21 Eylül 2019 11:54
Gazeteci-yazar Musa Anter, 20 Eylül 1992’de suikasta uğradı. Kültür-Sanat Festivali için Diyarbakır’daydı. Festivale katıldı, kitaplarını imzaladı. Akşam yeğeni gazeteci-yazar Orhan Miroğlu ile birlikte silahlı saldırıya uğradı. Anter öldü, Miroğlu yaralandı.
Gazeteci Ferit Aslan, cinayet ihbarına giderken Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ile karşılaşmasını, Yeşil’in dişini kırmasını ve yıllar sonra o gün için ‘meçhul’ olan kişinin Yeşil olduğunu keşfetmesini anlattı.
27 yıl öncesini Ferit Aslan anlatıyor:
O tarihlerde genç bir gazeteciydim. Günaydın Gazetesi’nde yaşanan sıkıntı artık dayanılmaz hale gelmişti. 1992 yılında, bir yıl önce kurulan Diyarbakır Söz gazetesine transfer oldum. Ajans aboneliği, internet medyasının olmadığı bu dönemde, Diyarbakır Söz gazetesi, muhabirlerin haberleriyle çıkıp bölgede kabul görürken, Türkiye’de Bursa Olay gazetesinden sonra en çok satılan ikinci yerel gazete olmayı başarmıştı.
20 Eylül 1992’de akşam saat 20.00 sıralarında Anadolu Ajansı ofisinde bulunan polis telsizinden bir anons geçti: “Seyrantepe Cumhuriyet Mahallesi’nde cinayet ihbarı, 1 kişinin öldüğü bir kişinin yaralandığı ihbarı var, ekipler bir baksın”
Anonsu duyan nöbetçi AA çalışanı, bu ihbarı yakın mesafede bulunan ve o dönemde sadece gece haberlere giden Diyarbakır Söz Gazetesi yazı işleri müdürüne bildirmişti. Müdür de bu ihbarı gazetenin kıdemli muhabiri Hüseyin Çiçekçi ve bana söyledi.
Biz gazetenin karşısında oturan taksi şoförü İbrahim’i çağırırken, gazetenin muhasebe müdürü ve Mele Zeki diye çağırdığımız Zeki Özer de, “Beni de alın, haberden sonra eve bırakırsınız” diyerek bizimle taksiye bindi. Cinayet işlendiği bildirilen yere doğru giderken bir sokaktan ambulansın çıktığını gördük, biz de o sokağa yöneldik.
Sokağa girer girmez “faili meçhuller”in sembolü bir beyaz Toros gördük. 21SV004 plakalı araçtan inen, sivil kıyafetli, spor ayakkabılı iki kişi tabancalarını çekip bize doğru yönelterek bağırdı:
– “Kimsiniz, ne arıyorsunuz burada?”
Gazeteci olduğumuzu, bir cinayet ihbarı için geldiğimizi söyledik.
İki kişi aynı anda birbirine baktı, kısa bir tereddütten sonra aracın içindeki kişiyle konuşmaya başladı. Daha sonra da “Bizi takip edin sizi olay yerine götürelim” diyerek bize yol gösterdiler.
Biz onları dar ve karanlık sokakta takibe başlayınca muhabir arkadaşım Hüseyin, “İçimde kötü bir his var, bunlar bizi vuracak” dedi.
Bir süre gittikten sonra, çıkmaz bir sokakta durdurdular ve önce araçlarından inip yanımıza gelerek şoförü indirdiler. Taksi şoförü bizi tanımadığını ve ekmek parası için çalıştığını belirterek, “Abi siz olsanız sizi de alırım, ben ekmek parası için çalışıyorum” dedi.
Korkmuştu…
Daha sonra araçtan Hüseyin’i indirdiler. Artık tavırları daha sertti. Belki defalarca, “Kimsiniz, burada ne işiniz var, kim öldürülmüş?” diye sormaya başladılar.
“Efendim, biz Diyarbakır Söz gazetesinden geliyoruz, cinayet ihbarı aldık, yazı işleri müdürü gönderdi” diye tekrar tekrar anlatması öfkelerini kabartmaktan başka işe yaramamıştı.
İki kişi Hüseyin’e tekme-tokat saldırmaya başlamıştı.
Taksinin ön koltuğunda oturup olanları seyretmek dışında hiçbir şey yapamayan ben bağırmak istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Şaşkınlık ve endişeyle kalakalmıştım.
