22 Nisan 2022 09:43
Güncelleme: 23 Nisan 2022 11:12
T24 Haber Merkezi
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin (AK Bakanlar Komitesi), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle Türkiye için yaptırım prosedürünü başlatmasına yol açan Gezi davasında karar aşamasına gelindi. Bugün yapılan duruşmada, 1634 gündür cezaevinde tutulan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı ve iş insanı Osman Kavala’nın da aralarında bulunduğu 9 sanık, esas hakkındaki mütalaaya karşı savunmalarını yaptı. Duruşması 25 Nisan Pazartesi günü saat 10.00'a ertelendi.
4 Mart’ta esas hakkında mütalaasını sunan savcı, Kavala ve Mücella Yapıcı hakkında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep etti.Mütalaada, Çiğdem Mater, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi hakkında ise darbeye teşebbüs suçunu “yardım eden sıfatıyla” işledikleri gerekçesiyle 20 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Mütalaada ayrıca yurt dışında bulunan sanıklar Henri Barkey, Pınar Öğün, Can Dündar, Gökçe Yılmaz, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, Mehmet Ali Alabora, Yiğit Aksakoğlu ve İnanç Ekmekçi hakkındaki dosyanın ayrılması talep ediliyor.
Karar duruşması izleyici sayısının çokluğu nedeniyle duruşma 27. Ağır Ceza Mahkemesinin salonunda görüldü.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamalarının ardından duruşmaya katılmayacağını belirten Osman Kavala duruşmaya yine Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla katılıyor.
Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekci ve sanık avukatları duruşma salonunda hazır bulunuyor.
Yargılananlardan Hakan Altınay esas hakkındaki savunmasında, "İddia makamının esas hakkında mütalaasını okudum, dehşet içinde kaldım. İddia makamının görüşü, verilen birçok yargı kararını ve en temel gerçekleri tekrar tekrar görmezden geliyor. İddia makamı bana ve eylemlerine dair suçlamalarımı mütalaanın 55-56 sayfasında 600 kelimede ifade etmiş. İddia makamı benim Açık Toplum'da danışma kurulu ve yönetim kurulu başkanlığı, Anadolu Kültür'de yönetim kurulunda olduğumu söylüyor. Her ikisinde de değilim." dedi.
Altınay şunları kaydetti:
Yıllardır farklı farklı heyetler 'suç bulamadık' diyor. İki kurumda görevde değilim, imza yetkim yok, ama hala bu iddialar dile getiriliyor. İnsanın aklını yitirmesi işten değil. Sayın hakim nasıl yol alacağız? Hakikati nasıl tespit edeceğiz?
İkinci konu ise telefon tapeleri. İstanbul emniyetinin zehirli ağacın zehirli meyvesinin zehrini nasıl etkisiz hale getireceğini çözdüğünü kabul etmemiz gerekiyor. Peki başka birinin gelip "Zehirli ağacın zehirli meyvesinden çok güzel reçel yaptık” demesinin yolunu açmanın sorumluluğuna hazır mısınız?
Benim telefonlarımı dinleten savcı ve yargıçlar FETÖ'den yargılandı ve ceza aldı. Bu dinlemeleri yapanlar FETÖ üyesi olabileceğinden bu delillere muvafakat etmiyorum.
Kimi suça teşvik ettim, hangi suç aletini savundu? Kimse tek delil olmadan böyle bir suçlama yapamaz. Buna izin vermek, itiraz etmemek Türk milletine hakarettir. İddia makamı çevrilmiş araba resimleri koymuş.
Ben mi çevirdim arabaları, çevirin mi dedim? Çevirenlerden biri "Hakan Altınay çevir dedi" mi dedi? Ceza davasına dair konu olabilecek tek bir delil gösterilemiyor. Yazıklar olsun. Sadece beraatımı talep etmiyorum, kallavi bir özür bekliyorum."
Mücella Yapıcı, "Arkadaşlarım ve Gezi'ye katılan milyonlarca yurttaştan biri olarak bir şeyler söyleyeceğim. Niyetinizi ve korkularınızı biliyor ve bu beyhude çabaları reddediyorum. Çünkü bizler Gezi'yi yaşadık ve biliyoruz. Gezi direnişi bu ülke tarihinin en demokratik, yaratıcı, eşitlikçi ve en kapsayıcı barışçıl kitlesel hareketidir. Birlikte konuşup karar vermenin, yaşamın her türlüsüne sahip çıkmanın duvar yazısı olmuştur. Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan itirazın adıdır Gezi." dedi.
Yapıcı şu ifadeleri kullandı:
"Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan itirazın adıdır Gezi.
Hayali senaryolara dayanan suçlamalar, terör, darbe, dış güçlerin oyunu gibi asılsız ithamlar ve tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş yargısal zorlamalar Gezi Direnişi’nin tarihsel gerçekliğini değiştiremez.
Zira bu iddianameler ve ithamlar bir zümrenin eseriyken, o gerçekliğin şahidi milyonlardır. Gezi Direnişi’ni suçla, terörle, darbeyle, kalkışmayla anılan bir eyleme dönüştürme çabası hiçbir delile, tanıklığa ya da başkaca bir somut gerçekliğe dayanmıyor.
Sadece temelsiz bir yorumdan ibaret. Siz de biliyorsunuz çünkü dersini gördüğünüz hukukun kabul edebileceği tek bir delil, ispat bulamadınız, yaratamadınız da.
Gezi Direnişi’nin demokratik hak ve ifade özgürlüğü çerçevesinde son derece meşru ve anayasal bir zeminde gerçekleştiği hakikatın ta kendisi. Tüm bu gerçekliğe karşı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Türk Ceza Kanunu’nun “Anayasal Düzene Karşı Suçlar” bölümünde yer alan TCK 312 inci maddesi uyarınca cezalandırılmamızı istiyor. İddia makamı bu suçlamaya ilişkin hukuksal bir dayanak, suça ilişkin bir delil bulunması ya da “illiyet bağı kurulması” gibi ceza yargılamasının asgari gerekliliklerden kendini muaf tutuyor.
İddia makamı, yurttaşların haklarından değil sadece yükümlülüklerinden söz edilmesini istiyor. O hakları yok sayıp yükümlülüklerin de çerçevesini kendisi çiziyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası’nın da; İstanbul’un kent merkezinde kalan son müşterek, kamusal, yeşil ve afet sonrası toplanma alanının AVM’leştirilmesine ilişkin söz söyleme görevi vardır.
Yok saydığınız, suç saydığınız bu görev; Anayasa’da yer alan yürütme ifadesinin bütünlüğü ilkesidir. Ben ve arkadaşlarımın haklarını kullanması ve Anayasal görevlerini yerine getirmesi TCK'nin 312. maddesi uyarınca “hükümete karşı suç” olarak nitelenemez!
Gezi’yi büyüten ve kitleselleştiren Taksim Dayanışması veya bireysel katılımcıların sosyal medyadan yaptığı destek çağrıları değil, toplumsal gerilimi artıran polis şiddeti ve dönemin hükümetinin bu gerilimi yatıştırmaktan uzak açıklamalarıydı.
Objektif olarak olaylar incelenirse, sürecin son derece spontane, anlık ve kendiliğinden evrildiği açıktır. Bunca belirsizlik ve bilinmezlik içinde, bırakın öncesinden planlamayı, toplumun anlık reaksiyonunu ne ön görmek ne de organize etmek mümkün olabilirdi.
Bu nedenle, bir kez daha burada Gezi direnişini karalamak için oluşturulan zorlama senaryoya karşı yaşananları ve Taksim Dayanışması’nı tekrar anlatma zorunluluğunu hissediyoruz.
Taksim Dayanışması meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler ve siyasi partilerin askıya çıkan plana karşı oluşturduğu hiyerarşisi olmayan bir yapı. Gezi Direnişi sırasında sesini duyurmak isteyenlerin hislerine tercüman oldu ve sözlerini kamuoyu ile paylaştı.
Taksim Dayanışması bir araya geldikten sonra imar planlarına ilişkin dava açma hazırlığı sürdürdü, basın açıklamaları, imza kampanyaları, insan zinciri gibi anayasal demokratik hakların kullanımı niteliğinde çalışmalar yaptı.
