Kültür-Sanat

Fatma Girik'ten bir anı: Nâzım Hikmet'in evinde

Vera'nın kızı [Anna Stepanova] geldi, beni tanıştırdılar. "Memleketim, memleketim diyerek sayıklardı," dedi. "Beni annemle birlikte okula ziyarete geldikleri vakit bana bebek getirmişti. O gidemedi, size bu bebeği hediye etmek istiyorum. Lütfen bunu Türkiye'ye götürün. Bana ilk aldığı bebekti," dedi

26 Ocak 2022 17:30

M. Melih Güneş*

Seninle [Arif Keskiner ile] ikinci seferde, 1978'de gittim. [Moskova'ya birinci gidişimdeydi], Feyzi Tuna ile "Kızgın Toprak" filmiyle davet edildik. Bu herhalde, ödül kazanacak falan, jüriye girecek, seçilecek filmler içinde değildi de Asya Filmleri Festivali'nde birbirlerini tanısınlar, kaynaşsınlar falan diye yarışmasız bir şeydi. Ama film çok beğenildi. Benim ilk olarak hayatımda gittiğim festivaldi sanırım, sonradan Tahran Film Festivali'ne gitmiş olabilirim. Çok beğenildi film. Ödülsüz bir festivaldi, ben ödül aldım. İlk kozmonot kadın Valentina Tereşkova'nın, SSCB Kadınlar Komitesi'nin başkanıydı, onun ödülünü hatta onun elinden aldım. Raj Kapoor da hem oyuncu hem rejisör, prodüktör de olabilir, şehrin anahtarını aldı. İkimiz ödül aldık. Ben tabii uçuyorum, neler oluyor, şampanya şişelerini başımdan aşağı döküp böyle...

O arada da iş bitti, o eğlence faslı bitti ben odama geldim. Çünkü şampanyalar kurudu kafamda, yapış yapış oldum. Bir de baktım, böyle küçük buzdolapları vardı odada. Odayı temizleyen kız yarı beline kadar buzdolabının içinde. Elmalar var, armutlar var. O zamanlar oradaki bazı marketlere halk giremiyordu, dolarla, markla falan alış veriş yapılıyordu. Hiç, görmezliğe geldim, çünkü bir gün evvel de, bir başkası benim blucin pantolonumu giymeye çalışıyordu. Onu da görmezliğe gelmiştim. Ne varsa her şeyimi, dolu bavulumu hepsini bırakarak ayrıldım oradan...

O arada da Ekber Babayef telefon etti. Feyzi'ye "Ben Moskova Havaalanı'nda sizi karşılayacağım ve otele götüreceğim," dedi. Biz geldik, indik uçaktan, aldı bizi otele götürdü ve "Akşam sürpriz var, sizi bir yere götüreceğim," dedi. Çok sevindik, "Kim bilir bizi nereye götürecek," dedim ve süslendim, püslendim, giyindim, taktım takıştırdım.

İndim ben aşağıya, Feyzi de giyinmiş, grand tuvalet hepimiz. Ekber dedi ki "Bugün Nâzım'ın ölüm yıldönümü, oraya gidiyoruz". Ah! Türk kafası, Türk kadını ben. Hemen ben yeniden yukarı fıldır fıldır koş, makyajını sil, saçını başını indir, elbiseyi de mevlüt kıyafeti gibi seç!..

