Gündem

Fikre karşı balyoz | TAN gazetesi matbaası baskınının 74. yıl dönümü

04 Aralık 2019 12:06

Nur Deriş

Bundan tam 74 yıl önce, 4 Aralık 1945’te Türkiye’nin en çok satan iki gazetesinden biri olan TAN, dönemin muktedirleri tarafından tezgâhlanan bir saldırı sonucunda yıkıma uğradı. Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yayınladığı ve Türkiye’nin en yetkin kalemlerinin yer aldığı TAN gazetesi ve matbaasının uğradığı bu şiddet ülkenin basın tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Bu olayı hazırlayan ortamı ve koşulları anlamak için 1945 yılında biraz geriye gitmek gerekli.

Hitler’in intiharının ardından 8 Mayıs’ta Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasıyla savaş resmen sona erdi. Bundan az önce, Nazilerin kaybedeceğinin belli olduğu günlerde Türkiye Almanya’ya savaş ilan ederek müttefiklerin yanında yer almayı seçti. Dünyanın yeni düzeninde Batı, Sovyetler'e komşu bir ülke olarak Türkiye’yi yanında görmek istiyor ama bunun için de demokrasinin gereklerinin yerine getirilmesini bekliyordu. Bu gereklerden biri de çok partili bir düzene geçilmesiydi.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı boyunca Milli Şef ve CHP’nin Değişmez Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı altında tek parti rejimiyle yönetilmişti. Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım başlıklı anılarında belirttiği gibi,

"İsmet İnönü memleketi savaştan kurtarmış ama bir savaşa girmiş kadar da memleketin yıkıntıya uğramasına yol açmıştı.

İnönü, cumhurbaşkanlığına geldikten sonra diktatörlüğü artırdı, 'tek millet, tek parti, tek şef' diye bir sistem kurdu. Millet o demekti, parti demek o demekti, bunun tek adı faşist diktatörlüğü idi, polis devleti idi. Amansız, insafsız bir polis devleti. Emniyet örgütü kuvvetlendirilmiş, genişletilmişti. Nefes almak olanaksızdı. Basın bile onun elinde ve onun emrindeydi. Resmen sansür yoktu. Ama, bakanlar ve Basın-Yayın Genel Müdürlüğü hemen her gün gazetelere direktifler verirdi. Bu direktiflere uymayanların gazeteleri kapanmak tehlikesindeydi."

Babıali’de Türkçülük ve Turancılık akımlarının gemi azıya aldığı ve Nazi yönetiminden, Alman militarizminden medet umduğu bu dönemde savaşa karşı barıştan yana tavır alan nadir gazetelerden biri olan TAN ise demokrasiden yana muhalif çizgisini kararlılıkla korumuştu.

CHP içinde oluşan ve başını Celal Bayar, Adnan Menderes, Tevfik Rüştü Aras gibi vekillerin çektiği muhalefet yeni bir parti kurma hazırlıkları içindeydi. Ülkenin çok partili bir rejime geçmesini uzun zamandır savunan Serteller geniş bir demokrasi cephesi oluşturmak amacıyla bu muhalefeti destekliyorlardı. Bu amaca uygun olarak de bir dergi çıkarmaya karar verdiler.

29 Kasım 1945’te yayınlanan Görüşler dergisi siyasi yelpazenin daha ziyade solunda yer alan yazar, gazeteci ve akademisyenleri bir araya getiriyor ama aynı zamanda Bayar, Menderes, Aras gibi muhaliflerin de yazılarına yer vereceğini duyuruyordu. Yayınlanır yayınlanmaz ilk baskısı tükenen derginin aynı gün ikinci baskısı yapıldı ve o da tükendi. Oysa ülkenin her tarafından gördüğü rağbeti paylaşmayanlar da vardı.

