdat Caddesi’nde ‘Diren Lice’ diye bağıran ‘Beyaz Türklere’ getiriyor vs, vs,). Bence “forum”larda geçen bu içeriğe dönük, “taktiksel” ifadeler Jean Baudrillard’ın bahsettiği gibi, siyaseti hayaletler dünyasına dönüştürmeye yetiyor. (Neden Her Şey Hala Yok Olup Gitmedi?, J. Baudrillard, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011)
Slavoj Zizek Agora Yayınları’ndan çıkan “Dünyadaki İsyanların Anlamı” başlıklı broşürde, ‘Gezi’nin tüm dünyadaki sistem karşıtı eylemlerin parçası haline gelmesi gerektiği vurgusunu yaptıktan sonra, ‘Gezi’ hakkında aklımıza takılan her soruya şimdilik cevaplar hazırken, devam eden siyasal süreçte “nasıl cevap verebileceğimizi” bulacağımızı söyler. Ardından bunu şöyle açar: Evet, eylemin başında uğrunda çaba harcanan fikirler vardır ama bunların eylem esnasında taktiksel anlamda (özünün) değil, esastan yeniden tarif edilmesi söz konusudur. Ve ancak bu üst-belirlenmenin karmaşıklığını dikkate alan ‘dil’, asıl ‘dil’ olabilir. Zizek ‘Gezi’ye dair önceden bir soru soruyor: “Bu mücadeleye bağlanmamız ya da bağlanmamamız diğer mücadeleleri nasıl etkileyecektir?”
Ben Kürkçü’nün Marx’tan alıntıladığı sözünü bugün olması gerektiği gibi soruya çevireceğim: “İçerik, lafı çoktan aştı (mı?)”
Ve elbette, laf derken kastedilen nedir?..
Marx bugün yaşasa
Ertuğrul Kürkçü’nün yazısının başında Marx’tan alıntıladığı kısım:
“19. yüzyılın toplumsal devrimi şiirini geçmişten değil ancak gelecekten alabilir. Kendisini geçmişin tüm boş inançlarından sıyırmaksızın kendisiyle işe başlayamaz. Önceki devrimler kendi içeriklerini örtmek için geçmişin anılarına sarılıyorlardı. 19. yüzyılın devrimi kendi içeriğine varmak için ölülerin ölülerini gömmesine yol vermelidir. Orada laf içeriği aşıyordu–buradaysa içerik lafı aşıyor.”
"Modern" dünyada eleştirinin işi, içeriği oluşturduğunu düşündüğümüz hayaletlerle mi? Yoksa lafın kastettiği şekliyle, bu hayaletlerin kanlı canlı bedenleriyle mi? Baudrillard’a dönelim: “Ortadan kaybolmayı yeniden nihai bir boyut olarak kabul etmek yerine içkin bir boyut görünümü kazandırmak hatta bana göre yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirmek gerekir”.
Bu sözler modern dünyada içerik lafı aşsa da aşmasa da lafı heba edemeyiz ve laf gözden kaçırılarak, içerik için iç çekmek (mesela, "Marx bugün yaşasa!") boşuna demektir. Baudrillard şöyle der: “Gerçek ortadan kaybolabildiği ölçüde bir olay olma özelliğine, hayati bir öneme sahip olabiliyordu”. Veya, “Sorun her şeyin ortadan kaybolduğu bir yerde geriye nelerin kalmış olduğudur”.
Radikal gazetesi yazarı Koray Çalışkan’ın katıldığı bir forumda yaşadıklarına bakın (“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganına karşı niye asker oluyormuşuz, demişti- ki bu söylenecek sözlerin daha başıdır).
Koray Çalışkan’ı siyasetteki hayaletler mi (Marx’ın hayaleti!) dövmekten beter etti? Hayır, bütün güncelliğiyle karşımızda duran “laf”la oldu bu iş.
O halde Kürkçü yazısını gönül isterdi ki (iç çeken bir biçimde “varoşlardan yükselen bir halk egemenliği”yle değil de) suskunluğa bir çağrıyla bitirsin. (Ramazan gününde çok manidar olabilirdi, Mevlana’dan şiirler koyulabilir).
Ne olmuşsa olmuş deyip geçemeyiz… Bu baştaki mizah unsurunu yitirmesiyle alakalı. Kürkçü’nün ele aldığı “BDP niye yoktu” şikâyeti de, Koray Çalışkan’a gösterilen tepkiler de böylece enteresanlaşıyor… Sanki yeni bir ‘dil’den konuşuyormuş gibi… Halbuki bu bildiğimiz ironizm. “Hıristiyanlığın antikite tanrılarını şeytana dönüştürmesi”. İçeriğe, lafın kastetmesi. İçerik, laf derken -anlamak çok basit olmalı- arada siyaset alanı sıkışıp kalmış.
