20 Haziran 2016 10:56
Gazeteci Fehmi Koru, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın 17-25 Aralık operasyonundan hemen önce Fethullah Gülen'i iki kere ziyaret ettiğini söyledi. 17 Aralık 2013 sonrası, kamuoyunda 'sulh mektubu' olarak anılan Gülen'in gerginliğin sona ermesine yönelik çağrısını içeren mektubu Pensilvanya'dan getiren Koru, Hakan Fidan'ın ziyaretini Gülen'den öğrendiğini belirtip "Tarihlerini bilmiyorum. Ama benden evvel gittiği belli. Ben 2013’ün aralık ayında gittiğime göre 17-25 Aralık’tan önce gittiği belli. İki kez gitmiş, görüşmüşler, konuşmuşlar ama ne konuştuklarını bilmiyorum" diye konuştu.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le İngiltere'deki üniversite yıllarında aynı odayı paylaşacak kadar yakın bir ilişkide olan Fehmi Koru, AKP'deki 'küskünler' olarak tabir edilen siyasilerden biri olan Gül hakkında "Siyasette sessiz kalarak sonuç almak mümkün değildir. Abdullah Gül’ün şu anda sergilediği tavır siyasete uygun bir tavır değil. Siyasiden ne beklenir? Eğer cumhurbaşkanlığından sonra başbakan olmak istiyordu ise 'ben olacağım' demesi gerekirdi" diye konuştu.
Fehmi Koru, Bülent Arınç'ın "AKP Tayyip'in partisi değildir" sözlerini "bugün AK Parti Tayyip Erdoğan’ın partisi. Cemaatte de benzer bir görüntü var. Gülen’den sonra kim liderlik sergiler, sorusuna 10 yıl önce cemaati de yakından tanıyan bir isim olarak verebileceğim birkaç isim vardı. Bunlardan biri Latif Erdoğan'dı. O da bugün cemaat içinde değil cemaatin en büyük eleştirmenlerinden biri" diyerek yorumladı.
Fehmi Koru'nun Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a verdiği yazılı söyleşi şöyle:
- Habertürk'te ayrılık kararı size nasıl tebliğ edilmişti?
Çok basit bir şekilde. Genel yayın yönetmeni görüşmek istediğini söyledi, gittim. “Yeni yayın döneminde sizinle yollarımızı ayıracağız” dedi. “Bir baskı var mı” diyerek sebebini sordum. “Bana direkt yok” dedi. O gün bügündür ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorum, halen öğrenemedim. Bu arada Habertürk'e ya da “ayrılıyoruz” kararını tebliğ eden genel yayın yönetmenine kızmıyorum. O konuşma esnasında ayrılık kararını olumlamadıkları niyetini kendilerince ortaya koydular.
- O ne demek?
O konuşmada yayın yönetmeni, “Buradaki odanız kalsın, maaşınızı almaya devam edin ama yazmayın” dedi.
- Siz ne dediniz?
Yazmayacaksam bu dediklerinize sahip olma durumunda olamam, dedim.
- Ve artık kendi sitenizde yazıyorsunuz. Hayırlı olsun.
Sağolun.
- Gazeteden güzel bir yanı var mı?
Yazıyı yayımladığınız anda okurların refleksini anında görmek, işte o sahiden keyifli.
- Anında okur refleksi dışında bir şey daha oldu: İlk yazınızdan hemen sonra Twitter hesabınıza saldırıldı.
Evet, ilk yazımı Twitter'dan takipçilerime duyurmamın ardından hesabıma Ay Yıldız adında bir grup korsan el koydu. Hesabımı geri almam üç günlük mücadele gerektirdi. Twitter adresimi ele geçirmek için 15 ayrı hesaptan saldırı yapılmış. Ve biri başarılı olmuş. Halen uğraşanlar var. Ama ilave tedbirler aldığımız için başaramıyorlar. Yapılan organize saldırılardan anlaşılıyor ki, yine de yazı yazmamı istemeyen birileri var.
- Saldırıya uğramanıza vesile olan yazınızdan hemen alıntılayalım: “İslam diye diye İslam elden gidiyor” dediniz.
Mesele Türkiye ile sınırlı değil, İslam coğrafyasının tamamında iyi şeyler olmuyor. Avrupa'yı kasıp kavuran mülteci dalgası önce sadece Suriye kaynaklı zannedildi. Yunanistan kamplarına ya da Almanya sınırına ulaşanlara bakıldığında görüldü ki sadece Suriye değil, tüm İslam coğrafyasından gelenler var. Ve gidenler arasında daha önce hiç yaşanmamış bir olayın gerçekleştiği ortaya çıktı: İlhad yani dinden çıkma. Kısa süre önceki Berlin seyahatimde İslam ve Müslüman karşıtı havanın iyice yayıldığını gözlemlemiştim. Ama Guardian ve Washington Post gibi iki önemli gazetede çıkan o haberleri okuyana dek Hıristiyanlığa geçişteki artıştan haberdar değildim. Müslüman mültecilerin kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul ettiğini yazdılar. Bu, belirli ölçüde propaganda ya da can pazarından çıkarak vardığı Avrupa ülkesinde “mülteci” statüsünü elde etmek isteyenlerin tercihi olabilir. Ama bir gerçek var: Ne pahasına olursa olsun dinini hiçbir şeye değişmeyen insanların coğrafyasıydı burası. İlk kez böyle bir şey oluyor.
- Berlin ve Hamburg’daki kiliselerde toplu din değiştirme (vaftiz) için belediyenin yüzme havuzları kullanılmış…
Evet, yine Berlin'in kenar mahallerinden Stegltiz'deki bir kilisenin cemaati iki yılda 150'den 700'e fırlamış. Yeni gelenler Müslüman iken Hıristiyanlığa geçenlermiş. Avusturya'daki Katolik kilisesi üç ayda 300 dine kabul başvurusu almış. Bunların üzerinde ciddi biçimde düşünmek gerek.
- Yazınızda “Türkiye de İslam hakkında yayılan olumsuz imajı pekiştiren katkılarda bulunuyor” diyordunuz. Nedir o katkılar?
Hiç uzağa gitmeden ramazan münasebetiyle patlayan son tartışmaları hatırlayın. “Falanca grup İslam ahlakımızla bağdaşmıyor, onlar yok olsunlar”, “Namaz kılmayan hayvandır” vs. Bütün bunlar büyük ve köklü bir yanlışlığa işaret ediyor. Ümit Kıvanç'ın birkaç ay önce yazdıkları beni çok etkilemişti. Kendini dindar olarak tanımlayan insanların yaptığı yanlışlara bakarak hani İslamiyet insanları doğruya, adaletsiz davranmamaya sevk eden bir dindi, bu insanlar Müslüman olduklarını iddia ediyorlar da neden böyle yapıyorlar, diyerek soruyordu.
- Türkiye’de de “İslam diye diye İslam elden gidiyor” mu?
Gidebilir. Bu, şu anda belki Türkiye'nin gündeminde büyük bir sorun değil ama eğer tedbir alınmazsa geleceğin gündemini belirleyecek bir konu. İmam hatip okullarını çoğaltmak, ibadethanelerin sayısını artırmak, kutlu doğum haftaları düzenlemek, hepsi güzel ama dinin özünün bir karakter haline dönüşmesi çok daha farklı çabaları gerektiriyor. Bu olmadan diğer yapılanların anlam kazanabilmesi mümkün değil. Neyseniz öyle olun. Siyaset yapacaksanız, siyaset yapın. Bunu hiçbir şekilde İslamiyet adına yapmayın. Siyasetin kendine göre kuralları olabilir. Siyasette belki yalan söyleyebilirsiniz. Birtakım yanlış işler yapan insanları kendi bünyenizde barındırabilirsiniz. Ama bunu bir din adına yaptığınızı iddia ederseniz kaybeden siyaset değil, kaybeden din oluyor. Aynı şey siyaset içerisine giren ama siyaset içerisinde bulunmaması gereken dini gruplar için de geçerli. İnsanlar sizin siyasilerden daha fazla dini kurallara uymanızı bekliyordu ama uymadınız. Dolayısıyla söylediklerim sadece siyasilere yönelik değil, cemaate yönelik de bir eleştiri.
- Biri siyasi parti, diğeri dini bir cemaat vurgusuyla hemen soralım: “Erdoğan’dan sonra AK Parti, Gülen’den sonra cemaat ne olur” sorularının ortak yönü nedir?