Dergide Sabiha Sertel’in Zincirli Hürriyet başlıklı yazısı Ankara’da ve Babıali’nin yandaş basınında tepki çekmekte gecikmedi. Demokrat devletin nasıl olması gerektiğini ve nasıl olmadığını anlatan bu yazıda Sabiha Sertel şöyle diyordu:

Hatalar kimin olursa olsun cumhuriyet, demokrasi inkılâbını tamamlamadı. Bilâkis inkişaf seyrinde (gelişme sürecinde) halkın hâkimiyetini değil, devletin hâkimiyetini sağladı. İmtiyazlı bir sınıfın menfaatlerini müdafaa eden, halkı bu imtiyazlılar hesabına istismar eden bir mahiyet aldı. Faşizm, Nazizm gibi totaliter cereyanlar Avrupa'yı istilâ ettikten sonra dümen kırdı, inkılâpçı rotasını bu cereyanlara çevirdi. 1942 Türk-Alman ademi tecavüz (saldırmazlık) anlaşmasından sonra, tamamıyla faşist kampta karar kıldı.

……………………………

Bu öyle bir hürriyet ve demokrasidir ki, Matbuat Kanunu vatandaşın ağzını bağlamış, Cemiyetler Kanunu bileklerini sıkmış, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu ayaklarına pranga vurmuş, diğer hükümler ve muhtevalar da vatandaşı düşünemez, konuşamaz, hareket edemez bir manken haline getirmiştir. Her insanın, her vatandaşın hakkı olan hürriyeti istiyoruz, bu zincirli hürriyeti değil...

Sabiha Sertel’in daha sonra Roman Gibi başlıklı otobiyografisinde yazacağı gibi:

Görüşler asıl Ankara'da bomba gibi patladı. Halk Partisi özel bir toplantı yaptı. Gazetelere hücuma geçmeleri için yeniden emirler verildi. Bayilere Tan, Yeni Dünya gazetelerinin, Görüşler dergisinin sattırılmaması, devlet memurlarına, öğrencilere bu gazetelerin okutturulmaması hakkında şifahi (sözlü) ve tahriri (yazılı) emirler verildi.

(...) Bütün muhalif kuvvetlerin birleşmesi, yeni bir partinin kurulması, Halk Parti iktidarını korkutmuştu. Ankara'dan gelenlerden dinlediğimize göre Ankara'da bir korkutma, yıldırma havası esiyordu.

Bu korkutma ve yıldırma havasından etkilenmiş olacaklar ki Celal Bayar, Adnan Menderes ve Tevfik Rüştü Aras Görüşler dergisinde yazmaya söz verdikleri halde son anda bundan vaz geçmişlerdi. Ancak bu korkutma ve yıldırma korosunda sesini yükseltenler de az değildi. Tanin gazetesi başyazarı ve CHP milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın, 3 Aralık 1945’te yayınlanan Kalkın Ey Ehli Vatan! başlıklı yazısında muhalefette gelişen demokrasi cephesine karşı bir vatan cephesi kurulması çağrısı yapıyor, Yeni Dünya ve Görüşler gibi yayınları hedef alıyor, bunları komünizm propagandası ve beşinci kol faaliyeti olarak tanımlıyor, özellikle de Sabiha Sertel’in Zincirli Hürriyet yazısına saldırıyordu.

Bu kışkırtıcı yazıyı Sabiha Sertel şöyle yorumluyordu:

Hüseyin Cahit Yalçın bizi susturmak için, 'Kalkın Ey Ehli Vatan' kumandasıyla kanunları, devlet nizamını çiğniyor, gençleri, vatandaşları ayaklanmaya çağırıyordu. Namık Kemal, 'Kalkın Ey Ehli Vatan!' dediği zaman, milleti Abdülhamid saltanatına, diktatörlüğe karşı harekete çağırmıştı. Hüseyin Cahit Yalçın ise vatandaşları hürriyet için, demokrasi için savaşanlara karşı kıyama çağırıyordu.

(...) Üniversitenin bazı gençlik grupları daha önceden, Halk Partisi ve Saraçoğlu hükümeti tarafından teşkilatlandırılmıştı. Aylardan beri süren meydan muharebesinde, salladıkları kılıçların bizi susturamadığını, gerici fikirlerin halk tarafından benimsenmediğini, aksine hürriyet ve demokrasi için savaşanların geniş halk kitleleri tarafından desteklendiğini görmüşlerdi. Korkuyorlardı. Hürriyetten korkuyorlardı...