İndim aşağıya. Onlar da bana "N'oluyor, n'aptın, niye değiştirdin?" demediler. İşte Türk aklı ya! Neyse, kalktık, bindik arabaya gittik. Bir yerlere gittik. Ben o zamanlar çok yer görmediğim için böyle Fransa'da vardır, büyük kapılı binalar. İçeri kamyon girsin diye. Bir de küçük kapıları vardır insan girsin diye. Öyle bir yerden içeri girdik. Büyük bir avlu. Zaten hava da puslu, kasvetli, girdik. Nâzım'ın şiiri geldi aklıma, hani "Bizim avludan mı kalkacak cenazem," diye. O geliyor aklıma. Asansöre bindik. Avaz avaz bir klasik müzik çalıyor bir yerlerde... Asansörden indik, kapıyı çaldık. Ses oradan geliyor. Açtılar kapıyı, herkes ellerinde şampanya, şen şakrak insanlar... Bunu görünce ben hemen başımı açtım, mevlüt havasından çıktım kendimce. İçeri girdik. Nasıl bir şey biliyor musun, salonda bir basamakla salonda bir platform oluşturmuşlar. Ortada yuvarlak bir masa, iki tane sandalye ve masanın üzerinde fasulye pilakisi, kırmızı turplar, yeşil salata; bir şeyler... Ve iki tane servis tabağı. Nâzım'ın oturduğu yere Feyzi'yi oturttular, beni de Vera'nın oturduğu yere oturttular. Öteki misafirler hepsi yanda oturuyor, biz sanki tiyatro sahnesindeyiz. Tabii ben çok mutlu oldum. İnanamıyor insan biliyor musun, bir şey yaşıyorsun ama ne yaşadığının farkında değilsin. Sonra herkes bir şey okuyor, şiir okuyor. İnsanların çoğu Türkçe biliyordu. Elinde şampanya kadehiyle genç bir hanım geldi yanıma, "Ne güzel, şairimiz için böyle bir şey hazırlanmış. Çok mutlu oldum." dedim. Kadın eğildi bana "Sizin değil, bizim şairimiz." dedi. Ben... Ağzımdan ne çıkacaktı biliyor musun "Evet haklısın, bizim memleketimizde yaşarken vatan haini dedik," falan, aklımdan neler geçiyor ama söylenir mi, nasıl söyleyeyim? "Olsun hem senin hem benim şairim" dedim. "Dünya şairi!" dedi. "Siz ne yaptınız onun için?" deyince... Sen onu burada [Türkiye'de] nasıl ilan ediyorsun ve adamı nasıl anıyorlar, neler yapıyorlar?... İçerdeki insanlar da profesör, mrofesör, yani entelektüel insanlar. Ne yapacağımı şaşırdım. Bir şey söylemek istiyorum, laf bulamıyorum. "Hem sizin, hem bizim şairimiz" deyince, "Ben tıbbiyede okuyordum. Nâzım'ı kurtaramayan bir tıp olmaz diye karar verdim ve okulu bıraktım." dedi...

Kalakaldım. Artık söyleyecek bir şey kalmadı. Sözün tam bittiği yerdi çünkü. "Siz ne yaptınız?" diyor. "Vatan haini ilan ettik," diyeceğim mesela ama diyemiyorum, emme basma tulumba gibi kafamı sallıyorum. "Bana düşen buydu," dedi...

... Sonra kapı çalındı. Vera'nın kızı [Anna Stepanova] geldi, beni tanıştırdılar. "Memleketim, memleketim diyerek sayıklardı," dedi. "Beni annemle birlikte okula ziyarete geldikleri vakit bana bebek getirmişti. O gidemedi, size bu bebeği hediye etmek istiyorum. Lütfen bunu Türkiye'ye götürün. Bana ilk aldığı bebekti," dedi.

Bu bebeğin yeri başka! Ödüllerim ve bu başka yerde.

...Kadının söylemesi nasıl ama, "Nâzım'ı kurtaramayan tıbbiye olmaz, ben bıraktım," dedi.

Şimdi sen [Nâzım Hikmet gibi bir yaratıcının evi için] düşünüyorsun, böyle kocaman salonlar, büyük büyük avizeler [olmalı sanki diye]... Yani böyle şeyler düşünüyorsun Türkiye kafasıyla. Sonra gidiyorsun, böyle bir masa. Şu kadar bir daktilo. Orada eserlerini yazdığı, orada kül tablası, orada bir şeyi... Böyle, ne diyeyim?..

Hepsine dokunduğun vakit, adam bunlara dokundu, böyle dirseğini masaya koydu, böyle yazdı... Yani adam böyle bir şey düşünürken kalkıp böyle yürüse, cama çıksa, bahçeye çıksa, çimenlerin üstüne basıp... Hep onları düşündüm. Bunlar olsaydı belki de böylesi güzel şeyleri yine yazabilir miydi, belki de o sıkışıklığın arasında... Değil mi?

... Ah, unutmadan bir şey söyleyeyim. Vera dedi ki... Mesela Paris'e gidiyorlar. Türkiye haricinde her yere gidiyorlar ya! "Paris'e geldik, ben uyurken o telefon defterlerini karıştırırdı, Türk ismi bulur. Usulcacık açar, ‘Alo! Ben Nâzım Hikmet, biraz Türkçe konuşsanıza...' derdi" diyor. 

... Bunları yaşamak da güzel, herkese nasip olmaz. İyi ki yaşamışız.



Arif Keskiner ile birlikte 14 Aralık 2015 tarihinde "Nâzım'ın Evinde, Vera'nın Sofrasında" kitabı için Fatma Girik'le yaptığımız söyleşiden. (Kitapta tamamı yer alan söyleşinin daha açık anlaşılabilmesi için bazı ayrıntılar köşeli parantez içinde bu yazıya eklenmiştir.)