Tek adamla algılanmak. Her ne kadar Bülent Arınç, AK Parti Tayyip’in partisi değildir, dese de bugün AK Parti Tayyip Erdoğan’ın partisi. Cemaatte de benzer bir görüntü var. Gülen’den sonra kim liderlik sergiler, sorusuna 10 yıl önce cemaati de yakından tanıyan bir isim olarak verebileceğim birkaç isim vardı. Bunlardan biri Latif Erdoğan'dı. O da bugün cemaat içinde değil cemaatin en büyük eleştirmenlerinden biri. Dolayısıyla bu önemli soruların bugün AK Parti de cemaat de somut bir yanıtı yok.
- Davutoğlu giderken “Benim tercihim değildir” dedi. 28 Şubat’ta Erbakan istifa ederken onun tercihi miydi?
Elbette kendi tercihi değildi, o tercihe gelmesi çok zor oldu. Ama arada çok büyük farklar var. Şunu anlamazsak hata yaparız, Tayyip Erdoğan kendisini ülkenin geleceğinin en önemli belirleyicisi ve bunu da en büyük hakkı olarak görüyor. Aldığı bütün kararlarda bu tespitin payı var. Davutoğlu'nun yerine Binali Yıldırım’ın geldiği süreç tamamen kendisi ile ilgili bu tasarımına dayanıyor. Diyor ki, “İçinden çıktığım, beni cumhurbaşkanlığına getiren parti Davutoğlu ile olmuyordu. Ülkenin, partinin hayrı için onun yerine başkasının gelmesi gerekliydi. Ben de bunu Binali Yıldırım olarak tercih ediyorum.”
- “Şunu anlamazsak hata yaparız” dediğiniz kısım eşliğinde soralım. Asker de 28 Şubat’ta “ülkesinin hayrına” diye düşünmüyor muydu? Bu bakış açısında ortaklık yok mu?
Davutoğlu'nunki ile Erbakan'ın 28 Şubat’taki gidişi arasında benzerlik kurulması bence hatalı. Bir konu daha var. Toplum o zaman askerin yaptığına yanlış diyordu. Bugün yapılana öyle güçlü bir şekilde yanlış demiyor.
- Hangi toplum demiyor, Erdoğancılar demiyor olabilir mi?
Kendi tabanı dışında da ben buna yükselen kuvvetli bir itiraz görmüyorum.
- İtiraz dediniz, konuyu güzel yere getirdiniz. “Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymuyorum” diyen bir Cumhurbaşkanı, fiilen rejimin değiştiğinin ilan edilmesi, anayasayı askıya alan pek çok örnek sayabiliriz. İtirazlardan bahsederken sadece partinin kurucusu değil devlet başkanlığı da yapmış bir Abdullah Gül var, neden sessiz?
Bu kadronun en önemli özelliği kol kırılır yen içinde kalır anlayışına sahip olmaları. Bir şey söylersem, bir çıkış yaparsam gelecekle ilgili bir beklentim olduğu düşünülür, diyerek itirazlarını dile getirmekten kaçınan insanlar bunlar.
- Tam tersini düşünenler de çok: “Gül, şu anda yapacağı çıkışın karşılığı olmadığını biliyor, gelecekle ilgili beklentisi ve planı olduğu için sessiz?”
Ben buna katılmıyorum. Siyasette sessiz kalarak sonuç almak mümkün değildir. Abdullah Gül’ün şu anda sergilediği tavır siyasete uygun bir tavır değil. Siyasiden ne beklenir? Eğer cumhurbaşkanlığından sonra başbakan olmak istiyordu ise “ben olacağım” demesi gerekirdi. Partiyi şimdi Tayyip Erdoğan çeşitli yönlere doğru nasıl yönlendiriyor ise Abdullah Gül de cumhurbaşkanı iken bunu sağlayacak çıkışlar yaparak bunu elde edebilirdi. Bunu Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında 2007’de yapmıştı. Aday olarak başka bir ismin (Vecdi Gönül- S.O) ortaya döküldüğü bir ortamda Abdullah Gül, “Doğru olan öyle bir kişinin değil benim olmamdır” diyebildi. Cumhurbaşkanı adayı olmayı başardı. Siyaset böyle davranmayı gerektirir. Ama Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı sonrasında öyle davranmadı. Hala davranmıyor. Dolayısıyla davranışı siyasi bir davranış değil. Eğer siyasi bir niyet ile sessiz kalıyor ise bu zaten siyaseten yanlıştır. Eğer bir hevesi, beklentisi varsa, ki ben olmadığı kanaatindeyim, “bugün sessiz kalırsam ileride bana bir görev düşer” gibi bir düşüncesi varsa siyaset ona böyle bir şeyi vermez. Gelecek ile ilgili bir iddianız varsa siyaset sizin kendinizi ortaya koymanızı, kendinizi bir kadro hareketine dönüştürmenizi bekler. Gül'ün ise siyasi bir hesabı yok.