O sırada Tasvir gazetesinde istihbarat şefi olan Tekin Erer’in daha sonra Basında Kavgalar başlıklı kitabında yazdıkları da bu bilgiyi doğruluyordu:

CHP İstanbul İl Teşkilatı tarafından 3 Aralık 1945 Pazartesi akşamı talebe yurtlarına gerekli talimat verilmiş ve ertesi sabah Tan gazetesi aleyhine büyük bir nümayiş yapılacağı bildirilmişti.

Nitekim ertesi sabah, yani 4 Aralık’ta Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan Bizim Yoldaşlar Nihayet Maskelerini Attılar başlıklı yazı tertiplenen yangına körükle gidiyordu:

Demokrasi isteriz, hürriyet isteriz! feryatlarından sonra istenilen demokrasi ile hürriyetin ne olduğu artık iyice meydana çıktı. Bu demokrasi, komünist demokrasi, bu hürriyet, kızıl hürriyettir. Orak-çekice tapanlar, artık maskelerini yüzlerinden atmışlardır.

Yangının ilk kıvılcımı İstanbul Üniversitesinde parladı. O sırada Hukuk Fakültesinde öğrenci ve daha sonra CHP milletvekili olan Orhan Birgit, Can Dündar’ın ‘O Gün’ adlı kitabında belirttiği gibi şöyle diyordu:

Birdenbire kapı açıldı derste. Sarışın, çekik gözlü, bizden büyük bir arkadaş veya abi girdi içeri. Rahmetli Kubalı şaşırdı giren kişinin kürsüye doğru yürümesine... Kürsüye çıkıp hocanın yanına gitti çocuk. Hüseyin Cahit Yalçın'ın Tanin gazetesini gösterdi. "Kalkın Ey Ehli Vatan" diye bir manşeti vardı. Memleketin elden gittiğini, cumhuriyetin tehlikede olduğunu vesaire çok heyecanlı bir şekilde söyledi. Kapalı bir toplumda, Anadolu'dan gelmiş, çoğunluğu üniversite öğrencileri, kendimizi birdenbire önce üniversite bahçesinde, sonra Beyazıt Meydanı'nda bulduk.

Beyazıt Meydanında sayıları hızla 10-15 bini bulan kalabalık Cağaloğlu’na yürüdü. Yolları üzerinde önce solcu yayınlar satan ABC Kitabevine saldırdılar. Esas hedefleri ise TAN gazetesi ve matbaasıydı. O gün olaylar çıkacağını haber alan Serteller, dönemin İstanbul valisi Lütfi Kırdar’dan tedbir alınmasını istemişlerdi. Valinin her türlü tedbirin alındığına dair teminatına rağmen gazeteye gitmemişlerdi.

Tan matbaasının bulunduğu binanın önünde müdahale etmeden bekleyen polisleri geçen kalabalık içeri girdi ve bulduğu her şeyi yıkmaya başladı. O sırada kalabalığın içinde bulunan İktisat fakültesi öğrencisi Celadet Moralıgil, Can Dündar’ın ‘O Gün’ adlı kitabında belirttiği gibi, tahribatı şöyle anlatıyordu:

Öğrenciler kazmalarla makineleri, rotatifleri tahrip etmeye başladığında oradan birileri, 'Bunlar böyle tahrip olmaz' dedi. Ve fikir de verdiler, dediler ki, 'Hurufatı alır kazanların içine atarsınız, makineyi de çalıştırırsınız. O kazanların, silindirlerin arasına girecek olan metal parçaları kullanılamaz hale gelir'... İçimden bir ses dedi ki, 'Bunlar öğrenci değil. Bunlar bu işten anlayan, yani bu makinenin nasıl kolay tahrip edilebileceğini bilen insanlar'. (...) Yine gözümün algısı, o insanların kıyafetlerinin de pek öğrenci kıyafeti olmadığıdır. Günahlarına girmeyeyim ama belki de emniyet güçleriydi. Benim intibaım (izlenimim), onların öğrenci olmadığı ve bizleri yönlendirdiğidir.