Bu kısa süre içerisinde Gezi Parkı’nda bir araya gelen her dil, din, ırk ve dünya görüşünden insan barışçıl bir şekilde parkı korumak üzere nöbete devam ettiler.
Polis şiddeti ardından ülkenin 80 ilinde protestolar gerçekleştirildi ve insanlar vicdanlarına sığmayan bu şiddet karşısında, hükümet tarafından yapılan açıklamaların da tetiklemesi ile kitlesel bir itiraz yükselttiler.
"Taksim Dayanışması bu süreçte tüm yetkililere yurttaşların talep ve beklentilerini iletmek ve kamu idaresine yükümlülüklerini hatırlatmak üzere diyalog kurmaya çabaladı.
Gezi Direnişi süresince Taksim Dayanışması aracılığı ile defalarca dile getirilen hükümete yönelik talepleri yineleyelim:
1- Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır ve Topçu Kışlası projesinin iptal edildiği açıklanmalıdır.
2- Halkın demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu emri uygulatan, yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan sorumlular, başta İstanbul Valisi, Emniyet Genel Müdürü olmak üzere derhal istifa etmelidir.
3- Gaz bombası kullanılması yasaklanmalıdır.
4- Haksız yere gözaltına alınan vatandaşlar serbest bırakılmalıdır.
5-Taksim başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarında, kamusal alanlarda toplantı, eylem yasaklarına son verilmelidir."
Bu talepler son derece konuya özgü, barışçıl ve makul olup Türkiye Cumhuriyeti merkezi hükümeti ve yerel yetkililerinin rahatlıkla kabul ederek olaylara son verebileceği basitlikteydi.
İstanbul Valisinden Büyükşehir Belediye Başkanına, Başbakan Yardımcısından, Başbakana ve Cumhurbaşkanına kadar tüm yetkililere bu talepler iletilirken; demokratik kamuoyu yaratmak amacıyla kararlı, ısrarlı ama her zaman barışçıl etkinliklere çağrı yapıldı.
Tekrarlıyoruz; Taksim Dayanışması, bileşenleri, talepleri, basın açıklamaları, etkinlikleri belli, bilinen, aleni, meşru, yasal ve demokratik bir yurttaş ve kurum dayanışmasıdır.
Dayanışmamızın bileşenleri anayasal hak ve ödevlerini yerine getirir. Etkinliklerimiz ve çağrılarımız bütünüyle yasal, meşru ve barışçıldır.
Taksim Dayanışması tarafından alınan kararların hiçbiri kapalı kapılar ardında alınmadı, alınmaz da.
Gezi süresince hiçbir şekilde fon kullanılmadı; hiçbirimizin kursağından beş kuruş fon geçmedi. Gezi Direnişi fon ile para ile açıklanamaz; Gezi süresince tüm ihtiyaçlar imece usulü karşılandı. Emekliler evden yoğurt kapları içerisinde börekler getirdi, ucuzluk marketlerinden öğrenci harçlıklarıyla alınmış meyve suları servis edildi.
Gezi’de toplumun huzuru o kadar gözetilmişti ki yapılan halka açık forumlarda yüksek ses çıkmaması için alkış yerine el sallanıyordu, düzenli olarak çöpler Gezi’deki yurttaşlar tarafından toplanıyordu.
Bu kadar benzemezin, farklı dünya görüşünün ve çoğulcu talebin bir araya gelmesini sağlayan Taksim Dayanışması veya bu üç kişi değil; siyasal iktidardır.
Orantısız güç kullanımı provokasyonun ta kendisiydi. O provokatif müdahalelere kolluğu sevk ve idare eden tüm şeflerin, müdürlerinin Fethullahçı Çete mensubu olduğunu daha sonra hep birlikte öğrenmedik mi?
Tepkilerin sadece Taksim’de değil, tüm Türkiye’de büyümesinin nedeni anılan provokasyonun birinci elden sorumlusunun; polis şefleri, onları bu görevlere getirenler ve “emri ben verdim” diyenler olduğu açık.
Polis şiddetinin yaşamlarımızı nasıl kararttığını unutmadık. Onlarca arkadaşımızın gözlerini kaybetmesinin, binlercesinin yaralanmasının, bunun ardından faillerin ve azmettiricilerin cezasız bırakılmasının böylesi bir hukuk tanımazlıktan beslendiğine şahit olduk.
Biz, amansızca bu ölümlere ve yaralanmalara neden olanların adil bir şekilde yargılandığı günleri de göreceğiz.
Gezi’nin emekten yana, yoksuldan yana, doğadan yana, ezilmişten yana, ötekileştirilenden yana, kadından yana, barıştan yana her direnişin içinde yer alacağı, direnen herkesin dilinden düşürmeyeceği bir şarkı olduğunu unutturmak istediğinizin farkındayız.
Ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alan Gezi Direnişi’ni, bu ülkenin geleceğine sahip çıkan demokrasi ve özgürlük çığlığını karalama çabanız beyhude.
Bu ülkeye gelecek olan demokrasi, onca baskı ve şiddete rağmen kısamadığınız seslerin Gezi’deki yankısından güç alıyor.
Zeytinlerin, derelerin, doktorların, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, emeği ile geçinen yurttaşların, akademisyenlerin, kadın hareketinin, LGBTİ+'ların yanında direnmeye devam etmenin yolu, Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaktan geçiyor.
Gezi, bu ülkede toplumsal barışın en gözle görüldüğü, elle tutulduğu yerdi. Bu iddianame ve esas hakkında mütalaa akla, vicdana sığmıyor, adalet barındırmıyor, bilime dayanmıyor, insan olmanın gereklerine saygı duymuyor.
Gezi Parkı protestolarına katılan milyonlarca insan, yurttaşlık haklarını savunuyordu. Bu, her bir yurttaşın sorumluluğudur, biz sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz için yargılanıyoruz.
Savcının komplo teorisi ve ağır ceza tehditleri karşısında tekrar söylüyoruz: Biliyoruz ve inanıyoruz, biliyorum ve inanıyorum ki Gezi eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi için bu ülkenin sönmeyecek umududur.
Yargılananlardan Mine Özerden'in esas hakkındaki savunmasında, "Bizi burada sanık olmaya maruz bırakan süreç doğal değil. Savcı Edip Şahinerin mütalaasının beraat ettiğimiz iddianameden farkı var mı? Sonunda beraat ettiğimiz duruşmalarda açıkça tekrar tekrar ve teker teker çürüttüğümüz iddiaları özet olarak önümüze koyuyor mütalaa. Üstelik gizlisi saklısı olmayan, yasala aykırı olmayan olay ve olguları suç gibi gösteriyor." diye konuştu.
Özerden sözlerini şöyle sürdürdü:
"Gezi eylemleri, nedenselliği ve bizlerle hiç ilgisi olmayan şiddeti bizlerle ilişkilendirmeye çalışıyor. Birinci sınıf hukuk öğrencisi bile şaşkınlıkla izliyordur bunu.
Benim Geziyi fonlamak için aracı olduğum iddia ediliyor. Böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Yeterli param olsa gerekli kapsamlı gaz maskesi alır herkese dağıtırdım."
İnsanın sürekli kendini tekrarlamak zorunda bırakılması epey zor bir şey, ama içinde bulunduğumuz durum gereği buna mecburuz.
Özerden'in ardından söz alan Çiğdem Mater şu ifadeleri kullandı:
Beraat ettiğimiz yargılamadan 2 yıl sonra neredeyse aynı mütalaayla karşılaştık. Daha önce defalarca belirttim, dosyaya belgeleriyle sunduk ama savcılık ya belgeleri görmedi ya da kendi doğrusuna inanmaya devam etti.
Ben bir sinemacıyım. Bazı filmleri yapabilir, bazı filmlerse proje olarak kalır. Sinema pahalı bir sanattır, finansman bulamazsanız yapamazsınız. Savcılık film çalışmamızın Gezi parkı eylemlerinin başarıya ulaşmadığı gerekçesiyle yarım kaldığını iddia etmiş.
İddianamesinde film çektiğimizi söylemiş, sonra bundan bahsetmiş, filmi bulamamıştı. Bana hiç sormadı ama sorsaydı ona bizim sinemayı başarılı hikâyeleri değil tarihe tanık bırakmak için yaptığımızı söylerdim.
