Yaşam

Fırat hiç yaşamadı ki...

9 yaşındaki Fırat'ın hikâyesini kaleme alan Vatan gazetesi yazarı İclal Aydın, Fırat'ın oturduğu yerdeki mahalle sakinleri ve arkadaşlarıyla konuştu

30 Mart 2011 03:00

T24 - İstanbul Sultangazi'de 9 yaşındaki Fırat Sezer, üvey annesi ve anneannesi tarafından bıçakla parçalanarak öldürüldü. Gürcü asıllı olduğu belirtilen üvey anne ile üvey anneanne, Fırat'ın ceset parçalarını sokaklarda dağıtırken yakalandı. Tercüman eşliğinde ifadelerine başvurulan kadınların itirafları kan dondurdu.


Dokuz yaşındaki Fırat'ın hikâyesini kaleme alan Vatan gazetesi yazarı İclal Aydın, Fırat'ın oturduğu yerdeki mahalle sakinleri ve  arkadaşlarıyla konuştu. Aydın'ın bugün (30 Mart 2011) yayımlanan yazısı şöyle:


‘Bir hayat ne kadar kısa olabilir ki?’ 

Mahallenin kadınları feryat ediyor: Gelmesinler buraya... Bu çocuk göz göre göre öldü. Onu o zaman koruyamayan devlet ölüsünün de peşine düşmesin. O zaman tutmadıysa elinden şimdi hiç tutmasın...  

Dün sabah güne 9 yaşındaki Fırat’ın üvey annesi ile anneannesi tarafından öldürüldüğü ve cesedinin parçalara ayrılıp, her bir parçasının bir başka çöpe atıldığını okuyarak başladım.. Gazete sayfalarını çabucak çevirip, haberi atlamaya çalıştım. Ama okuduklarım “bir sabah”ın kanaması için yeterliydi...

Aynı yaşlarda bir çocuğu büyütmeye çalışan yalnız bir anneyim. Endişelerim her haberle biraz daha büyüyor. Dokuz yaşındaki kızımı tek başına servis arabasına bile gönderemiyorum. Korkularımla sarmaladığım çocuğumu kötülüklerden korumaya tek başıma yetebilir miyim? Yok sayarak, gözümü kaçırarak akıl sağlığımı koruyabilir miyim peki?

Bir çocuk yetiştirmekte ya da yetiştirmiş olan ebeveynler dokuz yaşında bir bedenin boşlukta ne kadar yer kapladığını, ne kadar yemek yiyebileceğini, ellerinin ne kadar küçük olduğunu bilirler... Ne kadar yaramazlık yapabilir, düşüncesi, algısı, yorumu ne kadar bir yetişkine yetişebilir bilirler... Dokuz yaşında bir çocuk başına çekiçle vurularak öldürülmeyi hak edecek ne yapmış olabilir? Bir yetişkin “o beni öldürmeden ben onu öldüreyim” diyerek nasıl böyle bir vahşiliğe bürünebilir. 

Allah aşkına siz cevap verin, bir hayat ne kadar kısa olabilir? Yazıişleri toplantısından sonra yayın yönetmenim beni aradı ve Sultangazi’ye, Fırat’ın öldürüldüğü eve gitmemi istediğini söyledi. Arkadaşlarıyla, şikayetçi olan komşularla konuşmamı, yaşadığı yeri görmemi ve yazmamı istiyordu.

Yani... Okumaktan kaçtığım o haberi şimdi yazmamı söylüyordu... O ana dek... Hava güzeldi. Dertlerim günlüktü.. Birazdan çocuğum okuldan gelecek ve gününü anlatacaktı. Dokuz yaşındaki kızımı “gözlerimi kapatarak” koruyabilecek miydim?

***

Muhabir arkadaşım Burak Bilge’yle yola çıktık... Eve ulaştığımızda mahalleli sokaktaydı hala... Fırat’ın arkadaşlarıyla konuştum ve onların anneleriyle...

