Fehmi Koru*
Dünyada ülkeler hep demokrasiyle yönetilmedi; bunu zaten biliyoruz. Demokrasi de başından itibaren hep bildiğimiz şekilde tanımlanmıyor, uygulanmıyordu.
Eski Yunan ve Roma’dan 19. yüzyıla kadar, devlet yönetimleri, belli bir sınıfın tekelindeydi. Önce asalet gerekiyordu yöneticini belirleme sürecine katılabilmek için; sonra vergi mükellefi olma şartı getirildi, sonra erkeklere tanındı yöneticisini seçme görevi…
Kadınların da oy kullanması, aday olup seçilebilmeleri için, 20. yüzyılı beklemek gerekti.
Batı’da durum böyle.
Doğu’da kadınlara oy hakkı tanımamış, onlara yönetimlerinde yer vermeyen ülkeler günümüzde az değil.
Farklı uygulamalar var da, herbirinin kendi içerisinde tutarlı olması gibi bir şart da var.
Sonuçta herkesin oy kullanma hakkının tanındığı seçimli bir yönetim tarzında, sandığa yansıyan iradenin kolektif sayılmaması, tek tek bireylerin tercihini yansıtması genel kuraldır.
Partilere sempatimiz bulunabilir, bunu ona üye olmaya kadar vardırabiliriz; ancak sandık başına gittiğimizde.. kişiselden ülke çıkarına kadar pek çok başka motifin işin içine girdiği.. hisler, bilgiler ve kanaatlerle oyumuzu kullanırız.
Aynı kişilerin hep aynı partiye oy verdiği bir ülke yoktur.
Olsaydı, o ülkelerde ayrıca seçim yapmaya gerek kalmazdı.
‘Seçim’ olan yerde bireysel tercihler önemlidir.
Mahalle bireysele karşı
Uzun girişin sebebi, bir süredir medyamızda bazı kalemleri meşgul ettiği görülen bir yaklaşım.
‘Yaklaşım’ deyip geçtiğime bakarak aldanmayın, bu yaklaşımın tarafları, yakın dost olsalar bile, işi birbirlerini kıracak ifadeler kullanmaya kadar vardırıyorlar.
‘Mahalle’ yaklaşımı bu.
Önce kalem sahibinin bir mahalleye ait olduğu kabul edilip o kabulle yola çıkılıyor ve ondan belli bir partiye oy kullanması bekleniyor.
Sadece oy kullanması da değil, o partiyi yazılarında savunması da…
Öyle yapmayanlar kınanıyor…
Hafif savunanlara da tahammül edilmiyor.
Şimdi seçim yok, ‘anayasa değişikliği’ konusunda ‘Evet’ veya ‘Hayır’ diye oy kullanılacak; birileri ‘Evet’ tezini kendileri gibi körcesine savunmayan kalemlere, ‘gizli Hayırcı’ diye saldırma hakkını kendinde görüyor.
Ne kadar ayıp.
Bunu yapanlar kim?
AK Parti’nin iktidara zahmetli yürüyüşü sırasında ve fırtınalara-kasırgalara karşı mücadele ederken ortalıkta görünmemiş, yükselme döneminde kendilerine bahşedilen köşeler ve ekranların hakkını vermeye çalışan yeni yüzler…
Hayda, birileri de, kendilerine saldıranların bu özelliğini ortaya dökerek karşı saldırıya geçebiliyor.
‘İyi günde-kötü günde’
Dışarıdan bakıldığında, ben şimdilerde öyle yapıyorum, içinde yer alan birilerinin nazarında, ‘iyi günde-kötü günde’ birbirine destek olmaya söz vermiş.. karı-koca ilişkisi gibi bir şey olarak algılandığı izlenimi alınıyor medya-siyaset ilişkisinin…
Falanca gazetede yazıyorsa biri, onun gazetenin diğer yazarlarıyla birlikte hareket etmesi, en azından koroya katılması bekleniyor.
O zaman da.. gazete okuyan veya TV’lerde tartışma programlarını izleyen çoğu kişinin keşfettiği gibi.. hep aynı görüşlerin, aynı örnekler ve aynı ifadelerle sütunlara veya ekranlara taşındığı gerçeğiyle karşılaşılıyor.
Birini okuyunca diğerlerini okumanız gerekmiyor. Tek bir program ana tezi öğrenmeniz için yeterli; başka bir programa takılmanız ise vakit israfı oluyor.
Tabii bu arada gazetecilik ve yazarlık.. gözlerden düşüyor.. itibar, güvenilirlik ve saygınlıkta yerlerde sürünüyor.
Elbette eli kalem tutan herkesin doğru bildiği görüşleri sağına soluna bakmadan savunması gerekir. Benzer görüşlere sahip yazarları sayfalarında bulunduran gazeteler ile farklı görüşleri ekranlarından uzak tutmaya çalışan kanallar da olabilir…
Ancak takım görüntüsü.. fanatizm.. “Neden sen de benim gibi yazmıyorsun, nasıl olur da mahallene ihanet edersin, yoksa sen ‘gizli’ bir şey misin?” sorgulaması…
Medyaya hiç yakışmıyor.
Yakışmadığı için gazeteler okunmuyor ve o yüzden satılmıyor da.. haber televizyonları izlenmiyor.. ‘gazeteci-yazar’ diye ortalıkta gezinenler eskisi kadar itibar görmüyor..
Fanatik tavrın yaranılmak istenen ‘dava’ya.. partiye veya teze.. bir yararı oluyor mu peki?
‘Referandum’ konusunda bu soruya cevabı 7 hafta sonra net olarak verebileceğiz.
Doğru örnek yok mu?
Var elbette.
Şimdilerde farklı bir tavır takınsa bile, olması gereken için örnek aramam gerektiğinde, zihnimde hemen beliriveren isim Ahmet Hakan oluyor…
28 Şubat’ın Ahmet Hakan’ı…
İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi.. bağnazlık karşıtlığı.. vesayete meydan okuma.. bunların ve daha fazlasının.. yandaş olmadan nasıl yapılabileceğini herkes Kanal-7 ekranında ‘Haber Saati’ni sunan genç Ahmet Hakan’dan öğrendi.
Necmettin Erbakan ve arkadaşları o dönemi az zararla atlatmışlarsa.. AK Parti kuruluşundan kısa süre sonra iktidara kavuşabilmişse.. bunda en büyük paylardan biri.. o ekrana aittir.
Birbirine benzemez eğilimlere sahip.. ama ‘demokrasi ve insan hakları’ platformunda buluşmuş.. Nazlı Ilıcak, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Ahmet Taşgetiren ve daha sonraları Ali Bayramoğlu ile birlikte yer aldığımız bir kadroya sahip.. Selahattin Sadıkoğlu’nun yönettiği.. Yeni Şafak ile beraber…
“Geçmiş zaman olur ki.. hayali cihan değer” derlerdi eskiler.
Dedikleri bir defa daha doğrulanıyor işte.
* Bu yazı Fehmikoru.com'dan alınmıştır