Fehmi Koru*
Din ile siyaset ilişkisi ve o ilişkiye dayanan çelişkili yaklaşımlar sanki günümüzün bir sorunuymuş gibi ele alınıyor. Siyasilerin din ağırlıklı söylemleri, din adına konuştuğu varsayılan kişilerin iktidara yönelik sahiplenme veya eleştirel tavırları yüzünden çıkan tartışmalarda da, bu kabulün ağırlıklı bir yer işgal ettiği görülüyor.
Oysa gerçek farklı: Tartışma konusu, ilahi bildirime muhatap Hz. Peygamber’in üfulünün hemen ardından başlayan ve varlığını yüz yıllar boyunca hissettiren bir sürece aittir.
“Tartışma” dedimse bunu müzakere veya görüş açıklama olarak da anlamamak gerekiyor. Din-siyaset ilişkisinin doğurduğu kanlı savaşlar yanında, konunun taraflarından kendisini karşı cephede yer alanlardan daha güçlü hissedenlerin muhataplarını zor duruma düşürecek çıkışları da var. Din adına konuşanlar siyasi hayat içerisinde yer alan muarızlarını dinden sapmakla itham ederken, iktidar sahipleri de kendilerine boyun eğmeyen, icraatlarına din adına karşı çıkanları işkencelere maruz etmiş, öldürebilmiştir.
Günümüzde de bu alandaki çatışmalar farklı cereyan etmiyor. İslam Dünyası içerisinde yer alan ülkelerin kendi gelenekleri ve özel şartlarının ağırlık taşıdığı çekişmelerde, tarih boyunca işitilmiş ‘fitne, fesat’ sözcükleri ve ‘dinden sapma’ ithamlarına karşılık, iktidardakilerin de siyasi rakiplerini ‘terörist’ ilan edip onları en aşırı mücadele yöntemlerine muhatap ettikleri görülüyor.
Siyasete ağırlık koyma yöntemini benimsemiş ve varlığını hissettirdiği son 100 yıl içerisinde değişik ülkelerde iktidarı elde etme çabasına girdiği görülmüş Müslüman Kardeşler (MK) örgütü sözgelimi, Mısır ve Körfez ülkelerinde ‘yasadışı terör örgütü’ muamelesi görüyor.
Mısır’da seçimle iktidara gelmiş MK’ya karşı askeri darbe yapıldı. En son Tunus’ta devlet başkanı MK etkisinde olduğunu ilan ettiği siyasi hareketi (En-Nahda Partisi’ni) sistem dışına itme sonucunu doğuracak bir girişimde bulundu.
İslam Dünyası’ndaki iktidar sahiplerini en fazla rahatsız eden dini gerekçelerle eleştirilmelerdir. O eleştirilerin iktidarlarına yönelik bir harekete evrilip iktidarlarını tehdit edecek bir eyleme dönüşebileceği endişesi hepsinde hakimdir.
Suudi Arabistan’da 1979 yılında bir dini grup Kabe’yi basarak Suud ailesi iktidarını devirmeye kalkışmıştı.
Dini gerekçelerle…
El-Kaide, IŞİD gibi örgütler ise din-siyaset ilişkileri alanının en çarpıcı yanlış örnekleridir.
Afganistan’da din eğitimi görülen medreselerde okuyan öğrencilerin örgütü Taliban sonunda ülkede iktidarı elde etmeyi de başardı.
Bu konuyu bizim ülkemizin de içerisinde yer aldığı bölgeye veya bu bölge insanlarının dini inancı olan İslam’a özel bir durum olarak da görmemek gerekiyor. [Aslında İslam’da diğer dinlerden farklı olarak din adına konuşma yetkisi kimsede yok. Ruhban sınıfı yok çünkü.]
Siyasete ilgi duyan çeşitli dinlere mensup dindar insanların son zamanlarda yaşadıkları ülkelerde yönetime gelme mücadelesi verdikleri bir global gerçeklik.