- Siyasi bir hesabı olmadığı halde bu gidişata dönük bir kayıtsızlık ve sessizlik içinde ise, bu ne manaya gelecek?
Çok yakından tanıdığım için söylüyorum. Abdullah Gül'ün karakteri kendini meydanlara atıp itiraz listesi sunmaya müsait değil. Kendisine cumhurbaşkanlığı, başbakanlığı, bakanlığı yani devlete hizmet görevi vermiş olan siyasi partinin yara almasını istemiyor. Buna yol açabileceğini düşündüğü her türlü davranıştan kaçınıp çekiniyor.
- Parti yara almasın, ülke yara alsın mı?
Öyle bir sonuç çıkarmanız da mümkün tabii. Mesela benim beklentim zaman zaman konuşarak, hatta yazılar yazarak, medyada açıklamalar yaparak görüşlerini toplumla paylaşmasıdır. Bu, kurucusu olduğu parti için de yararlıdır. Bunu şimdilik yapmıyor. Belki ilerideki dönemde yapabilir. Siyasetin başka bir kuralı daha var. Bir şeyi zamanında yapmazsanız zamanında yaptığınızda alabileceğiniz etkiyi, zamanı dışında yaptığınız davranışlarınızla elde edemeyebilirsiniz. Dolayısıyla Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığındayken başbakanlığa dönmek gibi bir hevesi olsaydı, o hamleyi o gün yapmalıydı. Ki ben hevesi olmadığını zannediyorum. Bildiğimi size söyleyeyim. Cumhurbaşkanlığı süresinin bitmesinden epey önce, o zaman başbakan olan Tayyip Erdoğan'la kendisinden sonra Tayyip Bey’in cumhurbaşkanı olacağı konusunda bir konuşma yaptılar. Kendisi ile ilgili herhangi bir beklentiyi o konuşmada ya da sonrakilerde dile getirmedi. O konuşmada ya da daha sonraki konuşmalarında “parti ne olacak, başbakan kim olacak” konusunu gündeme getirseydi istediği bir sonuç varsa onu alırdı. Kanaatime göre Abdullah Gül “benim böyle bir niyetim var, partinin başına geçmeyi istiyorum” demediği için Tayyip Erdoğan kendisini bu konuda serbest hissetti. İstediği gibi davrandı.
- Bu tezinizle, Gül’ün cumhurbaşkanlığı görev süresini tamamlamasından hemen önce vurkaç yapar gibi kongre tarihinin değiştirilmesine, buna itiraz eden Sadullah Ergin’in aldığı cevaplara gideriz?
Evet, bunların hepsi oldu. Ben diyorum ki Tayyip Erdoğan kendisine Abdullah Gül tarafından “Ben başbakan olacağım, partinin başına geçeceğim” denseydi, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçiminde söylediği şekilde söyleseydi, Erdoğan bunların hiçbirini yapmazdı.
- 2007’de Gül, Erdoğan’a ne söyledi?
Biliyorsunuz 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçiminden önce arada genel seçim yapıldı. “Halkın önüne çıktığımızda, ben cumhurbaşkanı adayı olarak konuştum. Şimdi eğer benden başka birisi aday olarak gösterilecekse ben buna karşıyım” dedi. Orada Bülent Arınç’ın da bir rol oynadığı biliniyor. Bülent Arınç da “Abdullah Bey dışında bir isim aday olarak gösterilecekse ben de adaylığımı koyacağım” dedi. Neticede diyorum ki, Abdullah Gül “Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan Gül” formülünü düşünseydi bunun çaresini bulurdu diyorum.
- Kendi niye öyle düşünmedi?
Kendi görüşümü söyleyeyim. Bakanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış bir insan. Hala bir şey istiyormuş gibi algılanmasını istememiştir, bunu kendisine yakıştırmamıştır. Bu teklifin kendisine gelmesini beklemiştir. O dönemde de böyle bir şey olmadı.
- Çok kısa süre önce Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün 7 Haziran’da Erdoğan’ın vekil listesini değiştirdiği haberleri çıktı?
