Gazeteci Cengiz Çandar, Mart ayının sonunda yayınlarına son veren Radikal’de yayımlanan yedi yazısında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla başlatılan iki ayrı soruşturma kapsamında hakkında açılan dava kapsamında bugün Bakırköy 39. Asliye Ceza Mahkemesi'nde hâkim karşısına çıktı. Çandar, İstanbul 43. Asliye Ceza Mahkemesi'nin "Cumhurbaşkanına hakaret" suçunu kapsayan Türk Ceza Kanunu’nun 299’uncu maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuruyu hatırlattı, "Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu anayasaya aykırıdır" diyerek savunma yapmadı. Duruşma, 31 Mayıs'a ertelendi. AYM, Cumhurbaşkanı'na hakaret davasının anayasaya aykırı olup olmadığına dair tartışmayı bugünkü Genel Kurul toplantısında görüşecek.
Çandar'ın avukatı Veysel Ok, mahkemeye, "Sizin de TCK 299'un iptali için AYM'ye başvuru yapmanızı talep ediyoruz. Bu başvuru Türkiye'yi büyük yükten kurtaracaktır" dedi.
Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Ertuğrul Sarıyar tarafından hazırlanan iddianamede, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Ahmet Özel tarafından savcılığa şikâyet dilekçesi sunulduğu, Çandar'ın 26 Temmuz’da yayımlanan “Bahane: Terörle mücadele; Amaç: 7 Haziran'ın rövanşı” başlıklı yazısı ve 26 Temmuz 2015 – 19 Ağustos 2015 tarihleri arasındaki köşe yazılarının davaya konu olduğu belirtildi.
Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesi kapsamında ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’le suçlanan Cengiz Çandar, 1 yıldan 4 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor.
Çandar, 27 Kasım'da ifade vermişti
Cengiz Çandar, davaya konu olan yedi köşe yazısı nedeniyle yazısı nedeniyle iki ayrı dosya kapsamında iki ayrı dosya kapsamında 26 Kasım 2015'te ifade vermişti.
Çandar, Erdoğan’ın avukatı Ahmet Özel’in şikâyet dilekçesinde hiçbir somut suçlama olmadığını belirtmişti.
Çandar, “Yazılarım kopyalanıp yapıştırılmış. ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişilik haklarına ağır bir şekilde saldırdığım, algı operasyonu yaptığım ve Cumhurbaşkanı’nı kamuoyu ve halk nezdinde gözden düşürmeye çalıştığım’ iddia ediliyor” demişti.
Cengiz Çandar ne yazmıştı?
Cengiz Çandar'ın 'Cumhurbaşkanı'na hakaret'le suçlanmasına gerekçe olan 26 Temmuz 2015 tarihli, "Bahane: Terörle mücadele; Amaç: 7 Haziran'ın rövanşı" başlıklı yazısı şöyle:
Bundan bir buçuk kadar yetkileri kısıtlanan iktidar sahipleri ve halihazırdaki “geçici hükümet” adeta bir “yetki gaspı”na giderek, Türkiye’yi “iki-cepheli” ve tehlikeli bir savaşın eşiğine getirmiş durumdadır.
Türkiye, en sonunda uyandı ve “ülkenin bir numaralı güvenlik tehdidi”olan “IŞİD’e karşı aktif mücadele”ye girdi sanılırken, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin esas niyeti ortaya çıktı: “Çözüm süreci”ne nokta koymak ve Kürtlere karşı, yeni bir seçim hesabıyla, topyekun savaşa girişmek.
Aklı başında hiç kimse için inandırıcılığı kalmamış olan Başbakan Ahmet Davutoğlu, dün “operasyonların temel güvenlik alanlarını korumaya yönelik yapıldığını” öne sürerken, “Biz bu kararları alırken, askeri, güvenlik ve siyasi sonuçlarını bilerek karar verdik” dedi.
Ve devam etti: “Seçim neticelerini kalaşnikoflarla kutlayanlara sessiz mi kalacağız? Biz bunların hepsi kaydettik. Doğru zaman gerekiyordu. Doğru zamanda müdahale ettik. Kimse cumhuriyetimizi tehdit edemez. Kamu düzenini bir kez tehdit ettiklerinde onların maşalarına değil, doğrudan bu tehdidi oluşturanlara gerekli cevabı veririz.”