Hüseyin’in “Bizi yazı işleri müdürü gönderdi” demesi ile taksinin arka koltuğunda oturan Mele Zeki’ye yönelen kişi, “İn arabadan yazı işleri müdürü” deyince muhasebe müdürü Zeki Özer’in “Ben yazı işleri müdürü değilim, ben de bir emekçiyim” sözleri onu tekme ve yumruklardan kurtaramadı.
Ve sorgu ile dayak sırası bana geldi.
“İn arabadan sen ne iş yapıyorsun, niye geldiniz, kim ihbar etti?” sorularına yanıt bile veremeden diğer iki kişinin “Müdürüm” diye hitap ettiği kişinin alçılı yumruğu suratımda patladı.
Nefesindeki rakı kokusunu alabiliyordum. O alçılı yumrukla dudağımı patlatan, iki dişimi kıran kişinin, o karanlık yılların en önemli aktörlerinden ve akıbeti bir türlü öğrenilemeyen Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu sonradan öğrenecektim…
Aracın içinde atılan tekme faslıyla devam eden şiddet ve işkence sona erdi derken, adamlardan biri aracın arka koltuğuna Hüseyin ve Zeki’nin yanına oturarak, onların aracını takip etmemizi istedi.
Söz konusu meçhul kişi, belindeki tabancasını çıkarıp namluya mermiyi sürüp Mele Zeki’nin kalbine dayayarak, “Konuş ulan, kim gönderdi buraya sizi, kim öldürülmüş?” diye aynı soruyu tekrararlarken Kuranıkerim’i hatim etmiş Mele Zeki’nin o anki soğukkanlı tavrını hayatım boyunca unutamayacağım…
“Çek şunu şeytan doldurur” diyerek eliyle tabancayı kalbinin üzerinden iten Mele Zeki beni şoke etmişti.
Elazığ yolunda şehir çıkışına kadar süren yolculukta taksimiz durduruldu ve şoförümüz arkası açık bagaja konularak şoför koltuğuna diğer bir meçhul şahıs geçti.
Yolculuk sırasında, “Gazetenizde kepenk kapatma haberlerini kim yazıyor, sizi buraya kim gönderdi, kim öldürülmüş?” sorularına Hüseyin ve Mele Zeki’nin yanıtları tatmin etmeyince sıra bana yine bana gelmişti.
Arka koltuktan kafama yumruk atarak benden yanıtlar istendi. Ben de her defasında, gazetenin yerel gazete olduğunu, sadece mahalli haberler yazdığını söyledim ancak meçhul kişilere bir türlü yeterli gelmiyordu söylediklerimiz.
Bizi önce “Çermik ilçesindeki çavuşa” götüreceklerini söyleyen şahıslar Ergani ilçesinden Maden’e doğru gitti. Sonra geri dönüp Çermik yoluna, tekrar dönüp yeniden Elazığ yoluna yolculuk devam etti.
Halkların Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp cesedinin birkaç gün sonra Maden ilçesi yakınlarında bulunduğunu bildiğimiz için Maden yolunda artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimizi düşünmeye başladım. Çünkü kaçırıldığımız tarihe kadar götürülüp sağ geri dönen yoktu ve beyaz Toroslarla götürülenlerin cesetleri birkaç gün sonra ya dere kenarında ya da bir yol kenarında bulunuyordu.
Hep denir ya, “Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti” diye. Gerçekten öyle oldu, bütün hayatım gözlerimin önünden geçti ve öldürülme şekillerini ve nasıl öldürülürsem daha iyi olacağını bile düşünmeye başladım.
Bizi kaçıran iki kişinin “Müdürüm” diye hitap ettikleri ve alçılı eliyle dişlerimi kıran kişinin bulunduğumuz taksiyi hızlı ve tehlikeli kullanması ölüm şekli konusunda kafa yoran beni umutlandırmıştı! Ve içinden, “Keşke kaza yapsak ve kazada ölsek” demeye başladım ve dua ettim. Bizi kaçıran meçhul şahısların “Evli misiniz, çocuğunuz var mı?” sorusuna ben, Hüseyin ve şoför İbrahim “Bekârız” derken, Mele Zeki’nin, “Ben evliyim, üç çocuğum var” derkenki ses tonu hiç aklımdan çıkmadı.
Bu karanlık yolculuk sırasında unutamayacağım anlardan biri ise kendimizi ölüme hazırlarken Hüseyin’in kahkahalarıdır.