İsrail’de dini partiler var ve bunlar geçmişte de bugün de siyasi iktidarın birer parçası durumundalar. İsrail devletinin varlığına dini gerekçelerle karşı çıkan örgütler de var İsrail’de…
ABD’de ‘Evanjelik’ diye anılan Hıristiyan gruplar Donald Trump döneminde sisteme ağırlıklarını koyabilmişlerdi; şimdilerde yeniden aynı güce kavuşma mücadelesi veriyorlar. Ülkenin en geniş topraklara sahip eyaleti olan Teksas’ta, yerel yönetim, geçen hafta, hamilelerin altı haftadan sonra kürtaj olmalarını yasakladı. Yasağı çiğneyen doktorlar, hamile kadınları kürtaj olacakları kliniklere götürecek veya tıbbi müdahale olacaklara para desteği verecek olanlar da cezalandırılacak. Yasa dini grupların mücadelelerinin eseri.
En barışçı inanç sistemi olarak tanımlanan Budizm, Sri Lanka’da, Myanmar’da (Burma), iktidar sahipleri eliyle farklı dinlerden veya etnisitelerden olanlara karşı yok etme aracına dönüşebildi.
Sözün özü, belli bir dine, belli bir coğrafyaya özel olmayan global bir durum, geçmişten taşıdığı izleri günümüzde de hemen her yerde hissettiriyor.
Türkiye’nin, bizim ülkemizin, bu güncel tablo içerisinde farklı bir yerde bulunması beklenemez. Nitekim bizde de din-siyaset ilişkisi her zaman ve zeminde tartışma konusu olagelmiştir. Bugünkü tartışmaları da bu genel çerçeve içerisinde değerlendirmek gerekiyor.
İktidarda dini hassasiyetleri bilinen bir kadro tarafından kurulmuş bir siyasi parti var. 20 yıldır iktidarda bu parti ve uzun bir süre daha iktidarda kalmak istiyor. Bunun kendisinin hakkı olduğunu düşünüyor ve böyle düşünülmesini de herkesten bekliyor. Onun bu beklentisine görüşleriyle destek veren kişiler olması da doğal. Nitekim, ‘eldeki bulgur’ metaforu üzerinden yürütülen güncel tartışma da bu merkezde.
Siyaset alanını ilgilendiren iktidar konusunun din alanından gelen desteklerle ele alınması doğru bir şey mi?
Bu sorunun cevabı, bu yazının başından itibaren anlatmaya çalıştığım global gerçekler ve tarihi arka-plan ile ilgili ayrıntılardan alınabilir aslında. Bu iki alan iç içe girdiğinde kaybeden hep din olagelmiştir. Bugünkü tartışmalarda da destek anlamına gelen çıkışa yöneltilen eleştirilere bakıldığında, aynı durum kendini hemen belli ediyor.
Din adına konuştuğu görüntüsüyle görüş açıklayanlar yine dinden kaynaklanan argümanlara muhatap ediliyorlar ve onlara cevap verenler ilk destek görüşünü açıklayan kadar kaynaklara vakıf insanlar.
Tartışmaları hayretle izleyen samimi dindar kitlelerin, siyasetin kendilerine dönük yüzünde fark ettikleri yanlışlıklara din adına sahip çıkılması sonucunu doğuran yaklaşımdan olumsuz etkilenmemeleri mümkün değil.
“Yolsuzluk ile hırsızlık ayrı şeylerdir…”
“İktidarlar yanlış da yapsalar, o yanlışları yapanlar dindar bilinen kişilerse, diğer dindar insanların o iktidarlara sahip çıkmaları şarttır.”
Bu tür değerlendirmeleri işitenler, onları savunanlara bakıp nasıl bir tavır alıyorlar dersiniz?
Kısa süre öncesinde “Aralarında dindar ailelerin çocuklarının da bulunduğu gençler arasında deizm yaygınlaşıyor” konusu tartışılıyordu, yeni tartışmalardan sonra gençlikleri geride kalmışlar arasından birileri de aynı kervana katılırlarsa şaşırmamak gerekiyor.
*Bu yazı fehmikoru.com adresinden alınmıştır.