Çevre

GDO’lar ve akademi ve medya: 'Oğlum bak git'

'Şahsen küresel ısınma veya iklim krizi, doğal kaynakların nasıl daha adil ve tutumlu kullanılabileceği gibi sorunlara çare olacak bilimsel ve teknolojik çalışmalara hiç itirazım yok'

31 Ağustos 2012 02:55

- Bülent Şık

Biyoteknoloji konusunda yapılan çalışmaların sadece gıda veya tarım ile sınırlı olmadığını en başta söylemek gerekli. Örneğin, çevre mühendisliği, başta genetik ve farmakoloji olmak üzere tıbbın çok geniş bir alanında biyoteknolojik çalışmalar yapılıyor. Biyoteknolojik yöntemleri baz alan uçuk bir örnek, Mars gezegenindeki koşullara dirençli mikroorganizmaların geliştirilmesi ve insan yaşamına uygun bir hale getirilmesi için bu mikroorganizmaların Mars’a gönderilmesi gibi konular üzerinde çalışan exo-biyoloji (gezegen ötesi biyoloji). Bunlara ek olarak, biyoinformatik, proteomik ve genomik çalışmalarında kullanılan çok yüksek çözünürlüklü analitik cihaz geliştirme vs gibi konulardaki çalışmalar ise yazmakla tükenmez. Bu alanlardaki çalışmalara kimsenin karşı çıktığı yok. Olan tepkiler de oldukça cılız. Öyleyse neden özellikle gıda ve tarım alanlarındaki çalışmalara karşı dünya genelinde bir tepki veya muhalefet var. Bu nokta oldukça manidar veya problematik değil mi? Biyoteknolojik çalışmalar özellikle son 30 yıllık bilimsel teknolojik çalışmaların odak noktasında olmasına ve bence ArGe çalışmalarında da en büyük paya sahip olmasına rağmen, neden sadece gıda ve tarım konusunda bu hassasiyet gösteriliyor. Bu sorunun yanıtı son derece politiktir. Çünkü hayata ve nasıl bir gelecekte yaşamak istediğimize ilişkin son derece net tavırlar almayı gerektirir.

Artan nüfusu beslemek, yiyeceklerin besin içeriklerini iyileştirmek, tarımda toksik kimyasal kullanımını azaltmak ve tarımsal tekniklerin modernizasyonu sayesinde yoksullukla mücadele etmek için biyoteknolojik yöntemlere başvurulmasının kaçınılmaz olduğu GDO destekçisi çevreler tarafından öne sürülen en önemli argümanlar. Bu çerçevede kısaca şunları söylemek gerekli. GDO’lar, tarımda pestisit kullanımını azaltmıyor arttırıyor, örneğin bir yabancı ot ilacı olan glifosatın GDO tarımı yapılan alanlarda kullanımı birkaç katı arttı; haliyle bu ilacın gıdalarda bulunacağı kalıntı limiti de. GDO tarımı yapılan ülkelerde tarım kesiminde yoksulluk azalmıyor, bu konuda incelenecek örnek ülke Arjantin. Kendine yeterlik esasına dayanan, doğa korumacı ve özünde çok büyük bir hayat deneyimi barındıran küçük çiftçilik yok oluyor, onunla birlikte pek çok biyolojik tür de, bu konuda bakılacak örnek ülke Hindistan.  Besin içerikleri düzenlenmiş GDO’lu gıda ürünlerinin beslenme sorunlarına çare olacağı ise tam anlamı ile boş bir argümandır. Örneğin, A vitamini ihtiyacınızı GDO’lu pirinçten karşılamak için gün de 6-7 kg. pilav yemek gerekir. Bunları ele alan daha ayrıntılı açıklamalar gerek Ziraat Mühendisleri Odası tarafından ve gerekse GDO’ya Hayır Platformu başta olmak üzere çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından zaman zaman yapılıyor. Bu yazıda genelde bir tartışma esnasında GDO destekçileri tarafından dile getirilen ‘bilimsel ve teknolojik gelişmeye karşı mısınız’ argümanı üzerinde durmaya çalışacağım.  

Bir tartışma da bilimsel gelişmeye karşı olmakla, bir bilimsel tekniğin zorla iktisadi dolaşıma sokulmasına karşı olmak arasında ayrım yapılmalı. Şahsen küresel ısınma veya iklim krizi, doğal kaynakların nasıl daha adil ve tutumlu kullanılabileceği gibi sorunlara çare olacak bilimsel ve teknolojik çalışmalara hiç itirazım yok. Bu gezegendeki hayatın 3.5 milyar yıllık tarihinde canlı türleri için 5 büyük küresel yok oluş yaşandı. Yani yaşayan türlerin neredeyse tamamı yok oldu ve hayatın dengesi ancak milyonlarca yıl sonra tekrar oluşabildi. Önümüzdeki 50 veya 100 yıl içinde altıncı büyük tür yok oluşunun yaşanacağını söyleyen ve farklı disiplinlerden gelen öyle çok bilimsel çalışma var ki.  Bu felaketin önüne geçmek için çok az şey yapılabiliyor. Neden? Piyasa dediğimiz şeyde vücut bulan iktisadi-toplumsal hayatı dünya ölçeğinde tepeden tırnağa yeniden tasarlamak gerekiyor da ondan. Açıkçası bunlar üzerinde kafa yoran hiçbir çalışmaya itirazım yok. Sorun bu çalışmaların ana akım bilimsel-teknolojik çalışmaların içinde yer almıyor olması. Bize (insan türüne) hiç bir şey olmayacak, her şey olup bittikten sonra 6. büyük biyolojik tür yok oluşunun kaydını tutacak, elimizde neler kaldı onlara bakacak, buna nelerin yol açtığını araştıracak veya tartışacakmış gibi davranıyoruz.  Akademisi ile medyası ile anlayış ne yazık ki bu. Doğa yapıp ettiklerimizle bize ‘Oğlum bak git’ diyor farkında değiliz.          