“Allah o babanın yolunu tıkasın... Önüne çıkardık, bu çocuğu dövüyor bu kadın, bak aç geziyor derdik. Babası da bize kızardı, siz karışmayın derdi” derken annelerden biri, “Ben biliyorum, kaç kez, şuradaki arsada yattı o çocuk, korkudan eve gidemezdi. Babasının eve gelmesini beklerdi. Biz alıp yedirirdik, babası yapmayın böyle, küfür edin, siz de dövün ama almayın evinize, öğrensin, annesidir o diyordu” diye lafı ağzından aldı bir başka anne.
Arkadaşı Burak ise “Kulağı kesik kesikti hep. Yüzü yırtık yırtıktı. 

Tırnakla yapmış annesi. Hep yarası oldurdu onun, yara olurdu her yeri” diye anlattı şahit olduklarını.

Alt katlarında oturan arkadaşı ise “Hep ağlardı hep ağlardı, bana bir kere annesinin onu dövdüğü sopayı gösterdi. Böyle kalın, büyüktü. Para biriktirip kardeşimi de alacağım, annemi görmeye gideceğim büyüyünce derdi” diyerek oturdu yanıma. Devam etti “Biz hep kavga sesi duyardık. 

Hep aç kalırlardı. Kardeşi Helin vardı. Onu pencereye oturturlardı. O hep bu demirlerin arkasından bize bakardı. Hiç sesi çıkmazdı onun.” Herkesin anlatacağı o denli çoktu ki.. Bir ağızdan konuşuyor, bir ağızdan beddua ediyorlardı.

Annelerden biri soluk soluğa anlatıyordu: “Geçen yıl biz bu çocuğu okula götürüp yazdıralım dedik, babası kimliği yoktur dedi. O kadar şikayet ettik polisler geldi hiçbir şey yapmadan gittiler. Bu çocuğun kimliği yoksa bu devlet ona sahip çıkmayacak mı yani? Şimdi kameralar burada diye hepsi geliyor, poz poz resim çektiriyor, çektirmesinler. 

Gelmesinler buraya. Bu çocuk göz göre göre öldü. Onu o zaman koruyamayan devlet ölüsünün de peşine düşmesin. O zaman tutmadıysa elinden şimdi hiç tutmasın. Neden sormadılar bu çocuğun kimliği neden yok diye. O adam (Fırat’ın babasının milletvekili aday adayı olan patronuyla mahallede dolaşan CHP’li Sevigen’i kastediyor) diyormuş ki şimdi ‘çocuğun kimliği varmış’. E, vardıysa okula neden gitmedi, göndermedi niye hesap sormuyor da o babaya da koruyor. O babayı da içeri alsınlar. Her kadından bir çocuk yapmış madem, yapmayı biliyor da korumayı nasıl bilmiyor. Bu çocuk beş gün banyoya kilitlenmiş. 

Herkesin, bütün mahallenin bildiğini babası nasıl bilmez?”

Mahallenin anneleri giderek çoğalmaya başladı etrafımızda. Hepsi hem babaya hem de şikayetleri karşısında “hiçbir şey yapamayan” devlete kızgın. Bir anne başörtüsünü düzeltirken “O kadını ah bir verseler elime şimdi. Bu mahalle o çocuklar için çok üzüldü. Gece karanlıkta titrerdi o çocuk. Biz de anneyiz. Biz de kızıyoruz evladımıza ama bir çocuğun kulağı kesilir mi sen söyle kardeşim. Bir baba nasıl sessiz kalır böyle bir cezaya?” dedi öfkeyle. Onlar anlattıkça, duyduklarım karşısında aynı öfke bende de yükseliyordu.

***

Resmi nikah olmayan iki beraberlikten sonra bir resmi evlilik, sosyal hizmetlere verilen iki çocuk, şikayetlere çaresiz kalan resmi makamlar... Kahveye giden ve olanlara pek de aldırmayan bir baba.

Dokuz yaşında, kimliksiz, bir pide salonunda çalışarak karnını doyuran, karanlık ve soğuğa rağmen evine girmeyip babasının gelmesini bekleyen, penceresiz bir banyonun ıslak zemininde beş gün yatırılan, “annem beni öldürecekmiş” diyerek yardım isteyen Fırat başı doğru düzgün okşanmadan, kucaklanmadan, para biriktirip öz annesini aramaya çıkamadan öldü...

Bir çocuk... Küçük işte. Çocuk... Kızım geldi şimdi. “Neden ağlıyorsun anne” dedi. Nasıl yanıt vereyim...