Fehmi Koru*
Tim Sebastian televizyon programcılığına muhatabını çetin sorularla dövme üslubunu getirmiş olan gazetecidir. BBC’de başlattığı (1997) halen başka gazetecilerce devam ettirilen ‘HARDtalk’ programında bu yüzden karşısına oturacak konuk bulmakta zorlandığı söylenirdi. Görevi ondan devralanlar az yumuşatılmış bir üslupla aynı programı sürdürüyorlar.
Sebastian bir ara yine BBC’de yayınlanan ‘Doha Debates’ programı ile izleyici karşısına çıktı. ‘Arap Baharı’nın öncü kuvveti olan gençleri daha önce onun programında tanıdık.
BBC’yi terk edince emekli olduğunu varsaymıştım. Meğer Alman Deutsche Welle’nin İngilizce kanalında sunduğu ‘Conflict Zone’ programıyla HARDtalk tarzını sürdürmekteymiş…
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ı herhalde önceden hakkında fikir sahibi olduğu Tim Sebastian’ın karşısına oturup sorularını cevaplama cesaretinden dolayı tebrik etmek isterim. Geçmişte Tayyip Erdoğan’ın da HARDtalk’a konuk olduğunu hatırlıyorum. Sebastian’a dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da geçen yıl konuk olmuş…
İbrahim Kalın’ın konuk olduğu son program bizim medyaya yalnızca insan hakları ve yargı eksenli soru-cevaplarıyla yansıdı. Ülkemiz medyasının ‘özgür’ olduğunu söylemiş Cumhurbaşkanlığı sözcüsü; yerlerine ‘kayyım’ atanan HDP’li belediye başkanları için “Halkın parasıyla PKK’yı destekliyorlardı” demiş. Görevden alınan başkanların hüküm giyip giymedikleri sorusuna “Mahkeme süreçleri devam ediyor” cevabını vermiş. Sonunda program “Ya devran döner, iktidar el değiştirir ve yeni iş başına gelenler sizi yargılamaya kalkarlarsa?” sorusuna kadar dayanmış…
Bazı haber siteleri bu bölüme bakıp “Küstahça sorular” diye programı mahkum etmekteler.
Oysa, bütünüyle Türkiye’nin tezlerinin uluslararası camiaya yansıtılması bakımından yararlı bir program olduğu kesin.
Sorun, bizde konukları sıkıştırıcı mülakat alışkanlığı bulunmamasından, genel hatlarıyla televizyon programlarının “Körlerle sağırlar birbirini ağırlar” ölçüsünde gerçekleşmesinden kaynaklanıyor. Soruların ‘küstahçası’ olmadığı aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Televizyonda karşısına çıkılan gazeteci konuğuna her türlü soruyu sorabilir ve konuk da öyle sorular karşısındaki performansıyla göz doldurmaya bakar.
Nitekim, İbrahim Kalın, son soruya, “Ne bileyim, belki de 5-10 yıl içerisinde bu ülkede (Almanya’da) Naziler iktidara gelir ve sizi yargılarlar” cevabını vermiş…
Yine de “Üzerinde düşünelim” derim
Cevap güzel olmasına güzel, ancak yine de, soru üzerinde biraz olsun durup düşünmeyi hak ediyor.
Şundan: Bizde siyasi hayatta süreklilik pek nadir rastlanan bir özellik olmasına rağmen, siyaset insanları, onun bu özelliğini fark etmekte zaaf gösteriyorlar.
Zihnimde daha dün gibi canlı olan olay, 1983’te yapılan seçimde tek başına iktidara ulaşan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin (ANAP) durumudur. Özal hazine yardımında partilere cömertçe davranıldığı o dönemde, artırılan yardım parasıyla ANAP’a muhteşem bir genel merkez binası kazandırmıştı. Binanın açılış töreninde ülkemizin parti genel merkezi olarak inşa edilmiş her şeyiyle mükemmel o ilk binasının ne kadar süreyle amacına hizmet edebileceğini düşünmeden edememiştim.
Bu düşüncemi ertesi gün çıkan yazıma da taşımıştım.
ANAP henüz onuncu yılını bile dolduramadan 1991 yılında iktidarı terk etmek zorunda kalmıştı.
O bina, yanılmıyorsam, sonraları bir bölümü süper market olarak kullanıldı.
Devran değişebiliyor gerçekten. Siyasilerin iktidarda hep kalabilecekleri düşüncesi sadece düşünce olarak kalıyor.
Aynı durum başka demokratik ülkelerde de var. Uzağa gitmeye gerek yok; demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere’ye bu amaçla yakından bakmak bile yeterli. Son on yıl içerisinde kaç ayrı parti iktidara geldi İngiltere’de, kaç değişik siyasetçi başbakan görevini üstlendi, sayısını hemen hesap etmek bile zor.
İktidarın el değiştirmesinde siyasi kişiliklerin ille başarısız olması da gerekmiyor.
Yine İngiltere’den örnek vermek gerekirse, ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’nda başbakan olarak yöneten ve Hitler’e anlayacağı dilden cevap vermek için Amerikalılar’ın savaşa girmelerini sağlayarak Nazi saldırganlığını püskürten Winston Churchill’in başına geleni hatırlamak yeterli. Eliyle sürekli ‘V’ (Victory / Zafer’) işareti yapa yapa savaşı başarıyla yöneten Churchill, savaştan sonra yapılan ilk seçimde ağır bir yenilgi tatmıştı.
Siyaset böyle bir şey.
Böyle olması da yararlı.
Demokrasilerde ‘devr-i sabık’a gerek kalmıyor
İktidarların sürekli aynı elde kaldığı ülkeler var; onlardan bazılarının isminde ‘Demokratik’ sıfatı da bulunuyor. Muktedirler o ülkelerde yapılan seçimlerde nasıl oluyorsa oluyor ve halkın neredeyse bütününün oyunu almayı da başarıyorlar. Ancak sürekli iktidarların bulundukları ülkelere fazla hayrı dokunmadığı da o ülkelerin durumlarından belli.
Değişebilirlik ülkeleri yönetenlere kurallara uymayı, aşırılıklardan ve yanlışlıklardan uzak durmayı getiriyor. Demokratik ülkelerde siyasiler, kendilerinden sonra aynı koltuklara oturacaklara iyi miras bırakmak yanında, paçalarına kir değmesin titizliğiyle davranma ihtiyacı duydukları ve bu tavırlarıyla anayasal çerçeve içerisinde kaldıkları için ‘devr-i sabık’ gereğini de ortadan kaldırıyorlar.
Hesaba çekilmek partiler iktidardayken gerçekleşiyor demokrasilerde, “Devran değişince sizden de hesap sorarlar” hükmü geçerli olmuyorsa bundandır.
Kimsenin “Ya devran değişirse” diye bir soruyla karşılaşmasına yol açılmıyor demokrasilerde.
Tim Sebastian bu gerçekleri bilmez mi? Bilir elbette. Ancak onun yaptığı programlarda bu tür sarsıcı sorularla hep karşılaşılıyor.
Unutmayalım: Cumhurbaşkanının iki dönemden fazla seçilemediği, AK Parti’nin bazı istisnaları kabul etmekle birlikte siyaset yapanların üç dönemden sonra biraz dinlenmelerini istediği gibi kurallar da var.
Devran her halükarda değişiyor bizde de…
*Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır