02 Kasım 2019 12:43
Esra Akgemci* & Özge Özkoç**
Son on yıldır dünyanın farklı coğrafyalarındaki toplumsal hareketleri tırmandıran temel unsur olarak, neo-liberalizmin yıkıcı etkileri ve tahribatı hakkında çok şey yazıldı. Elbette, 2008 küresel ekonomik krizinin içinde bulunduğumuz yeni bir geçiş sürecini başlattığı ve toplumsal hareketlerin de temelde eşitsizlik ve adaletsizlikten kaynaklandığı söylenebilir. Dahası neo-liberalizmin siyasal temsiliyet mekanizmasında yarattığı tıkanıklığın, demokrasi talebinin ısrarla vurgulandığı bir sokak siyasetinin gelişimine zemin hazırladığı da aşikâr. Bu iki temel sorun nedeniyle içinden geçtiğimiz zamanın ruhunda hoşnutsuzluk ve büyük bir güvensizlik var. Bizim bu yazıda üzerinde durmak istediğimiz nokta ise neo-liberalizmin yarattığı ekonomik ve siyasal çıkmazın beraberinde getirdiği duygusal yıkım.
Asef Bayat’ın İran İslam Devrimi ertesinde inşa edilen yeni rejimi tanımlarken dile getirdiği gibi, otoriter rejimler kamusal alanı merkezi iktidar lehine şekillendirir ve düşünce faaliyetlerine tektipleştirici bir kılıf giydirmeye çalışırlar; dahası “yeni kamusal alanda hiçbir görüntü parlak renklerin kaybı kadar sarsıcı değildir.” Ve o parlak renklerin kaybıyla, kamusal hayattaki neşe ve umut da ölür. Otoriteryenizm adeta kadiri mutlak, asık suratlı bir baba figürü gibi her türlü (hak) talebi(ni) yok saymaya doğası gereği meyyaldir. Ve işte orada, umuda, neşeye yer yoktur. İran örneğine ilişkin tespiti dünya ölçeğine doğru genişletmek de gayet mümkün. Bu kamusal sıkışmışlık hali, bireysel hayatlarımızdaki birçok sorunun doğuşuyla el ele gider. Johann Hari “Kaybolan Bağlar” adlı eserinde, hemen hemen dünyanın her yerinde artan depresyon ve kaygı bozukluğunun yıllardır beynimizdeki kimyasal bir sorundan kaynaklandığını dile getiren ana akım tedavi yaklaşımına meydan okuyarak, bu sorunun tam da içinde yaşadığımız sistemden kaynaklandığını söyler.
Mevcut sistemin insanlar arasındaki bağları kopardığının, bireylerin ancak kendi çıkarlarının peşinden koştukça mutlu olabileceklerine ilişkin bir illüzyon yarattığının, insanları anlamlı değerlerden mahrum bıraktığının, umutlu bir gelecek tahayyülünü elimizden aldığının, dolayısıyla da bizi mutsuzluğu yeniden ve yeniden üreten bir duruma hapsettiğinin altını çizer. Hari’nin mevcut durumdan çıkış için ele aldığı farklı çözüm önerileri olsa da en çarpıcı olanı şüphesiz bu kaygıların ancak kolektif eylemlilik haliyle, bir araya gelerek ve koparılan bağları yeniden kurarak aşabileceğimize ilişkin. Buradan yola çıkarak, gelecek kaygısı yaratan ve bizi sıkışmışlık haline hapseden nedenin kişisel hayatlarımızdaki aksaklıklardan ziyade bizatihi sistemin yarattığı ekonomik, siyasal ve toplumsal tahribat olduğunu söylemek mümkün.