Bu mütalaa ve iddianameler 2013teki protestoların toplumsal hafızadaki algısını değiştirmeyecektir, Gezi orada duruyor. Hukuk eğitim almadım ama bu tuhaf yargılama nedeniyle mecbur olmadığım birçok şeyi öğrenmek zorunda kaldım.
Somut delil olmadan birinin suçlanamayacağı gibi. Bunun hukuk fakültesinin ilk yılında öğretildiğini sanıyordum. Bir filmle hükümetleri zor durumda bırakmak mümkün değil ama iktidarlar kendilerini zor durumda bırakabiliyor. Savcılık mütalaasında gezi protestolarını nasıl bir takvime oturttuğunu anlamadım. Suç oluştuğu tarihle suç olduğu eylemler arasında zamansal bir örtüşme yok. Garajistanbul'da bir toplantıya katıldığım iddia edilmiş.
O toplantıya katılmadım, o tarihte İzmir’deydim. Biletlerimle kanıtları dosyaya sundum ama savcı galibe görmemiş. Ofisimi revire çevirdiğimi söylemiş. Orası bir ev.
İddia makamı apartman sahanlığındaki suçlulara yardımcı olduğumu söylüyor. Bu suçlular kim? Fiziki takibi yapan polisler onları da biliyorlardır herhalde.
Dosyada önünüze konan tapeler Anayasa ile koruma altında olduğuna inandığım kişisel verilerim, karanlık bir dönemin bir kısmı tutuklu bir kısmı firari olan yetkilileri tarafından toplanmıştır. Kıymetlendirmeyi kabul etmiyorum.
Katılmadığım bir toplantı üzerinden savcılık makamı niyet okuyor, bununla kalmayıp suç yöneltiyor. Bir ülkenin hukuk sistemi vatandaşına bunu yapamaz. Siz bana bunu, bize bunu yapamazsınız.
Sizler hukuki ve ahlaki olarak bağlı olduğunuz ve savunmak zorunda olduğunuz Anayasaya aykırı davranamazsınız. Bir sinemacı olarak çok senaryo okudum ama bu kadar sonu şaşırtan bir metin okumadım.
Yargılananlardan Can Atalay, "Sayın yargıç bu bir yargılama faaliyeti değildir. Sizi heyetinizdeki yargıçları tanımam şahsi bir hususum yoktur, ama ağır cezada yargılanan biri olarak bunu demek zorundayım bu bir politik bir faaliyettir." değerlendirmesini yaptı.
Atalay şunları söyledi:
"Bu bir yargılama faaliyeti değildir. Bu politik bir temaşa. Siz, Recep Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda mahkum ettirmeye yemin ettiği bir prosedürü izliyorsunuz.
Ceza Maddesi Kanunu'nun 1. maddesini ihlal ediyorsunuz. Duruşma sırasında mütalaa okunmadığı, iddianame bize ulaşmadığı halde önceki celse ‘size son kez süre veriyorum. Sırf Recep Tayyip Erdoğan istedi diye bize ceza vereceksiniz.
Bu mütalaa adına emperyalizm diyemeden bizi emperyalizmle işbirliği ile suçluyor. Otpor, Sırp bir şahsın ismi falan geçiyor.
Tüm iddia tek bir telefon konuşmasına bağlı. Avukatım ‘dinleyin ses kaydını’ dedi. Dinlemediniz. Edip Şahiner bunu diyebilir. O AKP taşra teşkilatında bir memur. O der ama siz diyemezsiniz"
Can Atalay ardından Mücella Yapıcı ve Tayfun Kahraman ile ortak açıklamalarını yineledi. Can Atalay şunları kaydetti:
"Bu dosyanın çok önemli belgeleri vardı. Savcı Nazmi Ardıç'ın raporunu aynen aldı ama Otpor iddiası çöktü. Savcı Edip bey bu kadar mı güveniyor bu belgeye?
Meşhur deliller vardı ne oldu onlar? Murat Papuç ne oldu. Bir anda tuz buz oldu, ne oldu Murat Papuç'un ifadeleri. El çabukluğuyla kayıp mı ettiniz?
Sanığız ama azıcık saygı. Bana saygı duymuyorsanız mesleğinize saygı duyun. Edip bey bana yanıt vermek zorunda değilsiniz ama kendinize yanıt verin. Türk Ceza Kanunu’nu muhterem ailenizin evinden getirmediniz. Bu kanuna uymak zorundasınız.
Edip bey dayandığı delilden neden vazgeçtiğini açıklamak zorunda. Esas hakkındaki mütalaa çok sayıda kişi ölmüştür diyor. Kaç kişi öldü? Edip Bey, rakam söyleyin.
Edip bey “Polis memuru öldü” diyor, nasıl öldüğünü neden yazmıyor. Polis AKP belediyeciliğinin çılgınlığına kurban gitti. Eğer bir gösterici buna neden olsaydı siz bunun üstünde tepinmez miydiniz?
Berkin Elvan ve Medeni Yıldırım ile ilgili iddialarınızdan dolayı sizi men ederiz!
(Nazım Hikmet'in şiirine atıfta bulunarak) Gezi direnişi neden bu kadar dehşetli tehlikelidir? Neden arka arkaya verilen beraat kararlarına karşı Fethullahçıların delilleri rafta duruyor?
Acaba Gezi ülke tarihimizin en demokratik, yaratıcı, eşitlikçi ve en kapsayıcı barışçıl kitlesel hareketi olduğu için dehşetli tehlikeli olmasın?"
Esas hakkındaki mütalaa beyaz adama itiraz eden siyah genç kadının yanına koymuyor, beyaz muktedirin yanına koyuyor. Esaslı bir yoksullukla karşı karşıyayız, esas olarak bunu konuşmalıyız.
Esas hakkındaki mütalaa boş boş konuşurken bizim konuşmalarımızdan sıkılmayın sayın başkan.
Kapitalizme karşı sosyalizm sayın başkan. Ancak çoğulcu ve demokratik bir ortamla bu karanlıktan çıkılabileceğine inanıyorum. Demokrasiyle hiçbir alakası olmayan ülkesini tiranlıkla yönetim bağımsızlıkçılık lafları edenleri, üst akıl falan diyip emperyalizmin adını koyamayanları ifşa etmekten yılmayız. Hep birlikte mücadele edeceğiz, hep birlikte kazanacağız. “Teslim olun” diyor mütalaa bize, asıl siz teslim olun.
Esas hakkındaki savunma sırası Tayfun Kahraman'da. Kahraman, Can Atalay ve Mücella Yapıcı ile ortak açıklamayı okudu.
Çizim: Murat Başol
Kahraman şu ifadeleri kullandı:
Aynı ciddiyetsizlikle ve tamamen yorum üzerine inşa edilmiş bir iddianame ve mütalaa ile karşı karşıyayız. Bu iddianame ve mütalaa Gezi'yi anlatmıyor Gezi antiemperyalisttir. Dış güçlerin oyunu diye açıklanamaz.
Bizler Taksim yayalaştırma projesi ve Topçu Kışlası’na karşı görevlerimiz kapsamında faaliyet gösterdik. Topluma anlatmaya başladık. Gördüğümüz şiddet üzere toplumun vicdanı harekete geçti.
İlk olarak davamızı açtık, ilk olarak yargıya güvendik. Ben, Mücella Yapıcı ve Can Atalay dava dilekçemizi birlikte yazıp idare mahkemesine verdik. Biz meslek odaları olarak katılımcı bir yönetim benimsenmediği için davalarla mücadele edebiliyoruz. Ama davalar da yardımcı olmadı. Hukuki olmadıkları, şehircilik ilkelerine aykırı olduğu mahkemelerce kesinleşmiş pek çok proje yerinde duruyor, önüne geçemedik.
İddianame ve mütalaa cevap bulamadığı soruların hiçbirine cevap vermiyor, iddiayı ifade edip geçiyor. Gezi, Taksim Dayanışması ile aynı şey değildir. Taksim Dayanışması da dur dediğinde durulan, git dediğinde gidilen bir muktedir hiç değildir.