Böyle bir şey mümkün mü? Dahasını söyleyeyim size. Değil seçim listelerinde kimin milletvekili olacağının sorulması, kendisini siyasete yakın olmasını sağlamış olan Abdullah Gül, Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde hiç aranmadı. Davutoğlu başbakanlığı döneminde kendisi ile Gül arasına mesafe koydu. Dolayısıyla işbirliği vs. bunların hiçbiri akıl karı değil.
- Davutoğlu niye mesafe koydu?
Anlamakta zorlanıyorum. Geçmişte kendisine siyasetin yollarını açtığı için değil, siyaseten önemli olduğu için, toplumun bir şey söyler mi diye ağzına baktığı bir figür olarak Abdullah Gül’e başbakanlığı sırasında yakın durmayı yeğleseydi belki bugün halen başbakan olabilirdi. Hem dış politikada hem içeride birtakım yanlışların yapılmasını, Abdullah Gül'ün vereceği birtakım fikirlerle belki de engelleyebilirdi. Daha verimli bir başbakanlık olabilirdi.
- Pelikan?
Yaranma amaçlı birtakım insanların durumdan vazife çıkararak yazdıkları bir hadise.
- “Ben Böyle Gördüm” kitabınızdan bir alıntıyla devam edelim. Aralık 2013, Pensilvanya’dasınız, Fethullah Gülen size “Fehmi Bey, Hakan Bey’in (Fidan) kendisi de zaten buradaydı” diyor.
Evet, iki defa oraya gitmiş.
- Ne zaman gitmiş?
Tarihlerini bilmiyorum. Ama benden evvel gittiği belli. Ben 2013’ün aralık ayında gittiğime göre 17-25 Aralık’tan önce gittiği belli. İki kez gitmiş, görüşmüşler, konuşmuşlar ama ne konuştuklarını bilmiyorum.
- Size Gülen bunu Aralık 2013’te söylüyor.
Evet, sonrasında benim Hakan Bey ile görüşme fırsatım olmadı. Görüşseydim mutlaka ne zaman gittiğini sorardım.
- Gazeteci saikiyle ne düşündürdü size?
Şu da gerçek, o günlerde herkes görüşüyor, gidiyordu.
- MİT Müsteşarı, bir sene öncesinde ifadeye çağrılma hadisesi var, 7 Şubat yaşanmış?
7 Şubat 2012’den evvel mi gitti, onu bilemiyorum. Ne zaman gittiğini bilmediğim için de spekülasyon yapamam. Dışişleri bakanıyken eşini de yanına alarak Ahmet Davutoğlu da gitti. Onu da söyledi Gülen. “Buradaydı, eşi ile birlikte geldiler” dedi. Bülent Arınç görevlendirilerek gittiğini kendisi açıkladı.
- Ahmet Davutoğlu’nun gidişinde Abdullah Gül çok sinirlenmiş?
Birleşmiş Milletler'in her yıl eylül ayında yapılan açılış toplantısına katılmak üzere Abdullah Gül New York’taydı, Dışişleri Bakanı olarak Ahmet Davutoğlu da yanındaydı. Oradan yanına eşini alarak gitmiş Ahmet Bey. Zannediyorum, Davutoğlu kendisini oraya götüren kişilerin Cumhurbaşkanı’na da “Efendim biz kendisini götürüyoruz” diye bilgi verdiklerini sandı. Kendisi söylemedi Abdullah Gül’e. Ama o insanlar da Cumhurbaşkanı’na bunu söylemediler. Bunu günler sonra öğrendiğinde pek hoşuna gitmediğini biliyorum.
- Ama sonrasındaki açıklaması ile Davutoğlu, Gül’ü yalanladı adeta.
“Ben haber verdim” dedi ama haber vermemişti. O götüren kişilerin haber verdiğini düşünerek bunu söyledi herhalde.
- Onu götüren kişiler kim?
Kimler götürdü ise bilemiyorum. Oraya el kol sallanarak gidilmiyor; birileri aracı oluyor. Ben de gideceğim zaman, aracılık yapması için Alaaddin Kaya'nın kapısını çaldım.
- MİT Müsteşarı’nın Pensilvanya’ya gidişine dönerek soracağız. Cemaatin Hakan Fidan'ı “İrancı” olmakla itham ettiği konuşulurken, bu ziyareti nasıl okudunuz?