Bir yazımda bunu şiirsel bir ifadeye benzetmiştim. Buna göre içerik, şiir ifadelerinde sihirli bir şey oluveriyor-birden anlam kazanarak. Bu sayede şiir “laf” olarak öne çıkıp, siyaseti örten marazlı bir alt-düzenlemeye dönüşüyor.
Martin Heidegger de “Dil insanın evidir” derken arada sıkışıp kalan siyasete bakışımızı çeviriyor. Ev, dostlarımız ve ailemizle bir arada olduğumuz, istemediğimiz kişilere kapısını kapattığımız yerdir. Biri kalkıp bize ait evin içeriği hakkında konuşursa, (Sokrates gibi deriz ki) biz içeriğe yönelik siyasi bir tercihte bulunmuş değiliz… Sadece ‘laf’lar arasındaki yorum farkı bu. (“Biri dine inanmak isterse inanır ama bunun sonucu sadece onu ilgilendirir, içeriği sadece ona özgüdür”)
Sokrates’in Savunması’ndan öğrendiğimize göre, içinde dostlarına ve kendine iyi şeylerde yol gösteren bir cinin olduğunu söyleyen Sokrates’e, Yunanlılar dine karşı olma suçlamasıyla geldiler. Savunduğu yukarıdakilere benzer şeylerdi. Dinin (Kierkegaard’a göre, tam da siyaset alanı demektir) bütün Yunanlılar için bir ‘fobi’ haline geldiğini söylüyordu. Buna en son bakacağız.
Devamla, Kürşat Bumin’in kaleme aldığı bir yazısında, ‘Gezi’nin mizahını doğru bulduğunu söyledikten sonra “ülkemizde mizah ve ironinin karıştırıldığı”, tespiti kanıtlanmış durumda. Bumin (Sponville gibi) ironiyi yaralayıcı, mizahı tedavi edici buluyor ve ekliyor: “Gezi’ye kadar (…) mizah ezici çoğunluğuyla ‘kendini içine dahil etmeden’ hep başkasına gülmedi mi, kendini ‘ciddiye’ almadı mı?”
Hepimiz için 'Gezi-fobi'
Hülasa ‘Gezi’nin başarısı trajik bir başarıdır ve Etyen Mahcupyan’ın Zaman’da bir yazısında işlediği gibi, hayırlı yeniliklere kapı açmayacağına ben de katılıyorum.
Ülkemizde yaşanan “dil devrimi” bunun için açıklayıcı olabilir. Geoffrey Lewis “trajik başarı” deyimini kullanır. (Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, G. Lewis, Paradigma, 2007, İstanbul)
Lewis, dil devrimini bizim ironi tanımımıza uygun olarak açıklar. Buna göre yeni bir ‘dil’le konuşacaktık. Bunun için işbirliği etmemiz isteniyordu. Başkalarıyla alay eden ve asla kendine dönüp bakmadan, hızla yorum çılgınlığına düşen bir dildi bu. Ciddi konuşmayı çok seviyordu; gazeteler, kitaplar, bilimden nasibini almamış “bilimsel tezler” arka arkaya geldi. Alaycı yanıyla, başka dillerin Türkçeden geldiğini iddia eden enteresan şeyler söyledi (“felsefe” kelimesi Türkçeydi mesela). Bununla kalmadı ve tedavi edilmesi gereken ‘dil’i yaralamayı sürdürdü.
Lewis, dil devrimi için trajik başarı deyimini kullanırken, başarısını reddedemeyeceğini söyler ve fakat trajedinin ilkin, gelecek kuşaklar için fayda sağlayan, öncü bir niteliğinin olmaması-hatta giderek tehlikeli siyasi bir hal alışı, diğer yandan önemli edebiyatçıların dillerini de bununla kaybetmemizden geldiğini sözlerine ekler. Yani Lewis bu edebiyatçılardan konuşamayan –ya da yalnızca kendi edebiyatçılarından konuşan- güncel, capcanlı bir ‘dil’in tehlikesini gösteriyor. Hakkı var.
Tam burada diğer yazının başlığına bakalım: "Gezi-fobi". 'Gezi' doğrusu bir 'fobi'ye neden olmuştur. Ama yazarın anlattığı türden bir ‘fobi’ değildir bu. O bazı akademisyenlerin (Yeni Şafak’tan Atilla Yayla ve Star’dan Cemil Koçak) gazetedeki yazılarına yersiz eleştiriler getirerek bunu yapıyordu ve şiddet dolu "ironi" dilini devam ettirerek, tüm yıkıcılığıyla romantizmi tercih ettiğini söyleyip yazıyı bitiriyordu.
Ben ise bu 'fobi'nin hepimize yansıdığını düşünüyorum. Hepimiz için yepyeni ‘fobi’ler… Güldürürken ağlatan bir süreç oldu bence 'Gezi'.