Hiçbir fon kullanılmaması kararı vardır. Böyle bir fon kullanmış olsak meslek odalarımız hakkımızda soruşturma açardı. İddialar bunları görmezden gelse de Gezi temsil eksikliği hisseden vatandaşların yeri haline geldi.Dünyadaki hiçbir parayla bunu toplayamazsınız. Taksim Dayanışması sadece kitlelere tercüman olmuş, tüm hükümet görüşmelerinde bunu dile getirmiştir.
Kahraman, eylemler sürerken Taksim Dayanışması'nın dönemin başbakanı Erdoğan ile görüşmesinden sonra yapılan açıklamayı okudu ve "Bu açıklama nedeniyle Gezi Parkı'nda ve başka yerlerde bir sürü cinsiyetçi küfür işittim soğukkanlı açıklama yaptığım için" dedi.
Tayfun Kahraman, "Hükümet politikalarını protesto etmek hükümeti yıkmak değildir. Dayak yiyerek darbe olmaz, biz dayak yedik. Bugün de dayak yediğim için darbe yapmakla suçlanıyorum." dedi.
Kahraman şunları kaydetti:
"Hükümeti devirmek gibi bir eylem kesinlikle teşvik edilmemiştir, hükümete tepki gösteren halkın talepleri için tercümanlık yapılmıştır. Bu anayasal haktır.
Bizler tarafından gerçekleştirilmemiş olayların failleri de tespit edilemedi. Gezi Parkı'nda polislerin çadırları yakması ne kadar yanlışsa kamu malına verilen zarar da o kadar yanlıştır."
Mütalaada telefon tapelerinin bana ait olduğu belirtiliyor. Benim hiçbir zaman böyle bir beyanım olmadı. Bu tapelerde de hiçbir şekilde hukuka aykırı bir şey yoktur.
İddianamede ve mütalaada tüm sanıkların birlikte hareket ettiği söylense de sanıklar arasında bağlı bir hiyerarşik ilişki olduğunu söylemek mümkün değil.
Mütalaa, benim İstanbul'da görevde olduğum kamu kurumundan Gaziantep'e atanarak yaşadığım mağduriyetten hiç bahsetmiyor.
Karşımızda özensiz bir iddianame ve onun kadar özensiz, bilgisiz, delil sunmayan ve her olayı bir diğerine katan, bir sonuç belirleyip bu sonuca götürmeye çalışan bir mütalaa var. Bizi hayatımızla sınasanız da, hükümeti devirmek suçlamasıyla yargılansak da kent suçlarına karşı durmaya devam edeceğiz. Suçlamaların somut olmaması, tarafımızca şiddete teşvik olmaması, açıklamalarımızın soğukkanlı olması nedeniyle beraatımızı talep ediyorum."
Kahraman’ın ardından yargılananlardan Yiğit Ali Ekmekçi, "Mütalaada yargılanan diğer kişilerle yaptığım telefon görüşmelerinin sayısı yer almıştır. Savcılık bu bilgiyle Gezi eylemleriyle ilgili faaliyet yürüttüğümüzü düşünüyor ki bu mantığa aykırıdır. Savcılık MASAK raporlarına rağmen Anadolu Kültür AŞ'yi suçlamıştır. Faaliyetleri hala süren bir vakfı 'bölücü faaliyetler yürüten bir vakıf' olarak nitelemiştir. Savcılığın hayal mahsulu bütün suçlamaları reddediyorum, akla mantığa aykırı girişimlere son verilmesini talep ediyorum." diye konuştu.
Yiğit Ali Ekmekçi’nin ardından davada yargılanan ve 1634 gündür tutuklu bulunan iş insanı Osman Kavala savunmasına başladı.
Kavala, “Soyut gerekçelerle tutukluluğumun sürdürülmesi sebebiyle artık savunma yapmamaya karar vermiştim. Ancak davada karara gitmek yönünde bir irade olduğunu görüyorum. Alınacak karara etki edeceğini düşünmesem de kamuoyuna saygı gereği açıklamalar yapacağım” dedi.
Kavala şunları kaydetti:
Yaklaşık dört buçuk yıldır bana yöneltilmiş suçlamaların temelsiz olduğunu ortaya koymamıza, Gezi davasından beraat etmiş olmama, tutuklanmamın hak ihlali olduğuna dair AİHM kararına rağmen, Cumhurbaşkanı’nın ve bazı siyasetçilerin hakkımda suçlayıcı beyanlarına devam etmeleri ve sudan gerekçelerle tutukluluğumun sürdürülmesinden dolayı savunma yapmamın anlamsız hale geldiğine kanaat getirmiştim. Bu davanın bu celsede hükme bağlanmasına yönelik bir iradenin ortaya çıktığını gözlemlediğimden, alınacak kararı etkileyeceğini beklemesem de daha önce ifade etmiş olduğum bazı gerçekleri son bir kere daha vurgulamak ihtiyacı hissediyorum.
Bundan 28 ay önce AİHM, tutukluluğumda hukuki gerekçelerin değil siyasi faktörlerin rol oynadığı hükmüne varmıştı. Bu tarihten sonraki gelişmeler, tahliye, beraat, aynı gün daha önce tahliye edilmiş olduğum suçtan yeniden tutuklama ve sonra yeniden tahliye ve yeni bir suçtan tutuklama, dava dosyalarını ayırma, sonra birleştirip tekrar ayırma ve bunları gerçekleştirmek için yasaları keyfi biçimde kullanma, yargı sürecinde Cumhurbaşkanı ve diğer siyasilerin suçlayıcı demeçleri, bu davayı siyasi etki altında tamamen deformasyona uğramış bir yargı vakası, tutukluluğumun sürdürülmesini de kamu yetkisi kötüye kullanılarak gerçekleştirilen hürriyetten yoksun bırakma eylemi haline getirmiştir.
2017 Kasım ayında aynı anda iki suçtan, Gezi olaylarını yönetmek ve organize etmek ile 15 Temmuz darbe girişimine katılmaktan tutuklanmıştım. Anlaşılan, benim üzerimden bu iki olay ilişkilendirilmek isteniyordu. Tutuklanmamdan sonra, iddianamenin hazırlanmasını beklediğim iki yıllık süre içinde böyle bir ilişki kurmaya yarayacak hiçbir şey bulunamadığından suçlamalar ve dosyalar ayrıştırıldı ve daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanacak olan Emniyet mensuplarının, medyada çıkan bazı yazılara dayandırdıkları hayali kurgu temelinde, aynı ekibin yaptığı hukuksuz telefon dinlemeleri kullanılarak Gezi iddianamesi hazırlandı. Delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olmaları ve AİHM kararında da belirtildiği gibi, bu sözde delillerin herhangi bir yasadışı faaliyeti gösterir nitelikte olmamasından dolayı, Gezi davası beraatlerle sonuçlandı. Anlaşılan bu karar Cumhurbaşkanı’nın tepkisini çekince, tutukluluğumu devam ettirmek için, önce, re’sen tahliye edildiğim darbe girişimine katılma suçlamasıyla, sonra da aynı sözde deliller kullanılarak yasalara, yasalardaki tanımlara aykırı biçimde kurgulanan casusluk suçlamasıyla, tutuklandım. Her iki suçlamayı içeren komplo teorileriyle ve yanıltıcı beyanlarla doldurulmuş tuhaf bir iddianame hazırlandı.
Bu iddianameye göre ben uzun yıllar boyunca sanat kültür faaliyetleri kisvesi altında azınlıkları devlete karşı kışkırtmışım, bu faaliyetler aracılığıyla casusluk amacıyla toplumun sosyal, kültürel özellikleri ile ilgili önemli bilgiler temin etmişim. 15 Temmuz darbe girişimine de aktif olarak katılmışım, hukuka aykırı biçimde telefonlarımı dinleyip Gezi kalkışması kurgusunu hazırlayanlarla görüşmeler yapmışım. Darbeden sonra kurulacak hükümette yer alacak olanların koordinasyonu için de yurt dışı seyahatler gerçekleştirmişim. Bütün bu faaliyetlerde Henri Barkey ile sıkı bir işbirliği içinde çalışmışım, ancak çalışmalar çok profesyonelce yürütüldüğü için bu işbirliğini kanıtlayacak delil bulunamamış. Buna rağmen, Henri Barkey’in 10 Mart 2016 tarihinde Adana’ya gittiğinde benim aynı tarihte Fransa’da olmam gibi önemli bulgulara ulaşılmış.