Benim anlamadığım nokta da o. Akil insanların ilk toplantısına Hakan Fidan da katılmıştı. 2013'ün nisan ayıydı. Toplantıya verilen arada yanına oturdum. Ve lafı eğip bükmeden sordum: “Sizinle ilgili İran yanlısı saplantısı nereden çıkıyor?” “Ben başbakan, cumhurbaşkanı tarafından bana verilen talimatları yerine getirmekle mükellefim. Daha önce Başbakanlık müsteşar yardımcısıydım. O dönemde başbakan beni çeşitli ülkelere gönderdi. Görevle ABD'ye, Almanya'ya, İsrail'e nasıl gidiyorsam İran'a da öyle gidiyorum. Hiçbir ülke ile özel olarak bir ilişkim yok” dedi bana. Ben de bunları Gülen’e söyledim.
- Gülen de bunun üzerine “Hakan Bey'in kendisi de buradaydı” diyor.
Hakan Fidan dediğimiz kişi uzaydan gelmedi. Bu ülkede AK Parti’ye yakın neredeyse herkesin cemaatle bir biçimde irtibatlı olduğu bir dönemde, herhalde onun da yolu cemaatten pek çok insanla kesişmiştir.
- Erdoğan, cemaat için size “Beyinleri yıkanmış zombiler gibi davranıyorlar” sözünü ne zaman söyledi?
Çok sonraları dedi. Biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan 2013 yılında İstanbul’da yapılan Türkçe olimpiyatlarına katıldı ve Gülen'e “Bu hasret bitsin” dedi. 17-25 Aralık'a darbe tespitini koyduktan sonra da, bu darbeyi kimler yaptı, sorusuna da “paralel yapı-Pensilvanya” dedikten sonra her şeyi söyledi Tayyip Bey.
- Yine kitaptan devam edelim: “Cemaatin Meclis'ten çıkacak yasalara katkısı olduğu biliniyor. Özellikle yan etkileri özgürlükleri daraltıcı olduğu düşünülen bir yasa çıkacağında, Meclis'ten ham hali elde edilen tasarı veya teklifler cemaate yakın hukukçular tarafından incelenip mahzurlu yerleri konusunda düzeltme talepleri gerekli yerlere iletiliyordu.” Neresi bu gerekli yerler?
Bakanlık. Bakanlık bir tasarı hazırlıyor. Onu Meclis’e sevk edecek. Bunu haber alır almaz derhal o tasarıyla ilgili metni ele geçirdiler. Metin üzerinde cemaate yakın hukukçular çalıştı. Ardından kendilerinin mahzurlu gördükleri noktalara işaret eden bir rapor hazırlayıp yine bakanlığa bunu verdiler. Ve onların istediği istikamette daha tasarı halindeyken, Meclis'e sunulmuş veya komisyonda görüşülmüşken o değişiklikler yapıldı. Bunlar bilinen ilişki tarzları.
- Hangi bakanlık, hangi tasarı bunlar? O kadar çok ki hangi birini söyleyeyim, mi dersiniz?
2010'daki referandum öncesinde pek çok yasa çıkartıldı. Sivil toplumun çalışmalarını daraltabilecek olan Terörle Mücadele Yasası gibi yasalar yapıldı. O yasalar söz ettiğim.
- Sıfırlama tapesinin cemaatten değil farklı bir kaynaktan geldiğini düşünüyorsunuz. Size bunu söyleyen kim?
Cemaat konusunu soruşturan savcıya ifade vermiştim. O ifade sırasında böyle bir konu gündeme geldi. Savcı Bey, “Biz bu soruşturmaya başladığımızda cemaatle irtibatlı olduğu düşünülen bütün polislerin, emniyet sorumlularının, yargıdaki kişilerin kullandıkları bilgisayarlara el koyduk. Bazılarının hardiskleri vs. silinmiş olsa da hepsinin üzerinden yeniden canlandırma imkanı bulduk. Gizli dinlemelerin hepsi ele geçti. Ama içinde 'sıfırlama' sözcüğünün geçtiği o konuşmanın kaydı hariç” dedi. Takibinde Amerika ve Almanya’nın Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerde büyük çaplı dinleme faaliyetleri yaptığı ve özellikle siyasileri dinledikleri ortaya çıktı. Bu ikisini birleştirerek, diğer tapelerin kayıtları bulunduğu halde o bulunmadıysa bunun Türkiye’yi dinleyen daha büyük kulakların eseri olabileceğini düşünüyorum.
- Tam burada soralım; Rıza Sarraf'ın Amerika güncesi?