“Doğru zaman”ın, “Amerikan yeşil ışığı”nı almak olduğu anlaşılıyor. ABD’nin “IŞİD’e karşı mücadele için yaktığı yeşil ışık”, AKP’nin halk tarafından yetkileri kısıtlanmış unsurları ve Erdoğan tarafından “erken seçim”e giden yolda,“PKK’yı kriminalize etmek, HDP’yi marjinalize etmek” için kullanılıyor.
Bu kadar “güvenlik öncelikli” ve “iki-cephede birden savaş ortamı”nda CHP, gerçekten AKP ile koalisyon düşünebilir mi?
Zaten atılan adımlar “koalisyon ihtimalini berhava etmek” amaçlı adımlar olarak da görülebilir.
İşin “ABD ile işbirliği” boyutuna dönersek; geçen hafta Washington ile yapılan “anlaşma” yani Washington’dan IŞİD karşısında alınan çek, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarafından “terörle topyekûn mücadele” kavramının görünürdeki“meşrulaştırıcı” gerekçesi altına girilerek, PKK’ya karşı “bozdurulmak” isteniyor.
“PKK ile mücadele” sözcüklerinin büyüsüne kapılmamak gerekiyor. Günümüz şartlarında, AKP iktidarı, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi “erken seçim”e zorladığı ayan beyan ortadayken, dört yıldır yapılmayanı yapıp Irak Kürdistanı’ndaki PKK mevzilerine gün boyu süren bir hava harekâtına girişiyorsa ve bunun devam edeceğini de bildiriyorsa, bunun giderek, PKK’nın “kriminalize edilmesi” üzerinden HDP’yi “marjinalize ederek” bir yakın yeni seçimde onu “baraj altı”na itmek hesabı güttüğünü görmemek ve anlamamak için budala olmak gerekir.
24 Temmuz sabaha karşı, Suriye hava sahasına girmeden IŞİD’e bir sorti, 25 Temmuz sabahın erken saatlerinden başlayarak Irak Kürdistan hava sahasını hallaç pamuğu gibi atarak , PKK hedeflerine sayısız sorti ve bombardıman.
Dışarıdan birisi, bombardımanların sayısına ve özelliğine bakarak, Türkiye’nin bu “yeni politikası”nı gündeme getiren“Suruç Katliamı”nı PKK’nin yaptığına, Ceylanpınar’da iki polisi öldürenin ise IŞİD olduğuna hükmeder.
ABD, İncirlik ve Türkiye havaalanlarının IŞİD’e karşı koalisyon uçaklarına açılması karşılığında Tayyip Erdoğan’a verdiği desteğin nasıl “kötüye kullanıldığını” ve görüyor mu bilemiyorum ama 18 Temmuz’da taraflar arasında Ankara’de varılan anlaşma, 20 Temmuz “Suruç Katliamı” ve 22 Temmuz’da Obama-Erdoğan telefon konuşmasının ardından yürürlüğe konulan Türkiye politikası, IŞİD’den çok daha enerjik biçimde PKK’ya yönelik bombardımana dönüştürülmüştür ve bu politikanın Türkiye ve Suriye Kürtlerinin büyük bölümüne karşı “topyekun bir savaş” halini almaması çok ama çok zordur.
Zira; “PKK’yı kriminalize ederek HDP’yi marjinalize etmek” ve böylelikle yakındaki yeni seçimde “baraj altında”bırakarak, 7 Haziran’da elde edilemeyeni elde etmek hesabı, öyle bir “dinamiği” kaçınılmaz kılıyor.
Kısacası, Türkiye, tehlikeli biçimde “iki-cephede savaş”a doğru sürükleniyor.
Son yazımdan önceki üstüste iki yazımda sözünü ettiğim “ISIS: Inside the Army of Terror” (IŞİD: Terör Ordusu’nun İçi) adlı iki yazarından biri olan Michael Weiss, önceki günkü The Guardian’a Türkiye’nin “yeni politikası”na ilişkin değerlendirmede bulunmuştu.