2019 yılının son aylarına damgasını vuran protestolara baktığımızda, farklı coğrafyalardaki genç nüfusun yukarıda değinilen ekonomik, siyasal ve duygusal yıkımdan en çok etkilenen kesim olduğunu görüyoruz. Bu yazıda, iki farklı coğrafyada süregiden protestolardaki gelecek kaygısı duyan gençleri ve onların geleceklerine yön verme konusunda nasıl benzer bir dil kullandıklarını göstermeye çalışacağız. Zira Şili ve Lübnan isyanları, içinde bulunduğumuz ekonomik, toplumsal ve duygusal krizin ancak kolektif bir eylemlilikle aşılabileceğine ilişkin inancı tazeleyen örnekler oldular. İki ülkenin de kendi tarihindeki en kitlesel ve kapsayıcı protestolar neredeyse eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Bu ülkelerdeki protestocular, önlerinde duran sorunların mevcut sistemi onarmakla değil, değiştirmekle çözüleceğine inandıkları için sokağa çıktılar. Hayatlarını olması gerektiği gibi, “haysiyetle” yaşayabilmek için, kendilerinden çalınan geleceği ancak ülkelerinin kanlı tarihleriyle hesaplaşarak geri alabileceklerine inandıkları için sokaktaydılar. Bu yüzden iki ülkedeki istifa ve kabine değişiklikleri sokakları boşaltmaya yetmedi.
Genç nüfus, hem Şili, hem Lübnan’daki protestolarda etkin… Bu tabloda, Şili’de yaşanan 16 yıllık diktatörlük deneyimi ile Lübnan’da 15 yıl süren ve 150 bin kişinin ölümüne mal olan iç savaşın yarattığı travmanın yükünden azade olmalarının etkisi büyük. Bu anlamda da isyanların sürdürülmesinde ısrarcı olabildiklerini gözlemliyoruz.
Her iki ülkenin kendi deneyiminde farklılıklar olsa da ortak temel unsur, eski sistemin herhangi bir hesaplaşmaya gidilmeksizin revize edilerek yeniden üretilmesi.
Lübnan’da Fransız mandasının ardından 1943’teki Ulusal Pakt ile ortaya çıkan ve temelde mezhep ayrımına dayanan bir siyasal sistem öngören yapı, 1975 yılında başlayan iç savaşı tetikleyen unsurlardan biri oldu. Ulusal Pakt, Lübnan’da bir “mezhep demokrasisi” ortaya çıkarırken, bu sistemi Lübnan Hıristiyanları olan Maruniler lehine kurguladı. 1975-1990 yılları arasında Maruniler, Müslümanlar ve Filistinli mülteciler arasında süren iç savaş ise Filistin sorununun da etkisiyle bölgesel aktörlerin dahil olduğu bir mezhep savaşına evrildi. İç savaşın sonunda imzalanan Taif Antlaşması, Lübnan’ı bölen bu yapıyı tasfiye etmek yerine birkaç revizyonla sistemi muhafaza etmeye çalıştı.
Ekim ayında WhatsApp uygulamasına getirilen vergiye tepkiyle ortaya çıkan protestolar, kısa zamanda ekonomik eşitlik ve demokrasi talebiyle ülkenin geneline yayıldı. Trablus’tan Beyrut’a, Beyrut’tan Sur’a uzanan 170 kilometrelik “insan zinciriyle” seslerini duyurmaya çalışan protestocuların temel itirazları mevcut sistemin kendisine yönelik oldu. İnsan zincirinin oluşturulduğu sırada eylemcilerden biriyle yapılan röportaj oldukça çarpıcıydı. Eylemci, ilk defa tanımadığı insanlarla bir araya geldiğini, bundan büyük mutluluk duyduğunu ve kendisini ilk defa Lübnanlı hissettiğini dile getiriyordu. Dolayısıyla, siyasal sistemin bireyler ve mezhepler arasındaki bağları koparan yapısına itiraz, tam da o eylemcinin bir aradalığa yaptığı vurguda yatıyordu. Nitekim hem protestolara hem de insan zincirine damgasını vuran sembol Lübnan bayrağıydı. Diğer yandan müesses nizamın gösteriler başladığı andan itibaren “iç savaş tehlike”sine işaret etmesi protestocuları durdurmadı.
Şii hareketinin lideri Nasrallah dahi, kaos ihtimaline karşı uyarıda bulunuyor, var olan düzenin sürdürülmesi gerektiğini vurguluyordu. Oysa sokağa çıkan gençler için iç savaş sadece bir anlatıdan ibaretti. Dahası, sosyal medyada Başbakan Saad Hariri’nin istifasının ardından Beyrut’taki göstericilerin Beethoven’ın “Neşe’ye Övgüsü”nü Arapça söylemeleri, ölüme işaret eden iç savaş anlatısının yerine yaşamı ve neşeyi çağıran en güzel sembollerden biri oldu.