Bu “işten anlayanlar” sadece o güruhu yönlendirenler değildi. Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım kitabında aktardıkları, dönemin muktedirlerinin bu tertipte nasıl bir rol oynadıkları konusunda şüphe bırakmıyor:

 Hükümet, olaydan önce olduğu gibi, olaydan sonra da bu cinayeti işleyenlere karşı hiçbir harekette bulunmadı. Güpegündüz bir matbaayı yıkan bu faşist gençlerden hiç kimse tutuklanıp mahkemeye verilmedi. Bu işin İnönü'nün bilgisi içinde, Saracoğlu'nun verdiği emir üzerine polis tarafından tertiplenip, yürütüldüğüne şüphe yoktu. Gösteri yapan ve matbaaya saldıran gençler arasında birçok sivil polis vardı. Saldırıyı asıl bunlar yönetiyordu. Gösteriye katılan gençler de yalnız üniversitedeki gerici ve faşist unsurlardı. (...) Hükümet ve polis, bu işte gerici ve faşist gençleri bir alet olarak kullanmıştı.

Şu garip olaya bakın ki, bu 4 Aralık 1945 olayından birkaç ay sonra İstanbul'da eski kitaplar satan sahaflardan aldığım bir kitabın içinden şöyle bir kâğıt çıktı. Bu bir mektup müsveddesiydi ve Başbakan Saracoğlu'na hitaben yazılmıştı:

'Beyefendi, emrinizi yerine getirdim, şimdi mükâfatımı bekliyorum. İmza: Yaşar Çimen.'

Bu Yaşar Çimen, Babıâli'de İtalyan faşizminin propagandasını yapan bir tipti. O günkü gösterilerde elinde balyozla gençlerin önüne geçerek onları kışkırttığı görülmüştü. Demek ki, Başbakan'ın kullandığı adamlardan biri oydu. Görevini yapmıştı, şimdi ödülünü istiyordu.

Yaşar Çimen ödülünü aldı mı bilinmiyor ancak esas ödüllendirilenler, bu yıkıma bilfiil katılıp cezasız kalanlardı.

O dönem TAN gazetesi çalışanlarından olan Kemal Sülker Anılara Yolculuk başlıklı kitabında Sabiha Sertel’in olay sonrasındaki görüşlerini şöyle aktarıyor:

…beni asıl üzen üniversite öğrenimine geçmiş gençlerin, makine gibi düğmelerine basılınca, fikre karşı balyozla harekete geçirilebilmeleridir. Düşününüz. Ben fikirlerimi açıkça yazıyorum, buna yanıt veriliyor, uygarca tartışıyoruz. Okuyucular kimin haklı, kimin haksız olduğunu kavrayacak bilinçtedir. Ama iktidar partisinin başı eleştiriye katlanamıyor... Belki bilmezsiniz, Tan'a saldırı düzenlendiği gün ben gazetede olsaymışım (...) verilen buyruk şuymuş: Beni çırılçıplak soyacaklar, yanlarında getirdikleri kırmızı matbaa mürekkebiyle kızıla boyayarak Sirkeci'de dolaştırıp, Emniyet Müdürlüğüne teslim edecek ve 'İşte kızıl dudu!' diyeceklermiş

Tasavvuru bile tüyler ürperten ve gerçekleşmiş olsaydı faillerinin cezalandırılması şüpheli olan bu buyruğun sahipleri de cezasız kaldı. Esas cezalandırılanlar ise Serteller oldu. Serteller TAN matbaasının yıkılmasından 45 gün sonra tutuklanandılar ve yargılandılar. Mahkemede kendi savunmalarını yaptıkları bu davadan beraat ettiler. Serbest kaldıklarında yargı sürecini ve dava dosyasını bütün belgeleriyle Davamız ve Müdafaamız adlı kitapçıkta yayınladılar. O dönem derhal yasaklanan ve toplatılan kitapçık ancak 70 yıl sonra sahaflarda bulunan bir nüshasıyla yeniden yayınlandı.

Demokrasi davasını ve müdafaasını inançla ve yılmadan savunan Sertellerden ve onların güncelliğini koruyan tecrübelerinden, bu unutturulan geçmişten 74 yıl sonra dahi öğrenilecek çok şey var.