Gıda ve tarım alanında yapılan biyoteknolojik çalışmaların kristalize olduğu yer GDO’lu ürünler. Bu ürünler ile ilgili somut kuşkular varken, gıda ve tarımsal üretim tekniklerinde son derece agresif bir şekilde radikal bir değişikliğe gitme konusundaki ısrara insanların tepkili olması gayet doğaldır. Akıllıcadır. Gıda üretimi veya tarım dediğimiz şey bir teknikler bütünü değil bir hayat tarzıdır. İnsanların kolektif hafızasında çok esaslı bir geçmişe sahiptir.1 Kullan-değiştir-at tarzında bir yaklaşımla ele alınamaz. Nesnelerden değil hayattan söz ettiğimiz için yap-boz oyununda olduğu gibi çıkarıp attığınız bir parçanın birebir yerini tutacak bir şey bulunamaz. Manzara değişir. Biyoteknolojik yöntemler burada işlemez. Nedenlerini anlatmak zor ve pek çok başka yazıyı gerekli kılıyor. Ama en temelde şunu söylemek gerekli: GDO’lu mısır, GDO’lu soya vs. dediğimiz şeyler herhangi bir nesne değil bir canlıdır. Bu gezegen ‘Solaris’ değil, buradaki hayatta hiçbir canlı tek başına var olamaz. Oysa biz insanlar böyle bir şeyin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bir canlının genetik yapısına müdahale etmenin nelere yol açacağına ilişkin hiçbir şey bilmezken, hem bu müdahaleyi yapıp ve hem de yaptığımız veya geliştirdiğimiz şeyi bir an önce piyasaya sürüp, ekonomik dolaşıma sokmak nasıl bir akıl ile izah edilebilir. Taraflar arasındaki tartışma kanımca sakat bir bilim felsefesi yaklaşımı üzerinden sürdürülüyor. Zararlı-zararsız; faydalı-faydasız, ekonomik-ekonomik değil bunlar tartışılabilir elbet; ancak, eğer yirminci yüzyıl bilim felsefesi kavramsal çatısını kuramsal fizikten olduğu kadar biyoloji üzerinden de kursaydı, hayat üzerine çok daha anlamlı şeyler söyleme ve bilme şansına homo-akademikuslar2 sahip olacaktı. Belki, teori dediğimiz şeyin etimolojik anlamı itibariyle yüksekçe bir yerden manzaraya bakmak olduğunu unutmamış olacak ve manzarayı nasıl da esaslı bir şekilde değiştirdiğimizi daha net görebilecektik.

Son Söz: İsmet Berkan’ın bu konular ile ilgili son birkaç yazısı popüler bilim konusunda yıllardır düzenli bir şekilde yazan ve bence güzel yazan birine hiç yakışmadı. Yazılarındaki problem bir şeye taraf olmak veya karşıt olmak değildir; bunu hiç önemsemiyorum. Ama her satırından bu konuları çok az takip ettiğinin (veya okuduğu bilemiyorum)  anlaşıldığı bir yazıda böylesine sert yargılar bildirmek ciddi bir sorundur. İnandırıcılık sorunudur. Biyolojinin fizik ve matematikten daha az karmaşık olduğuna dair tipik önyargıyı taşımıyor olduğunu umuyor ve benim gibi yazılarını düzenli okuyan okurlarına bir özür borcu olduğunu düşünüyorum.

1 Sevgili Ahmet Uhri Hoca ‘Boğaz Derdi’ isimli kitabında bu konuları öyle güzel anlatır ki. Gıda, tarım ve beslenme konusunda ülkemizde disiplinlerarası tek örnek olan bu çalışmayı meraklısına şiddetle tavsiye ederim. (Boğaz Derdi – Arkeolojik, Arkeobotanik, Tarihsel ve Etimolojik Veriler Işığında Tarım ve Beslenmenin Kültür Tarihi / Yazar: Ahmet Uhri / Ege Yayınları / 448 Sayfa).

2 Toprağı bol olsun, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz sevgili Hasan Ünal Nalbantoğlu Hocanın bilim, kültür ve üniversite ilişkilerini ele aldığı ve İletişim yayınları tarafından basılan ‘Arayışlar’ isimli kitabında yer alan ‘Üniversite a.ş.’de bir homo academicus: ersatz-yuppie akademisyen’ isimli makalesi (ve diğerleri) akademik öz taşıyan tartışmalarda tarafların konumlarına ilişkin kafa açıcı şeyler söylüyor.  Meraklısına.