Anlaşılan iddianameyi hazırlayan ne pahasına olursa olsun tutukluluğumu devam ettirmeyi amaçladığından, muhtemelen siyasi destek alacağını düşünerek, kendisini yasalarla kısıtlı hissetmemiş. Devlet kurumlarının işleyişi, nitelikleri, askeri ve siyasi bilgilerin temin edilmesi olarak bilinen casusluk suçunu toplumun sosyal ve kültürel özellikleri ile ilgili araştırma yapmayı kapsayacak şekilde genişletmiş, yani her türlü keyfi uygulama için kullanılabilecek bir suç türü icat etmiş. Önceki savunmalarımda, tutukluluğumu sürdürmek için yasalardaki tanımlara riayet edilmeden kurgulanan casusluk suçlamasının, Nazi Almanyası’nda ceza yasalarının içeriklerinden, varlık amaçlarından kopartılarak kullanılmasını akla getirdiğini ifade etmiştim.
Anladığımız kadarıyla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tutukluluğumun devam etmesine yönelik uygulamaları incelemesi için AİHM’e başvurma kararından sonra davanın hızla hükme bağlanmasına karar verildi. Kanıtsız ve mantıksız olarak birleştirilen davalar ayrıştırıldı. Mütalaada görüldüğü gibi, artık ihtiyaç kalmadığı için tutukluluğumu uzatmak için icat edilmiş suçların, ipe sapa gelmez iddiaların yer aldığı ikinci iddianamenin kullanım süresi sona ermiş oldu.
İkinci iddianame sadece benim tutukluluğumu sürdürmek için hazırlanmıştı. Gezi iddianamesi de beni hedef alıyor, ancak daha önemli bir işlevi de var: George Soros’un ve benim içine yerleştirildiğimiz kurgu kullanılarak Gezi protestoları kriminalize edilmeye, bunlara katılan yüzbinlerce yurttaşımızın iradeleri itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Gezi protestolarının Soros ve dış güçlerce hükümeti devirmek amaçlı bir kalkışma olarak planlandığı, iki yıl boyunca hazırlandıktan sonra sahneye konulduğu, benim bunun organizasyonunu gerçekleştirdiğim kurgusunun, daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanan KOM dairesi yöneticileri tarafından kaleme alınmış olduğunu iddianamenin ekindeki fezlekeden biliyoruz. İddianamedeki bir kalkışma olarak Gezi eylemlerini gerçekleştiren, yöneticisi olduğum gizli yapı kurgusu, Ergenekon iddianamesindeki birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların gizli bir örgüt olarak hükümeti devirmeye yönelik faaliyet gösterdiklerine dair kurguya oldukça benziyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında yargı kullanılarak kişilerin tasfiye edilmesi amaçlanmıştı. Bunları düzenleyenler, hükümet üyelerini ve siyasetçileri, kurulan komplolara karşı kendileri tarafından korunduklarına ikna ettiler. Böylece sağladıkları siyasi destekle hukuk kurallarına aykırı faaliyetlerde bulunma ayrıcalığına sahip oldular. KOM dairesince kaleme alınmış Gezi protestoları ile ilgili kurgunun da aynı amaca hizmet etmek için hazırlanmış olduğu aşikardır. Ancak, Gezi protestoları öncesinde ve protestolar sırasında sosyal medya paylaşımları, toplantılar, gösteriler, basın açıklamaları herkesin gözü önünde gerçekleştiğinden, o dönemde bu komplo teorisi ikna edici bulunmamıştı, hükümet de bu kurguyu kullanma ihtiyacı duymadı.
Bu teorinin o dönemde revaçta olmadığının en bariz göstergesi Başbakan’ın 12 ve 14 Haziran 2013 tarihlerinde aktivistlerle, protestolara katılan grupların sözcüleri ile görüşme yapmış olmasıdır. İddia edildiği gibi, Gezi olayları iki yıl boyunca sosyal medya üzerinden paylaşılan mesajlar, kışkırtıcı tiyatro eserleri aracılığıyla yapılan bir hazırlık sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bundan istihbarat teşkilatının haberi olurdu; herhalde Başbakan da kendisini devirme planına hizmet edenlerle görüşme yapmazdı. Kalkışmayı planladığı ve finanse ettiği iddia edilen George Soros’la iktidar çevresinden siyasetçilerin görüşmeleri de Gezi olaylarından sonra kesilmedi; Soros’un Kasım 2015 tarihinde ülkemize geldiğinde yetkililerle görüşme yaptığını biliyoruz.
Gezi protestolarının dış güçlerce sahneye konulmuş bir kalkışma olduğuna dair anlatı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetin resmi görüşü haline geldi. Yeni deliller, bilgiler ortaya çıktığı için değil; bu kurgu yeni dönemin siyasi ortamına, dış güçlerin saldırıları ekseninde kurulan siyasi söyleme uygun olduğu ve Gezi protestolarını kriminalize etmeye hizmet ettiği için. Günümüzde de bazı protestolar, gösteriler Gezi örneği verilerek darbecilik ile ilişkilendiriliyor. Gezi iddianamesi bu kurguya uygun olarak hazırlandı. İddianame ve tutuklanmam, bu kurguya destek olmak için kullanıldı.
Manidar olan, Gülenci yapılaşmanın hazırladığı kurgunun ve aynı ekipten kişilerin hukuka aykırı olarak temin ettikleri telefon dinlemelerinin, FETÖ üyeliğinden suçlanan yargı mensuplarının tasfiyesinden sonra kullanılmış olmasıdır. Balyoz ve Ergenekon davalarında sahtecilik, yasaları siyasi amaçlar için kötüye kullanma yöntemleri ortaya çıkarıldıktan sonra, yargının bundan gerekli dersleri çıkarması ve hukuk normlarına riayet etmede eskisinden çok daha duyarlı hale gelmesi beklenirdi. Gelişme aksi yönde oldu, suimisal emsal haline geldi, siyasi amaçlar için yargıyı araç olarak kullanma anlayışı ve adaleti yanıltma yöntemleri tahkim edilerek sürdürüldü.
Önünüzdeki mütalaa Gezi iddianamesindeki kurguya sadık kalmış. Gezi protestolarının kolluk güçlerince bastırılan bir kalkışma olduğu anlatısına uygun düşmeyen olaylar hazırlanan mütalaaya dâhil edilmemiş. Bu nedenle, Başbakan ile yapılan toplantılara, 14 Haziran toplantısından sonra Taksim Dayanışma Platformu’nun yaptığı, eylemlerin artık sadece Taksim Dayanışma’nın çadırında sürdürüleceği, diğer çadırların, flamaların ve bayrakların indirileceğine dair duyurusuna yer verilmemiş. Bu duyurudan sonra flama ve bayrakların indirildiğinden, barikatların temizlendiğinden de söz edilmemiş. Bu bilgiler Hükümetin tutuklanmamla ilgili 7 Mart 2019 tarihinde AİHM’e yolladığı Mütalaası’nda kullanılan, bir devlet kuruluşu olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 30 Ekim 2014 tarihli “Gezi Parkı Olayları Raporu”nda mevcut. Bu raporda ölümlere ve yaralanmalara yol açan kolluk güçlerinin müdahaleleri, biber gazı kullanımında görülen aşırılıklar ve kuralsızlıklar ayrıntılı biçimde anlatılmış:
Raporda “Kamuoyuna yansıyan birçok görüntüde, polisin, kaçan, işyerlerine sığınan, atılan gazlar nedeniyle rahatsızlanan göstericilere müdahaleye devam ettiği, başta biber gazı olmak üzere zor kullanma aralarının usulsüz kullanılması nedeniyle gösterilere barışçıl bir şekilde katılanların ve hatta gösterilerle ilgisi olmayan birçok insanın da yaralandığı” ifade edilmiş ve “Bu çerçevede, toplumsal olaylara karşı güç kullanımının, gösterilen cebir, şiddet, karşı koyma veya saldırının derecesine göre kademeli şekilde artan nispette ve orantılı olması ilkelerine riayet edilmeksizin gerçekleştirilen müdahaleler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi ile koruma altına alınan ‘işkence ve kötü̈ muamele yasağının’ ihlali olarak değerlendirilebilir.”