Şili’deki protestoları tetikleyen de her ne kadar 13 Ekim’de metro ücretine yapılan yüzde 4’lük zam olsa da, “30 peso için değil, 30 yıllık zülüm için ayaktayız” sloganı, esas meselenin Pinochet’den sonra devam eden neo-liberalizmin konsolidasyonu olduğunu açıkça gözler önüne seriyordu.
1973’te sosyalist lider Salvador Allande’yi deviren askerî darbenin ardından, Pinochet rejiminin baskı ve zorla dayattığı neo-liberal politikalar, demokrasiye geçiş sürecinde revize edilerek uygulanmaya devam etti. 1990’dan 2010’a kadar, Concertación adı verilen sol koalisyon hükümetleri, bir yandan neo-liberal reformları sürdürürken diğer yandan uyguladıkları sosyal politikalarla toplumsal hareketleri kendi kademelerine entegre ederek kontrol altında tutmaya çalıştı. 2006’da neo-liberal eğitim sistemine karşı gelişen lise öğrencilerinin mücadelesi (Penguen Devrimi) bunun artık mümkün olmayacağının ilk göstergesiydi.
2010’da Sebastian Piñera’nın seçim zaferiyle, Pinochet sonrasında ilk kez sağ iktidara geldiğinde, “penguenler” artık üniversiteliydi ve 2011’de tüm toplumun geneline yayılacak isyanın (Şili Kışı) ateşini fitillediler. 2018’de Piñera tekrar iktidara geldiğinde, karşısındaki toplumsal muhalefetin başında yine öğrenciler vardı. Ekim 2019’da da metro ücretlerine yapılan zamların ardından, öğrencilerin turnikelerden atlayarak başlattıkları eylem, kısa sürede toplumun geneline yayıldı. Şili’de öğrencilerin son 15 yıldır toplumsal muhalefeti mobilize eden başat aktör olması, elbette tesadüf değil. Pinochet döneminin zulmünü hâlâ bedenlerinde ve hafızalarda taşıyan anne ve babalarının aksine, yeni nesil için diktatörlük sadece puslu bir anıdan ibaret. Travmatik darbe döneminin yarattığı ahlaki ve politik çöküntü toplumsal hareketleri sindirmişken, demokrasiye geçiş sürecinde doğmuş ve kendilerinden önceki neslin yaşadığı baskı ve korkuyu hiç yaşamamış olan gençler, Pinochet döneminin mirasıyla toplumsal bir hesaplaşmanın koşullarını inşa eden politik aktörler haline geldiler. İşte bu yüzden ne zamların geri alınması ne de kabine değişikliği, toplumun tüm kesimlerine yayılan isyanı söndürebildi.
Protestocular, ellerinde Şili bayraklarıyla “Şili uyandı!” diye haykırıyor, ülkelerindeki eşitsizliğin yasal dayanağı olan Pinochet anayasanın değişmesini istiyorlardı. Diğer yandan Pinochet düzeni tarafından en çok ezilen Mapuche’ler de kendi bayraklarıyla “Biz Şililiyiz, biz Mapuche’yiz” diye haykırdılar. Şilili devrimci müzik grubu Inti-Illimani’nin 1973’te Pinochet’ye karşı söylediği şarkı, diktatörün izinden giden Piñera’ya karşı söyleniyordu: “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!”
Binlerce kilometre mesafedeki iki ülkedeki protestolarda ortaya çıkan dilin ortak noktaları var. Son dönemin popüler Hollywood figürü Joker’e ait maske, hem Şili hem de Lübnan’da alanlarda. Şili ve Lübnan’daki meydanlar gösteriyor ki mevcut sistemin yarattığı klinik bir vaka olarak toplumsal hareketliliğe önderlik eder hale gelen Joker karakteri, kolektif bir eylemliliğe davet işlevi de görüyor.
