29 Eylül 2016 tarihindeki kanun hükmünde kararname ile kapatılan Hayatın Sesi Televizyonu Program Koordinatörü ve Yönetim Kurulu Başkanı Arif Koşar, televizyon kanalının ‘FETÖ’ iddiasıyla kapatılmasına ilişkin olarak, “Yıllarca besleyenler, memleketi parsel parsel peşkeş çeken, kol kola giren, yanında diz çöken, her kademeye gömen değil ama ikisinden de zerre haz etmeyen, bu ikiliye karşı yayıncılık anlamında elinden geleni ardına koymayan Hayat Televizyonu FETÖ’cü” dedi.
Arif Koşar’ın Binaet’te yayınlanan “Ağlayacak değiliz” başlıklı yazısı şöyle:
Basın üzerindeki baskı mevzuu, basın özgürlüğü konusunun sınırlarını aşalı epeyce oldu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Hayatın Sesi TV ve diğer televizyonların kapatılması otoriter, baskıcı, faşist bir rejimin kalıcı hale getirilmesi için atılan ilk adımlardandı. Bundan böyle herkes ya terörist ya da terörist adayı idi!
Televizyonumuz kapatıldıktan sonra kimi işlemler için resmi bir kuruma gittiğimizde, ekrana çıkan “FETÖ/PDY terör örgütüne müzahir olduğu gerekçesi ile Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatılmıştır” uyarısı, bir şekilde işinde kalmayı başarmış sıradan yurdum insanı kamu emekçisini hem şaşırtıyor, hem de ürkütüyor.
Güler misin, ağlar mısın?
Yıllarca besleyenler, memleketi parsel parsel peşkeş çeken, kol kola giren, yanında diz çöken, her kademeye gömen değil ama ikisinden de zerre haz etmeyen, bu ikiliye karşı yayıncılık anlamında elinden geleni ardına koymayan Hayat Televizyonu FETÖ’cü.
O anda bir beyin fırtınası:
“Acaba memura durumu anlatsam mı?”
“Ne alaka, bizim FETÖ ile ne işimiz olur falan mı desem?”
“Ama zaten kim FETÖ’cüyüm der ki! Amaan boşver, işimize bakalım.”
Memurun içinden “acaba ne yapmalıyım” diye geçirdiği kesin. Bu tür işlemlere alışık olduğunu düşünsek de, her işlem yeni bir tat, yeni bir heyecan olsa gerek!
Toplumsal bir faaliyet olan televizyon yayıncılığımızı hiçbir hukuki, (eğer gerekliyse) akla-mantığa uygun gerekçe olmadan kestikleri gibi, tüy dikme görevleri gereği üstüne bir de borç çıkardılar. Yapılandırdık vs. Gayet “hukuki”, bir devlet mekanizması içerisinde “saçma” ama gündelik hayat içinde “normal” bir süreç olması gerekirken, eli ayağına dolanan memurun büro şefine, şefin müdür yardımcısına, yardımcının müdüre gidip ne yapılacağı konusundaki uzun uzun kafa patlatmalarına insan üzülmüyor değil.
On binlerce insanın sıraya girip kolayca yaptığı bir işlemin bu kadar ürkütücü hale gelmesi memleketin gerçek fotoğrafı. En basit ve rutin bir işlem bile korkudan yapılamıyor. Herhalde kimse bu rutin işleme “tamam” deme cesareti gösteremediğinden telefonlar bitmek bilmiyor. Karar alamadıklarından giderek üst makamlara yükselen arama telaşesi Erdoğan’a ulaşmadan bitecek gibi gözükmüyor. Ya da tek çare:
- Talebiniz karşılanmıyor.
- Neden?
- Bildiğiniz sebepten.
***
Göstermelik hukuk bile raflardaki yerini aldı.
Polisin bir biçimde kendisine getirdiği muhalifi tutuklamadan bırakacak yargıç ya Nobel cesaret ödülü ya da Sibirya kıvamına gelmiştir.
Sadece gazetecilik işlevini yerine getiren, yazı yazan, haber yapan onlarca gazeteci bu yöntemle bugün cezaevinde. Misal Ahmet Şık hakkındaki iddia Türkiye’de darbe girişiminin faili olan Gülen Cemaati de dahil üç ayrı örgütün propagandasını yapmak.
Akıl alır gibi değil!
Şık, doğrudan Gülen Cemaati’nin emriyle 6 yıl önce hapse atılmış; AKP ile cemaat ikilisine karşı yıllarca mücadele etmiş bir isim. Doğrudan cemaatin eleştirisine odaklanan iki kitabı bulunuyor.
Ancak, burada, insanların hapse girmesi, işten atılması, gözaltına alınması için akla-mantığa ihtiyaç yok. Tersine her türlü akli sürecin bir kenara bırakılması, bugün yaşananlara tahammül edebilmek için, belki de en gerçekçi yol.
***
Hayatın Sesi Televizyonu, hayata işçi sınıfı ve emekçi halkın gözüyle bakan sosyalist bir halk televizyonuydu. Her türlü ırkçı-milliyetçi politikayla birlikte halka karşı ‘terör’ saldırılarını açıkça kınadı. Neo-liberalizme ve emek düşmanı uygulamalara karşı işçi sınıfı ve emekçilerin sesi oldu.
İnsanları sudan sebeplerle tutuklayıp doğup büyüdükleri ülkelerini terk etmek zorunda bırakırken, bizler her güne yeni ölümlerle uyanırken, bunların televizyonlarda görülmemesi, evlerimizdeki televizyonun “tek ses” ve propaganda “kutu”suna dönüştürülmesi iktidarın amacıydı. Ve bunu başardı...
Bunu başardığı için ki...
Her şey bu kadar kolay... Ve insafsızca...
Giderek karanlık bir rejimin içerisine adım adım itiliyoruz. Mevzu, dışarıdan bakıldığında naif bir “doğru bilgi” ve “basın özgürlüğü” gibi anlaşılabilir. Oysa tam tersi; gayet ağır, acı ve şiddetli. Gerçekleri bilmeyen bir halk ne için mücadele eder? Basının sermaye ve iktidar kuşatmasıyla elinin kolunun bağlanması, televizyonların “aptal kutusu” haline getirilmesinin nedeni bu karanlık rejiminin inşası için değil mi?
Mevzu sadece basın özgürlüğü değil, bu karanlık rejiminin gerçeklerini açığa çıkarma mücadelesidir.
Gerçek devrimcidir.
Şikayet etme ve zır zır ağlamanın fayda sağladığı devir -eğer öyle bir devir olduysa- geçti. Zor gelebilir, başka bir çare olmasını isteyenler çıkabilir. Ama maalesef, mücadeleden başka yol yok!