“Gezi Olaylarında kitlenin biber gazına ve diğer zor kullanma araçlarına yoğun olarak maruz kılınması kolluk güçlerine yönelik öfkeye yol açmış, bu da şiddet olaylarını tetiklediği gibi eylemlerin sürekliliğine neden olmuştur” değerlendirilmesi yapılmıştır.
Mütalaada Gezi protestoları sırasındaki ölümlere, “birçok vatandaşımız yaşamını yitirdi” şeklinde tek bir cümleyle yer verilmiş. Protestolarda birçok vatandaşımız yaralandı ancak birçok değil birkaç yurttaşımız hayatını kaybetti. Bu birkaç yurttaşımızın kim olduklarını belirtmeye ve hayatlarını nasıl kaybettiklerini anlatmaya gerek duyulmaması ölümleri sıradanlaştırıyor, adeta mala verilen zararın uzantısı haline getiriyor.
Mütalaada anlatılmayan acı gerçek; Ethem Sarısülük’ün gösteri sırasında polis kurşunuyla, Abdullah Cömert ve Berkin Elvan’nın başlarına isabet eden gaz fişekleriyle, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Serdar Kalakal ve İrfan Tuna’nın yoğun biber gazına maruz kalmalarının etkisiyle ve Ali İsmail Korkmaz’ın polis memurlarının da karıştığı fiziki saldırı sonucu hayatlarını kaybettikleridir.
Kalkışma teorisine halel gelmesin diye güvenlik güçlerinin orantısız ve kural dışı gaz kullanımını, bunların yol açtığı ölümleri ve ağır yaralanmaları görmezlikten gelen bir Gezi olayları anlatısı, insan haklarına ve sakıncalı görülen insanların hayatlarına değer vermeyen bir anlayışı yansıtmaktadır. 4,5 yıldır benim özgür yaşama hakkımın gasp edilmesine yol açan yargısal eylemlerin yansıttığı gibi.
Gezi Olayları, pek çok ulusal ve uluslararası akademik çalışmaya da konu olmuştu. Önemli dergiler ve saygın yayınevleri tarafından yayınlanmış derlemelerde yer alan 35 kadar makaleyi inceleyip Mahkeme’ye sunmuştuk.
Makalelerin paylaştığı temel gözlem, Gezi Olayları’nın plansız ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktığıdır.
Organizasyon biçimi açısından da bütün çalışmalarda vurgulanan nokta, eylemlerin, “yatay”, “bir merkeze bağlı olmayan”, “lidersiz” özellikte olmalarıdır.
Sonuç olarak, bugüne kadar yapılmış bilimsel nitelikli araştırma ve değerlendirmelerin hiçbirinde Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik önceden planlanmış ve yabancı güçlerin desteğiyle yürütülmüş olduklarına dair bir tez öne sürülmemiştir.
İçişleri Bakanlığı bilgilerine göre 80 ilde 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı, 164’üne kanunsuz hale dönüştüğü gerekçesiyle müdahale edildiği, 5500 eylem/etkinliğin bir merkezden organize edilen bir kalkışma olduğu teorisi, siyasi amaçlara hizmet eden, hukuki ve mantıki temelden yoksun bir iddiadır. Benim bu eylemleri planladığım, organize ettiğim, yönettiğim; Gezi Parkı’na bir masa, bir hoparlör, poğaça ve eczaneden alınan ağız maskeleri götürerek kalkışmanın maddi ihtiyaçlarını karşılamış olduğum; iki kişiyle birkaç telefon görüşmesi yaparak aralarında siyasi partilerin de bulunduğu 70’e yakın kuruluşun oluşturduğu Taksim Dayanışması Platformu’nu yönlendirmiş olduğum da saçmalık düzeyinde bir iddiadır.
İddianamede ne örgüt yöneticisi olduğumla ilgili ne de planlanmış bir kalkışmadan haberim olduğuna dair hiçbir bulgu ortaya konmadığından, bu iddialar aşırı derecede gerçeklikten kopuk ve mantığa aykırı olduklarından, mütalaada, üzerime suç yamayabilme amacıyla yeni tanımlara yer verilmiş.
Benim protestoculara akıl hocalığı yaptığım iddia ediliyor. 30 yıldır sivil toplum kuruluşlarında çalışmış, barışı, insan haklarını, demokrasiyi savunan girişimlerde yer almış birisi olarak görüşlerimi kamuoyu ile de, tanıdığım sivil toplum aktivistleri ve siyasetçilerle de paylaşırım. Bu kapsamda, iddianamede de belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri ile de bir toplantıya katıldım. Benim şiddet içeren, suç sayılan bir eylem biçimini önermem, insanları, kuruluşları buna teşvik etmem söz konusu olamaz. Zaten iddianamede de böyle bir bulgu mevcut değildir. Hukuksuz dinlemeler sonucu bana ait oldukları iddiasıyla iddianameye yerleştirilen sözlerden hiçbiri bu yönde bir niyeti yansıtmamaktadır.
İddianamede beni suçla ilişkilendiren, bu amaçla faaliyet gösteren bir örgüte destek verdiğimi gösteren herhangi bir bulgu ortaya konamadığından, başvurulan bir başka tanım da benim kalkışmanın “perde arkası organizatörü” olduğum. Ben Gezi Parkı’ndaki yapılaşma projesine açıkça karşı çıktım, bu projenin durdurulması için çaba gösterdim, kamuoyuna yönelik açıklamalara ve bu amaçla yapılan toplantılara katıldım. Çalışma ofisim Gezi Parkı’na bitişik konumda olduğu için çeşitli defalar orada bulunma ve birçoğu hiçbir örgütle ilişkisi olmayan gençleri gözlemleme fırsatı buldum. Barışçıl biçimde ve etik değerlere bağlı kalarak sürdürdükleri nöbeti, Gezi Parkı’na sahip çıkma duyarlılıklarını takdir ettim; kullanmaları için parka bir masa ve hoparlör götürdüm. Gezi Parkı’nda fidan ekme etkinliklerine de bizzat katıldım. Hiçbir faaliyetimi perde arkasına gizlemeye gerek duymadım. Hiçbir davranışım ve konuşmamda da gizli bir planı yürütmekte olduğuma dair bir işaret, bir ifade mevcut değildir.
Savunmamda da söylediğim gibi, hükümetlerin kamu yararına olmayan girişimlerinin engellenmesi için düzenlenen barışçıl protestoları, demokrasinin gereği, meşru sivil toplum faaliyetleri olarak görüyorum. Gezi Parkı, üzerinde taşınabilecek birkaç ağacın bulunduğu boş bir arsa değildir. Benim gibi bölgede yaşayan ya da çalışan binlerce İstanbullunun yararlandığı, önemli bir kamusal işlev gören, şehrimizin sosyal altyapısına katkı sağlayan çok değerli bir mekandır. Gezi Parkı’nın yok olmasına yol açacak olan yapılaşma projesi anti-demokratik biçimde dayatılan, kamu çıkarlarına aykırı bir girişimdi. Oldubittiye getirilerek parkın tahrip edilmesinin engellenmesi, İdari Mahkeme’nin bu projeyi iptal etmesi ve yapılaşmanın durdurulması kamu yararına olmuştur. Hükümetin Irak işgalini kolaylaştırmak için topraklarımızı ve limanlarımızı işgal güçlerinin kullanımına açma yönünde yasal düzenlemelerine karşı protestoların yapılması ve bu girişimin engellenmesi örneğinde olduğu gibi.
Gezi protestolarının George Soros tarafından finanse edilmiş olduğu iddiası, protestolara katılanların eylemlerini itibarsızlaştırmayı amaçlayan, kötü niyetle hazırlanmış bir kurgudur. Bunun gerçek olmadığını sadece protestolara katılan yurttaşlarımız değil, MASAK sorumluları, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür’ün hesap hareketlerini incelemiş olan denetimciler de gayet iyi bilmektedirler. Bu iddianın, araştırma sonucu ulaşılmış herhangi bir bulguya, delile değil, Soros’un Arap Baharı’nın arkasındaki yabancı odak olduğu algısına dayandırıldığı Gezi iddianamesinde açıkça belirtilmiştir.