Şöyle diyordu: “(IŞİD’e karşı harekete geçmesi) Türkiye’nin IŞİD’e ilişkin olarak sürdürdüğü ‘IŞİD’in herhangi bir kötülüğünü görme, herhangi bir kötülüğünü duyma’ şeklindeki statüko politikasından vazgeçtiğini ortaya koyuyor. Suruç saldırısının, (Türkiye’nin IŞİD’e yönelik) gecikmiş yasaklamalarına bir misilleme olduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın izlediği politikalar, IŞİD’in sınırın öte tarafında yerleşmesini ve metastas yapmasını ve Türkiye’ye bir tehdit teşkil etmesine izin verdi. Erdoğan elini her türlü belâya soktu.”
Michael Weiss’ın değerlendirmesi şöyle devam ediyordu:
“Erdoğan’ın IŞİD’in yayılmasını görmezden gelmesi ve Kürtleri dışlaması şimdi iki-cepheli bir mücadeleye yol açıyor.”
Son 48 saat içinde, Türkiye, “iki-cepheli” bir savaşa doğru sürüklenmiş durumdadır. Bunun elbette iç politika yansımasının, “güvenlik öncelikli politikalar” ve giderek “otoriterleşme” olması doğaldır.
İstanbul’da “Suruç Katliamı’nı protesto” amacıyla HDP tarafından ilan edilen “Büyük Barış Yürüyüşü”nün yasaklanması ve yüzlerce HDP üyesinin, ülke çapında girişilen “terörist avı”nda gözaltına alınması, Türkiye’yi nasıl bir geleceğin beklediğine dair, bunun açık “işaretleri”dir.
Türkiye, sadece “iki-cepheli” bir savaşa değil, “güvenlik öncelikli” ve “otoriter iklimli” bir iç politika zemininde, yakın seçime doğru da sürükleniyor.
Şu saptamaya katılıyorum: “Terörle kapsamlı bir mücadele içerisine girdiği izlenimi uyandırarak, milliyetçi ve militarist bir iklim yaratarak yeniden seçimle tek parti iktidarına geçişin sağlanması planı, iktidar için ülkeyi yakma planıdır. Erdoğan-AKP iktidarının, Kürt halkına yönelik mücadeleyi, IŞİD’le mücadelenin içine sokması asla kabul edilemez.”
Peki, artık PKK ile 2012 sonundan beri hüküm süren “ateşkes bitti” denebilir mi?
Bu köşeden defalarca, “çözüm süreci”nin gerçek anlamıyla bir “çözüm ve barış süreci” olmadığını, bir çözüm süreci için çok yararlı olabilecek bir tür “çatışmaların durdurulması” ve “güçlü bir ateşkes” hali olduğunu, nedenleri üzerinde uzun uzun durarak vurguladım.
Son 48 saattir artık “çatışmasızlık durumu”ndan ve “güçlü ateşkes hali”nden de söz edemeyiz.
Yoğun bombardıman ile ortadan kaldırılan PKK ile “çatışmasızlık durumu” ve “güçlü ateşkes hali” ortada kalamaz. 48 saat önce AKP iktidarı tarafından “bilinçli” biçimde başlatılmış olan bu girişimin kaçınılmaz sonucu budur.
Orada da kalmaz; böyle bir “dinamik”, HDP’ye baskıya, çok geçmeden Rojava’da PYD’ye karşı eylemlere yani“Türkiye-Suriye Kürtleri”ne “topyekun savaş”a doğru yol alır.
Türkiye, şunun şurasında bir buçuk ay önce “yetkileri kısıtlanmış kişiler” tarafından, “7 Haziran’ın rövanşı”niteliğinde, tarihi bir macera içine sokuluyor.
TBMM, acilen harekete geçmeli. Gidişata el koymalıdır. Bu aşamada, “anahtar” CHP’dedir.
CHP’nin yapması gereken, Davutoğlu’nun teşekkürlerine muhatap olmak değil, bu tehlikeli gidişatın önüne dikilmektir.
Aksi halde, o da, bugünleri bile çok arar hale gelir…