Kapanmış görünen dosyalar muhtemelen tekrar açılır. Burada açılmazsa Rıza Sarraf Amerika’ya gider orada açılır. İlk tutuklandığında Amerikalılarla anlaşarak gitti, denildi ancak bence yönlendirilerek gitmiştir.
- Yönlendirilerek ne demek?
Rıza Sarraf’ın kefalet talebinin reddedilmesiyle de görüldü ki olaylar Sarraf’ın beklentileri eşliğinde gelişmiyor. Bir anlaşma olduysa o anlaşmanın şartlarına Amerika uyar. Aralarında bir anlaşma yapılmamış gibi görünüyor. Amerikalıların eli bu işte var ise sadece vize vermede kolaylık göstererek ya da oraya gitmeyi teşvik etmişler gibi. Sarraf'larla irtibatı olan birileri de “Amerika'ya gidin” telkininde bulunmuş olabilir.
- Sarraf’ın tutuklanması iktidar için de sürpriz oldu sanki?
Ama Amerikalılar için olmadı. Amerika onun oraya gideceğini biliyordu ve tedbirlerini aldılar.
- Taha Kıvanç yazabilirdi; Sarraf’ın Amerika güncesi 17-25 Ankara'sını nasıl etkiler?
Yazabilirim, kendi sitem var. (Gülümsüyor) Ben şöyle düşünüyorum. Bu iş özellikle siyasi iktidarı hedef alacak gibi geliyor bana. Amerikalıların son zamanlarda Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarından fazla mutlu olmadıklarını ve bu hislerin karşılıklı olduğunu düşünüyorum. Amerikalıların burayı zora düşürmek gibi niyetleri olabilir bunu da Sarraf’ın yargılanması üzerinden yapabilirler. Yargılama süreci çok ilginç olabilir.
- Yargılama süreci yeni ABD başkanına göre değişir mi?
Sanmıyorum, yargılama süreci rayına oturmuş olarak gözüküyor. Tabii arada pazarlıklar olursa, bu tür siyasi davalarda siyasete de söz hakkı bir biçimde tanınır. Taha Kıvanç olarak şu anda gördüğüm, önümüzdeki yargılama süreci çok renkli geçeceği ve bunun bizdeki siyaseti rahatsız edeceği.
- Gülen Cemaati'nden boşalan yerlere diğer İslami cemaatlerin değil, Erdoğan'ların geçtiği resim, Türkiye'de nasıl bir İslami hareket fotoğrafı çıkarır?
AK Parti’nin cemaatin yerini dolduracak bir kadrosu yok. Bu 14 yıl içinde de öyle bir kadro yetişmedi. Yeter ki cemaatçi olmasın, şu anda kimi bulurlarsa onlar yerleştiriliyor. Buradan bir İslami hareket vs. çıkmaz. Zaten başta konuştuğumuz gibi İslami hareket ile siyaset arasındaki aks giderek açıldı. Böyle bir şey yok artık. Sadece görüntü var. Siyaset var İslami hareket yok. Ara sıra dini motifler kullanıldığı için ona böyle bir şey atfedilebiliyor. Dolayısıyla oradan İslami sıfatını hak edecek bir hareket çıkarmak mümkün değil.
- Buradan ne çıkar o zaman?
Neticede cemaatçilerin boşalttığı yerlere cemaatçi de AK Parti'li de olmayan kadrolar geliyorsa, belki sağlıklı bir şey çıkar. Cemaat 40 yıl boyunca o kadroları yetiştirdi. AK Parti kendi kadrosu olmadığı için onları hazır buldu ve onları kullandı. Ve geldiği noktada o kadroların kendisine değil başka bir yere bağlı olduğunu fark etti. Ama onların varlığı sebebiyle 12 yıl boyunca kendi kadrosunu yetiştirmek için de çaba göstermemişti. Onları tasfiye edince yerine koyacak kadro bulamadı. Şimdi bulduğunu atıyor. Paralel olmaması yeterli sayılıyor.
- Bu zeminden nasıl bir AK Parti çıkar?
7 Haziran'daki yüzde 40, 1 Kasım'da değişmeseydi AK Parti dönüşüp değişebilirdi. Yüzde 50 oy alan bir siyasi parti kendini neden değiştirsin? Onu değiştirecek güç muhalefetten gelecek reflekstir. Onu değişime zorlayacak bir muhalefete ihtiyaç var. Yazık ki o da yok.
© Tüm hakları saklıdır.