Yanında oturan meçhul şahsın elinin Hüseyin’in yan taraftan karnına denk gelmesi ile Hüseyin bir anda kahkahaya boğulurken, “Niye gülüyorsun?” tepkisiyle karşılaşınca “Gıdıklanıyorum” demesiyle o gergin ortam bir anlığına da olsa yumuşamış, içimize az da olsa umut doğmuştu.
Ama bu “ölüm güzergahında ölüme yolculuk” yaptığımızı düşünürken Elazığ ve Malatya’yı da geçerek, Maraş-Adıyaman yol ayrımına kadar gelmiştik.
Bu arada, “Müdürüm” dedikleri kişi, zaman zaman kendi araçlarını kullandı ve bazı yerlerde görüşmeler yaptığı için biz onları beklemek zorunda kaldık.
Diyarbakır’dan akşam saat 8’de başlayan “ölüm yolculuğu” saat sabah 04.30’da Kahramanmaraş-Adıyaman yol ayrımında bitti.
Beyaz Toros’un selektör yapmasıyla aracımız durduruldu.
Meçhul şahısların aralarında yaptığı konuşmadan sonra aracın bagajından şoför çıkarılınca, ben infazın şoförle başlayacağını düşündüm. Şoförü kendinden biraz uzak tutan meçhul şahsın bu hareketini “Herhalde üzerine kan sıçramasın diye uzaklaştırıyor” diye düşünmüştüm.
Öyle düşündüm çünkü o saatten sonra bizi bırakacaklarını asla kafamdan geçirmemiştim. Ve yolun sonuna gelmiştik.
Bunlar kafamda dönüp dururken şoförümüz araca bindi ve “Ne oldu” dememize fırsat kalmadan gaza bastı.
Araç hızla ilerliyordu ve “Yola devam edin, sizi bir daha yakalarsak gebertiriz” derken sesi titriyordu…
Şoför, gecenin o karanlığında tam olarak bilmediğimiz o yolda o kadar hızlı gitmeye başladı ki önümüzde çıkan keskin virajda, bir kayalığın kenarına çarparak otomobili durdurabildi şoför ve tekerlekler yolun kenarındaki çukura düştü.
Aracı çukurdan çıkarmaya çalışırken, bizi kaçıran meçhul Toros ve yolcuları bize bakmadan ve durmadan geçip gittiler. Aracı kurtarıp çalıştırırken, şoförü “Yola devam edelim” ısrarından vazgeçirip ters yöne, Malatya’ya doğru yöneldik.
Yolda bir yerleşim biriminde durup benzin aldık ve orada bir grup askerle karşılaştık. Asker yüzüme bakıp “Size ne oldu?” diye sordu.
Ben dudağımın patladığını o anda anladım ve onlara yaşanan kaçırılma olayını anlatıp beyaz Toros’un plakasını verdik.
Malatya’da sabaha karşı bir otele geldiğimizde gazeteyi aradık. Yaşadıklarımızı anlatınca, gazetenin yayın yönetmeni bana “Gittiğiniz yerde kimin öldürüldüğünü biliyor musunuz?” diye sordu.
Bilmiyorduk çünkü kaçırılmıştık.
“Orada Musa Anter öldürülmüş, Orhan Miroğlu yaralanmış” deyince ilk kez beyaz Toros ile kaçırılıp öldürülmeyen birisi olarak kaçırılma nedenimizi anlamış oldum.
Yayın yönetmeniyle konuşurken Mele Zeki telefonu benden alarak, “Ben de buradayım Halit Abi” dedi. Halit Tunç şaşırmıştı, çünkü Mele Zeki’nin bizimle geldiğini gören olmamıştı.
Otelde birkaç saat dinlendikten sonra Diyarbakır’a döndük.
Biz gazetenin birinci yıldönümü için kutlama gecesine hazırlanırken, sonu karanlık, belirsiz bir yolculuğa çıkmıştık 20 Eylül 1992 tarihinde.
İhbar yerine gidip gazeteye dönmeyince ve haber vermeyince gazetedekiler hem hastanelere hem olay yerine gitmiş ve herkesten bizi sormuşlar ama bizi gören birilerine rastlamamışlar.
Görmemeleri doğaldı, çünkü biz o sıra meçhul üç şahıs tarafından kaçırılıp bir belirsizliğe doğru yol almıştık.
Gazete yöneticileri dönemin OHAL Valisi Ünal Erkan’ı arayıp adlarımızı ve bizi götüren taksinin plakasını bildirmişler. Valilik de tüm birimleri uyarmış. Ancak bizi Diyarbakır’dan Kahramanmaraş-Adıyaman yol ayrımına kadar yol üstünde bulunan hiçbir jandarma ve polis noktası durdurmadı. Aracımız onlara selektör yapıp yolculuğuna devam etti.
