Gazeteci Fehmi Koru tarafından organize edilen ve medya dünyasının önde gelen isimlerinin katıldığı ‘Fasıl Dostluğu’ geceleri, her ay İstanbul’un farklı bir mekânında gerçekleştirilen ve zamanla da gelenekselleşen bir etkinlik. Bu davetlerin sonuncusu önceki akşam Kandilli’deki Adile Sultan Sarayı’nda gerçekleşti. Konsepti TRT 1’de ekrana gelen ‘Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam’ dizisi olan yemekte 150’den fazla davetli vardı.
Radikal gazetesinden Alpbuğra Bahadır Gültekin'in haberi şöyle:
Davetlileri sarayın kapısında iki yeniçeri askerinin karşıladığı gecenin en büyük sürprizi ise dizi oyuncularının yemeğe canlandırdıkları karakterlerin kostümleriyle katılması olurken, eteğinin bir hayli uzun olması sebebiyle merdivenlerden çıkarken zorlanan Türkân Şoray’a yeniçeri askerleri yardımcı oldu. Ünlü oyuncu, görüntü alınması üzerine “Burada çıkmaya çalışıyorum, fotoğraf çekiyorsunuz. Aşkolsun size çocuklar” sözleriyle sitemde bulundu. Salona girer girmez davetlilerin alkışları arasında yerine oturan Şoray’a masada, Cemal Hünal, Aslı Tandoğan, Tolga Karel, Kerem Atabeyoğlu, Öykü Çelik ve Hazım Körmükçü eşlik ederken, diğer oyuncuların aksine davete takım elbiseyle gelen Fırat Tanış ise masaya en son oturdu. Dizinin III. Ahmet’i Atabeyoğlu’nun gece boyu sarığını bir an bile olsun çıkarmaması dikkat çekti.
Yemeğin ardından davetliler sarayın Oval Salonu’na geçerken, fasıldan önce dizinin yapımcısı Burhan Özkan bir konuşma yaptı. Sözlerine TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’e teşekkür ederek başlayan Özkan, “Türkiye’de tarihin kapısını aralamak, bir de Lale Devri gibi kendi içerisinde netameli bir konuyu ele almak büyük mücadele. Biz, onun verdiği cesaretten ilham alıyoruz” dedi. Konuşmasının ardından oyuncu kadrosu sahneye davet edildi, tabii ki Türk sinemasının ve dizinin sultanı Türkân Şoray’a çiçek takdim edildi, sonra da fasıl heyeti yerini aldı.
‘Akpınar’dan uzun hava’
Fasıl gecesinin sürprizlerinden ilki Metin Akpınar oldu. Çekirdek kadrosu içinde Sami Aksu, Jülide Sezen ve Melihat Gülses gibi isimlerin bulunduğu ses sanatçılarına ünlü oyuncu Metin Akpınar liderlik etti. Bir şarkı arasında okuduğu uzun hava ile alkış tufanına sebep olan Akpınar’ın ardından mikrofon Türkân Şoray’a geçti. Yakınlarda bir röportajında albüm hazırladığını açıklayan, vaktiyle sahneye çıkmışlığı da olan Türkân Şoray, unutanlara ne kadar iyi bir şarkıcı olduğunu hatırlattı. Üzerindeki görkemli kostümle bir şarkı okuyan Türkân Şoray’ı dinlemek, pek az faniye nasip olacağı için onu dinlerken hep beraber mest olduk diyebilirim. İskender Pala’nın fıkralarla süslediği konuşmasının ardından sürpriz sırası dizide Damat İbrahim Paşa’yı canlandıran Hazım Körmükçü’ye geldi. Körmükçü, neyzen kimliğiyle çıktığı sahnede kendi bestelediği üç şarkıyı neyiyle icra etti.
Gece bittiğinde salondan yavaş yavaş ayrılan davetlilerin pek çoğu ünlü birer gazeteci bile olsa, Türkân Şoray’la fotoğraf çektirme fırsatını kaçırmadı. Boğaziçi’ne bakan Adile Sultan Sarayı, siyasetin nabzından uzak bir geceye tanık oldu.
Lale Devri ‘Osmanlı Rönesansı’dır
‘Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam’ dizisinin yapımcısı Burhan Özkan ile resmi tarihin yarattığı Lale Devri algısını ve bu algının toplumdaki yansımasını konuştuk.
Osmanlı tarihi anlatılırken, genellikle Yükseliş Dönemi’nin içinde bulunduğu zaman zarfı ele alınır, Lale Devri’nin içinde bulunduğu Çöküş Dönemi’nin üzerinde ise pek durulmaz. ‘Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam’ın böylesine bir dönemi ele alması risk değil mi?
Osmanlı tarihinin kapısını aralamak ve bunu Lale Devri zamanından başlatmak büyük bir risk. Bunun sebeplerinden bir tanesi, Lale Devri konusunda resmi tarih tezinden bize artakalan şey. Zira biz bu dönemi yozlaşma, sefahat ve çöküş devri olarak algılıyoruz. Koca bir imparatorluğun çöküşünü ele almak hem izleyici algısı açısından hem de yaratacağı politik ve sosyal sonuçlar açısından büyük risk taşıyor. Biri bu riski almalıydı, onu da biz aldık.
Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun bizim tarafımızdan algılanma biçimi pek çok sakatlıkla malul. Biz sadece Lale Devri ve sonrasını değil, Yükseliş Devri’ni de abartılı ve içi boşaltılmış bir hamaset diliyle öğrendik. Osmanlı devleti, 600 yılboyunca çok geniş topraklar üzerinde hâkimiyet sürmüş bir imparatorluk. Bunun askeri bir güçten ibaret olduğunu öne sürmek ise derin bir safdillik olur. Tarihin hiçbir döneminde hiç kimse, askeri güçle bu kadar uzun bir süre hükümranlık kuramamıştır. Bunun arkasında hukuk, bunun arkasında adalet sistemi, çeşitli toplumsal ilişkileri sevk ve idare edebilmek vardır. Bunun arkasında sürdürebilirlik ve denge kurabilmek vardır.
Kimileri Lale Devri’ni bir eğlence çağı olarak görürken, kimileri de Osmanlı Rönesansı olarak ele alıyor.
Patrona Halil İsyanı aslında bir derin devlet darbesi. Bugünkü kavramlarla açıklamaya çalışacağım ve tam olarak da örtmeyecek ama Lale Devri’ni inkıtaa uğratan sebep statükocularla değişimciler arasındaki çatışmadır. Dolayısıyla biz biraz daha Osmanlı Rönesansı diyen tarafta duruyoruz. O zamanlar Batı, 1850’lerdeki Batı değildi. Osmanlı bu imparatorluğu nasıl sevk ve idare edeceğiz, nasıl imar ve ıslah edeceğiz sorusunu ortaya koyduğunda daha henüz kompleks edebileceği bir ölçüt yoktu. Dolayısıyla biz Doğu mu, Batı mı seçeneği yapmadan, “İlmi, ıslahi ve imari bir Osmanlı mı, yoksa savaşa gidip ganimet toplayan bir Osmanlı mı” sorusuyla karşı karşıya kaldık. Lale Devri, bugünkü deyimiyle teknoloji ve bilimden yana olan, meseleyi böyle geliştirmek isteyen bir iradenin doğmaya başladığı bir dönemdi. Ama derin devleti ürkütmemeye çalışan, statükoyu tümüyle bozmaya cesaret edemeyen, arada yalpalayan, bildiği zaman çabuk unutturulan ikircikli bir irade.
Lale Devri’ne duyulan tepkinin altında halkın Saray’ın refahına olan hoşnutsuzluğu yatıyor diyebilir miyiz?
Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir döneminde halk, bugün bildiğimiz anlamda derin bir müreffehiyet duygusu içinde olmamıştır. İkincisi tarihin her döneminde birtakım problemler olmuş, bazı dönemlerde bu problemler doğru yönetilememiş, toplumsal patlamalara yol açmıştır. Lale Devri özel olarak sarayın zevku sefaya daldığı bir dönem değil, savaştan vazgeçip İstanbul’da kaldığı ve bu yüzden halkın göz önünde bulunduğu bir dönemdi. Daha önce padişahlar elde kılıç genellikle seferlerde olunurdu.
Daha önce süregelen bir savaş ekonomisi de söz konusuydu. Yeniçeri askerleri de ulufelerini buradan kazanırdı.
Tabii, Lale Devri’nin temel meselesi şurada ikiye ayrılır. Ya savaşacağız, toprakları büyütmeye uğraşacağız ve yeniçeriler ganimet toplayacak. Ya da savaşmayacağız, yeniçeri atalet içinde kalacak ve yozlaşacak.
Kısaca bu tepkinin altında devlet sistemindeki ekonomik politikaların değişmesi var diyebilir miyiz?
Döneme nokta koyan Patrona Halil İsyanı, bu barış ortamından rahatsız olanların işi. Toplumların çeşitli kesimlerinin isyana katılmak için kolay neden üretebileceği bir dönemden bahsediyoruz. Yeniçeri için savaş ve ganimet olmaması, atalet, ekonomiden kendilerine ayrılan payı beğenmemeleri en büyük isyan nedeni. Bunun dışında o dönemde İstanbul çok büyük yangınlar da geçiriyor ve kentin yarısından fazlası yanıyor. Bu büyük doğal afetler nedeniyle İstanbul’a mal akışı duruyor. Bahsettiğimiz bu nedenler de Lale Devri’ndeki inkıtayı destekleyen diğer sebepler.
İroni, benzetmek gibi olmasın. Ben hep şunu söylerim, 12 Eylül’ü yargılamak lazım ama 12 Eylül’ü darbe oluşmasına göz yumduğu için yargılamalı. Oradaki asıl sonuç, oluşuma izin vermek, hatta kısmen kışkırtmak, hatta ve hatta desteklemek. 12 Eylül’ü yaratan mekanizmanın suçu budur. Geçmişe gittiğimizde ise o dönemdeki ekonomik istikrarsızlık ve yeniçeri askerlerinin tutumu başka türlü düzeltilebilirdi.