Protestolarda göze çarpan ortak repertuarın diğer unsurları ise barış talebi, haysiyet ve devrim vurgusu. Haysiyet ve devrim, 2011’de Tunus ve Mısır “devrimleri”nde de protestocuların en fazla kullandıkları kavramlardı. Yozlaşmış, yolsuzlukla malûl yöneticilerin, yönetilenlerin haysiyetini, insani değerlerini, öz saygılarını ayaklar altına almış olmaları bu talebin yüksek sesle dile getirilmesinin en önemli nedeniydi. Lübnan’daki protestoları tetikleyen en önemli unsurlardan birinin yolsuzluğa bulaşmış iktidarın varlığı olduğu düşünüldüğünde bu sloganın kullanılıyor olması daha da anlamlı hale geliyor.
İç savaş tehlikesinin dillendirildiği her an göstericiler ısrarla “barışçıl” bir mücadele yürüttüklerini vurguladılar. Şili’de protestocuların birlikte çalıp söylediği Victor Jara’nın “Barış içinde yaşama hakkı” (El derecho de vivir en paz) şarkısı direnişin sesi oldu. Piñera hükümetinin ilk tepkisi, isyanı “savaş”, protestocuları “düşman” olarak tanımlamak olmuş, hükümet acil durum ilan ederek orduyu devreye sokmuştu. Buna karşın sokağa çıkanlar “Savaşta değiliz!” ve “Haysiyet, adet haline gelene kadar!” sloganlarını benimsediler.
Her iki örnekte de mevcut krizi aşmaya yönelik taleplerin ortaklaştığı noktalar var. Lübnan’daki en önemli talepler, mevcut hükümetin istifası, yeni bir anayasa hazırlanarak seçime gidilmesi, yolsuzlukla mücadele, adil bölüşümün sağlanması, ezcümle; insani ve daha iyi bir yaşam talebi oldu. Hariri’nin istifasını açıklaması şimdilik protestocuların hanesine yazılacak önemli bir kazanım olarak görünüyor. Fakat, tıpkı 1989’da olduğu gibi palyatif çözümler toplumsal muhalefeti bir süreliğine dizginlese de sistematik bir dönüşüm gerçekleşmedikçe kriz aşılacak gibi durmuyor. 2011 Arap ayaklanmaları sırasında, Lübnan’da etkisi sınırlı da olsa isyanlar gerçekleşmiş, 2015’te belediyenin çöp toplama konusundaki aksaklıkları nedeniyle başkent protestolara sahne olmuştu. Bugünse 17 Ekim’den beri hükümetin açıkladığı reform programına ve başbakanın istifasına rağmen gösteriler devam ediyor. Dolayısıyla, protestocuların taleplerinin henüz küçük bir kısmının karşılandığını, oysa insanlar arasındaki bağları koparan siyasal sistemin süregittiğini söylemek mümkün. Benzer şekilde Şili’de Piñera’nın kabinesinde sekiz bakanı değiştirmesi, protestocular açısından hiçbir anlam ifade etmiyor. Farklı toplumsal kesimleri bağlayan en önemli talep, katılımcı ve eşitlikçi temele dayanan yeni bir anayasanın hazırlanması… Bu yüzden Piñera istifa etse bile protestoların tıpkı Lübnan’daki gibi süreceği ortada. İki ülkede de sokaktaki insanlar radikal bir toplumsal değişim talebiyle daha eşit ve daha adil bir gelecek istediklerini ortaya koyuyorlar.
Şili ve Lübnan örnekleri bize kolektif eylemlilik halinin bugüne sirayet eden hoşnutsuzluğu aşmanın tek yolu olarak anlaşıldığını gösteriyor. Dolayısıyla, 2010’dan beri zaman zaman uykuya yatan ama küçük bir kıvılcımla yeniden ortaya çıkan sistem karşıtı itirazlar varlıklarını sürdürecek gibi... Geleceğin inşası, tam da bu nedenle hiç bitmeyecek bir mücadele. Şimdiden kolektif bir geçmiş inşa ederek geleceğin yapı taşlarını döşeyen bu isyanların sesleri, eylemlerin yakından izlendiği farklı ülkelerden ve kıtalardan da güçlü biçimde duyuluyor.
*Esra Akgemci: Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler, Arş. Gör.
**Özge Özkoç: Ankara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler, Dr. Arş. Gör
© Tüm hakları saklıdır.