Bu sırada gazeteye gelen bir ihbarla, Musa Anter’in PKK militanları ve itirafçı olanları barıştırmak için Seyrantepe’de bir eve gittiğini, gazetecilerin de PKK tarafından kaçırılmış olabileceği belirtilmiş.
Bunun üzerine gazete yöneticileri başta Ahmet Türk, Leyla Zana, Hatip Dicle ve Avrupa’daki bazı isimlerle temasa geçerek olayı teyit ettirmeye çalışmış ancak oradan olumsuz yanıt alınca onlar da çıktığımız bu yolculuktan umutlarını kesmeye başlamış ki ta şoför İbrahim’in annesini Malatya’dan otelden araması ve annesinin gazetenin karşısında bulunan balkonundan çığlık atarak, “Aradılar” demesine kadar.
Gazetenin 21 Eylül 1992 tarihli baskısı, “Diyarbakır’da kara gün” manşetiyle hazırlanmış ve Kürt yazar Musa Anter’in öldürüldüğü, olay yerine giden gazete muhabirlerinin kaçırıldığı duyurulmuştu. Gazetenin yayın yönetmeni Halit Tunç da “Arkadaşlarımıza kıymayın” başlıklı köşe yazısı yazmıştı.
Tunç’u böyle bir yazıyı yazdıran duygu, dönemin şartları ve kaçırılanların sağ olarak bulunamayışıydı. Yönetmenin yazısını dönüp okuyunca, kendisine, “Ben kaçıran olsam ve bu yazını okusam kesinlikle kaçırdıklarıma dokunmazdım” demiştim. Çok duygusal ve dokunaklı satırları kaleme almıştı.
Emniyette verilen ifadeler, çizilen robot resimler ve Musa Anter’e yapılan saldırıdan yaralı kurtulan Orhan Miroğlu’nu ziyaret etmemiz, “Ape Musa’nın (Musa Amca) öldürülmesi ve bizim kaçırılmamız arasındaki bağlantıyı kurmamızı sağladı.
Anter ve Miroğlu’na ölüm bölgesine götürenler onları bizi kaçıran şahıslara yani “Yeşil” ve ekibine teslim edeceklerdi. Onlar Seyrantepe’de birbirini bulamayınca tetikçi işi tek başına yapmak zorunda kalmış ve Anter ile Miroğlu’nu vurmuştu. Bizi kaçıranlar da olayın üzerine geldiğimizden panikleyip bir şey biliyor muyuz diyerek bizi kaçırmışlardı. Sonra yaptıkları görüşmelerde bizim olayla ilgilimiz olmadığını, tamamen haber amaçlı olduğumuzu öğrendikleri için de bizi bırakmışlardı. Biz olayın böyle olduğunu düşünmüştük.
Musa Anter cinayetiyle ilgili çok şey yazılıp, çizildi. Yurtdışında bulunan itirafçı Abdulkadir Aygan, cinayeti anlatıp Anter’in kızıyla yüzleştiğinde bile olay yerine giden gazetecilerin kaçırılmasından hiç ama hiç söz etmedi.
Bana göre Aygan da bizi kaçıran meçhul şahısların arasındaydı ve “Müdürüm” dediği kişi ise “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’dı.
Kamuoyu, Susurluk kazasından sonra resmi olarak aranan ve halen yaşayıp yaşamadığı belli olmayan Yeşil’i sadece biri vesikalık, diğeri de Ankara Emniyeti’nde çekilen bir boy fotoğrafından tanıyordu.
Mayıs 2009 tarihinde Mahmut Yıldırım’ın oğlu Murat Yıldırım babasıyla ilgili bir kitap yazdı ve babasının fotoğraflarını ilk kez kitapta kullandı. Ben kitapta yer alan fotoğrafları gördükten ve o dönem emniyete çizdirdiğimiz robot resimlerle karşılaştırma yaptıktan sonra dişimi kıran ve o gün eli alçılı olan kişinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım olduğuna kesin kanaat getirdim.
Kaçırılmamızla ilgili yürütülen soruşturma ise olaydan 14 yıl sonra, “Bizi kaçıranların örgüt üyesi olacakları kanaatiyle zaten yakalandıklarında cezalarını çekecekleri” gerekçesiyle takipsizlikle sonuçlandı. (Tarafsız Haber Ajansı)
© Tüm hakları saklıdır.