İddianamenin başlangıcında, “Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkelerde görülen, Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerde”; “bu ülkelerde yaşanan halk ayaklanmalarında George Soros’un önemli bir aktör olduğu, bu devrim süreçlerine çok büyük finansal destek sağladığı”nın basına yansıdığı belirtilmiş. İddianamede; “bu süreçlerle Gezi kalkışması sürecinin birebir örtüşmesi” ve “sosyal medyada aynı slogan ve imgelerin kullanılmış olması”ndan dolayı, “George Soros’un, ayaklanmaların yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Gezi kalkışması sürecinde de etkin olduğunun anlaşıldığı” ifade edilmiş
Ben savunmamda Soros’un Gezi protestolarına kaynak aktarmış olduğuna dayanak olarak kullanılan bu iddiaların da gerçeğe de mantığa da ters düştüğünü, Mısır’da ve Tunus’ta sosyal hareketlerin Müslüman Kardeşler örgütü ve paralel çizgide örgütlerin liderliğinde gerçekleştirilmiş olduğunu belirtmiştim.
İddianamede anlatılanlar da bu kurguyla bağdaşmıyor. Benim Gezi protestolarını organize etmiş olduğuma deli olarak bir televizyon / internet yayını kurmak için çalışmalarda bulunduğum anlatılmış. İddianameye göre bu yayının işlevi Gezi kalkışmasını gündemde tutmak ve yeni kalkışmaların gündem olmasını sağlamak olacak. Bu girişime kaynak sağlamak için çeşitli kişi ve kuruluşlarla temasa geçtiğim, Soros ile de irtibat kurmayı planladığım iddia ediliyor. Kalkışma için bu kadar önemli bir işlevi olan yayın projesi, iki yıldır kalkışmayı planlamış ve finanse etmiş olduğu iddia edilen Soros tarafından acaba neden daha önce desteklenmemiş? Aynı soruyu gene benim aleyhime delil olarak kullanılan, gerçekleştirilmemiş Gezi ile ilgili film projesi için de, protestoculara maske ve malzeme temini için kaynak arayışında bulunduğum iddiası için de yöneltebiliriz.
Daha önceki beyanlarımda da ifade ettiğim gibi, benim, kurulduğundan beri yasalara uygun biçimde faaliyet göstermiş olan Açık Toplum Vakfı’nda, diğer yönetim kurulu üyelerinden farklı bir konumum, yetkim olmadı. George Soros’un Türkiye ziyaretlerinde bütün yönetim kurulu üyeleriyle yaptığı Vakfın çalışmalarının değerlendirildiği toplantılar dışında Soros’la özel bir irtibatım da olmadı.
Benim dışımda Açık Toplum Vakfı’nın hiçbir Yönetim Kurulu üyesinin ifadesine başvurulmamış olması, George Soros’un da suçlananlar arasında olmaması, Soros’un benim üzerimden Gezi protestolarını organize ettiği, kaynak aktardığı kurgusuna, bunu yazanların da inanmadığını göstermektedir.
Yargı sürecinin hiçbir aşamasında benim de savcılık tarafından sorgulanmamış olduğumu hatırlatmak isterim. Hükümeti devirmek için planlanıp sahneye konduğu iddia edilen Gezi olaylarında, 15 Temmuz darbe girişiminde, bu kadar önemli roller oynadığına inanılan birisinin sorgulanmaması, faaliyetleri, işbirliği yaptığı kişiler hakkında bilgi temin etmek için bir çabaya girilmemiş olması savcılık mesleğinin doğasına aykırıdır, ciddi bir görev ihmalidir. Ancak, iddianamede kullanılacak kurgu zaten önceden hazırlanmışsa, sorgulama yapılmamasının tercih edilmesi anlaşılır. Zira sorgulamada ortaya çıkacak bilgiler bu kurgu için komplikasyonlara neden olabilir.
Mütalaada Açık Toplum Enstitüsü ve bileşenlerinin amacının dünya üzerindeki farklı kültürleri yozlaştırarak kendilerinin kontrol altında tutabildikleri evrensel kültüre sahip topluluklar yetiştirmek olduğu, bu sayede avuçlarının içinde tuttukları kapital sistemi kendi çıkarları doğrultusunda devam ettirecek evrensel bir tüketim topluluğu oluşturabilecekleri ve bu amaçla fonladıkları sivil toplum örgütlerini kullandıkları yazılmış.
Bu değerlendirme bir araştırmayla desteklenmemiş, bilimselliği kabul edilen akademik bir çalışma da kaynak gösterilmemiş. Bu nedenle hukuki metinlerde kullanılabilecek bir açıklama niteliğine sahip değil, doğrudan yazanın inançlarını yansıtıyor. Oldukça küçük bir topluluğun dünya kapitalist sistemini kontrol ettiği, evrensel kültürü yayarak farklı kültürleri yozlaştırdığı, bu sayede dünya üzerinde bir hakimiyet sağladığı görüşü, bazı çevrelerde kullanılan, kozmopolit kültüre sahip olan Yahudilerin dünya üzerinde hakimiyet kurmak için gizli bir plan yürüttüklerine dair tezleri akla getiriyor. Bu ideolojik yargının Gezi protestolarıyla ilgili kullanılması, gerçekleri tahrif etmeye ve yaşanan olayların nesnel biçimde değerlendirilmesini engellemeye hizmet ediyor. Yediden yetmişe her sınıftan insanın; gençlerin, öğrencilerin yanı sıra sokakta çalışanların, ayakkabı boyayan çocukların, apartman görevlisi yoksul insanların ve ailelerinin, Suriyeli göçmenlerin, aşağılanmadan, rahatsız edilmeden ziyaret edecekleri, dinlenecekleri, sohbet edecekleri bir park mı, yoksa parası olmayanların giremeyeceği, yerli ve yabancı markaların pazarlandığı bir alışveriş merkezi mi insanları tüketim dürtüsünün kıskacına sokar?
Halka ait bir parkı korumak için mücadele etmek mi, yoksa burasını ortadan kaldırarak ticari projeler dayatmak mı, tüketim toplumu yaratmaya, sermayenin insan hayatı üzerinde egemenlik kurmasına hizmet eder?
Mütalaada, hukuk normlarına göre hazırlanmış, somut olayların dürüstçe yapılmış nesnel değerlendirilmesini değil, siyasi aktörlerin söylemlerini yansıtan Gezi olayları kurgusunun tekrarlandığını ve ilavi ideolojik saptamalarla tahkim edilmiş olduğunu görüyoruz.
Bu kurgu bir süreliğine adaleti yanıltmak için kullanışlı olabilir. Ancak bu durumun uzun sürmeyeceğine, kamuoyunun da bu kurguya ve burada bulunanların suçlu olduklarına ikna edilmesinin mümkün olmayacağına inanıyorum.
"Hayatımın dört buçuk yılını kaybettikten sonra teselli bulabileceğim şey, benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimali"
Hayatımın dört buçuk yılını kaybettikten sonra teselli bulabileceğim şey, yaşadıklarımın yargıdaki sorunlarla yüzleşilmesine katkıda bulunması ve benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimalidir.
Yargılananların esas hakkındaki mütalaaya karşı verdikleri yanıtlar bitti.
Yiğit Aksakoğlu'nun avukatı Serdar Laçin, "Müvekkilim (Yiğit Aksakoğlu) ile ilgili AYM kararında eylemlerin şiddet içermediği belirtildi. Bu karardan sonra dosyaya başka bir delil girmedi. Bu karar beraat kararı verilmesi gerektiğini gösteriyor." diye konuştu.
Aksakoğlu'nun diğer avukatı Aslı Kazan, "Bu dosyada yeniden kıymetlendirilen hiçbir şey yoktur. Eserin sahibi olan Nazmi Ardıç cezaevindedir. Bu kıymetli eser hâlâ sergilenmektedir. Biz delilleri yanımızda getiriyoruz, siz delillerin değerlendirilmesi için olumlu bir karar vermiyorsunuz. Üretilmiş delillerle ilgili kanıtlarımızın değerlendirilmesiyle ilgili ret kararı verirseniz bunun adı yargılama olmaz. Beraat istiyoruz." ifadesini kullandı.
Hakan Altınay'ın avukatı Tora Pekin, "Ne kadar yasa, hukuk, içtihat, insan hakları desek de bu davada adalet ve hukuk kaybetmiştir. Bu ve benzeri siyasi davalar nedeniyle adalete olan güven kaybedilmiştir. Dosyada ters çevrilmiş arabaları Hakan Altınay'ın çevirdiği yönünde bir delil mi var? Bu dava hukuki amaçlar dışında gizli amaçlara hizmet etmek için açıldı. Burada artık geriye bir yol kalıyor: Davanın doğasını ifşa etmek. Anayasayı savunmak için gerekli bu.657 sayfalık okunması imkansız, tutarlı bir dilden uzak bir metinle (iddianame) karşı karşıyayız. Bu metni heyetin satır satır okuduğunu sanmıyorum. Daha kötüsü iddianameyi yazan savcının da okumadığını düşünüyorum. Her dokuz sayfada bir 'kaos çıkarmak'tan bahseden bir iddianameyle karşı karşıyayız. Bunun yanında 657 sayfa içinde TCK 312. madde (darbe teşebbüsü) sadece bir kez geçiyor. Onun yerine dedikodular var bu davada. Muammer Akkaşların, Nazmi Ardıçların açtığı yolda ilerlenmez, onların sözüne güvenilmez. Eğer güvenirseniz yalancı çıkarsınız" sözlerini kaydetti.
Avukat Tora Pekin konuşurken mahkeme başkanı Mesut Özdemir, konuşma için 10 dakikalık bir süre verildiğini, bunu doldurduğu için 10 dakika daha süre verdiğini söyledi. Avukatlar, başkanın kararına tepki gösterdi.
Pekin, "Bir kefede ağırlaştırılmış müebbet cezası diğer kefede 45 dakikalık savunma var.Delilleri tartışmış olsaydınız zaten bu kadar konuşmak zorunda kalmazdık. Ne zaman dosyaya, size savcılığa eleştiriler ağırlaşırsa o zaman savunmayı kesiyorsunuz." diye konuştu.
Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir’in “10 dakika daha devam edin” diyerek ısrarı üzerine avukat Pekin şöyle devam etti:
"O zaman hukuka aykırı delillere gelelim. Hukuka aykırı dinlemeler yapmışlar. Dinlemelerin yüzde 90'ının Menekşe Uyar ve Süleyman Karaçöl yapmış. Fethullahçı polisler istemiş, onlar da kararları vermişler."
“Adalet limanı insanların sığınacağı son limandır' demişler 17 Aralık takipsizlik kararında. Eğer adınız Cengiz Holding, Kolin, Makyol ise adalet limanı sığınacağınız son limandır ama adınız Mücella Yapıcı, Can Atalay ise adı ağırlaştırılmış müebbettir. İşte dava bu, söyleyecek başka bir şey yok."
Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir’in savunmayı bitirtmesinin ardından Atalay, Yapıcı ve Kahraman’ın avukatları daha sonra ard arda savunma yapacaklarını söyledi. Çiğdem Mater’in avukatı Hürrem Sönmez ise “Eğer savunmamı bölmeyecekseniz yapacağım” dedi.
Ardından savunmasına başlayan Sönmez, "Burada savunmayı 10 dakika, 15 dakika diye bölemezsiniz. Gerekirse burada tam gün savunma yaparız. Meslektaşım Tora Pekin kıymetlendirme hususunu çok iyi anlattı. Bir daha anlatmak istemiyorum. Mahkemeniz çok çabuk sıkılıyor avukatlardan. Pekin’in dediği gibi 17-25 Aralık soruşturmasında nasıl o deliller hukuka aykırıysa bunlar da aynı şekilde hukuka aykırıdır. İkrar da bu durumu değiştirmez. Dolayısıyla iddia makamına kötü bir haberimiz var. Kıymetlenemedi o deliller." diye konuştu.
Sönmez şu ifadeleri kullandı:
"Gezi protestolarına 3 milyondan fazla kişi katılmış. Müvekkilim (Çiğdem Mater) de bunlardan biri. Savcılık ise yönlendirme için sokağa çıktığını söylüyor.
Bu iddia akla aykırı olmakla beraber, Anayasal haklarını kullanarak sokağa çıkan insanların iradelerine karşı da bir hakarettir. Bir fikir eserinin tartışılacağı en son yer mahkemelerdir ama biz 2018'den bu yana bir sinema filmini tartışıyoruz burada.
İnsanları akıllarından geçirdiği düşünceler için yargılayacaksanız biz yargı adına da utanırız, çok uzun zamandır da utanıyoruz, ama siz çocuklarınıza böyle bir miras bırakmak ister misiniz?
Burada yargılanan ne sadece Osman Kavala, ne sadece Taksim Dayanışması. Burada yargılanan bir halkın baskısına rağmen iktidara karşı itirazıdır. Siz burada halkın iradesini yargılıyorsunuz.
Avukat Hürrem Sönmez’in savunmasının ardından Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir duruşmayı bitirdi. Davaya 25 Nisan Pazartesi günü devam edilecek.
Gezi Davası'nda bugün görülecek karar duruşması öncesi Çağlayan Adliyesi'nde basın açıklaması yapıldı. Açıklamaya milletvekilleri, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Taksim Dayanışması basın açıklamasını Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Esin Köymen okudu. Köymen şunları kaydetti:
"Beyhude çabalarınızı biliyor ve görüyoruz. Gezi'nin bir parktan dünyaya yayılan hep birlikte söylenen şarkı olduğu unutturulmak isteniyor"
Dava süreci Gezi Parkı eylemlerine ilişkin aralarında iş adamı Osman Kavala, gazeteci Can Dündar, Ayşe Mücella Yapıcı ve oyuncu Mehmet Ali Alabora'nın da bulunduğu 16 sanığın "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan yargılandığı dava, 18 Şubat 2020'de karara bağlanmıştı. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi tutuklu sanık Osman Kavala'nın da aralarında olduğu 9 sanığın beraatına, firari sanıklar Ayşe Pınar Alabora, Can Dündar, Gökçe Tüylüoğlu, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Ekmekçi ve Mehmet Ali Alabora'nın ise dosyalarının ayrılmasına hükmetmişti. Savcılığın yerel mahkemenin kararını istinafa taşımasının ardından İstanbul Bölge Adliye 3. Ceza Dairesi 22 Ocak 2021'de 9 sanık hakkındaki beraat kararını bozmuştu. Bozma kararının ardından İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, 28 Nisan 2021'deki duruşmada bu dava ile yakalamalı sanıklar Can Dündar, Mehmet Ali Alabora, Ayşe Pınar Alabora, Gökçe Tüylüoğlu, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu ve İnanç Ekmekçi'nin dosyasının birleştirilmesine karar vermişti. Bunun yanı sıra Osman Kavala ile Henri Barkey'in FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin 'Anayasa'yı ihlal' ve 'Devletin gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etme' suçlarından İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandıkları davanın Gezi Parkı ana davasıyla birleştirilmesine karar verilmişti. Öte yandan Gezi Parkı olaylarına ilişkin Beşiktaş'ın taraftar grubu Çarşı üyelerinin de aralarında bulunduğu 35 sanık hakkında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince verilen karar Yargıtay tarafından bozulmuştu. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen Gezi Parkı olaylarına ilişkin dava ile Çarşı davası arasında hukuki ve fiili irtibat bulunduğunun belirtildiği kararda, 'örgüt üyeliği suçunun özelliği nazara alınarak, her iki dosyanın birleştirilmesi tarafına gidilmesi, sanıkların hukuki durumlarının buna göre takdir ve tayini gerekirken, yazılı şekilde eksik araştırma neticesinde beraatlarına karar verilmesinin bozma nedeni sayıldığı vurgulanmıştı. Davalar verilen bozma kararlarının ardından İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinde birleştirilmişti. 21 Şubat'ta görülen duruşmada Çarşı davasının Gezi Parkı davasından ayrılmasına karar verildi.
|
© Tüm hakları saklıdır.